Afife ARTIK
Kastamonu Lahika düsturları-18: Sürur ve ferah ile ecelini beklemek
Bundan yirmi sene evvel medresede Kastamonu Lahikası’ndan düsturları tararken bir kardeşimiz bu ilk mektubdan “ölümünü beklemek” düsturunu yazmıştı. Hepimiz taaccüb etmiştik. Bu bir düstur olabilir miydi?
Üzerinde biraz düşününce bunun sadece hizmet için değil hayat için çok ehemmiyetli bir düstur olduğunu anladım. Çünkü; ecelini kemal-i ferah ve sürur ile, itminan-ı kalb ile beklemenin çok önemli bir ön şartı var, o da vazifesini yapmış olmak.
Çok önemli vazifeler için bu dünya misafirhanesine gönderilen insan ancak bu dünyadaki vazifesini itmam etmekle ölümünü sürurla ve gönül rahatlığıyla karşılayabilir.
Bediüzzaman Hazretleri müteaddid defalar kemal-i sürurla ecelini, kabrini beklediğini ifade ediyor. Şimdi başta üzerinde çalıştığımız Kastamonu Lahikasının ilk mektubundaki kısım olmak üzere benzer ifadelere bakalım:
“Hem unutulmayan, her vakit yanımda bulunan kardeşlerim, Risale-i Nur'a sizin gibi pek ciddî sahip ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zâtların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlâslı olarak vazife-i Kur'âniye ve imaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemâl-i ferah ve sürur ve itminan ve istirahat-i kalble ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum.”[i]
“Ben sizleri düşündükçe, ruhum inşirah ve kalbim ferahlarla dolar. Daha dünyadan gitmek benim için medâr-ı teessüf olamaz. Sizler kaldıkça ben yaşıyorum diye, mevte, dostâne bakıyorum, ecelimi telâşsız bekliyorum. Allah sizden ebeden râzı olsun. Âmin, âmin, âmin.”[ii]
“Ben, Risale-i Nur hesabına âhir ömrüme kadar Nur ve gül dairesindeki sebatkâr ve metin ve sarsılmaz kardeşlerimle, Kastamonulu fedakârlarla ebeden müteşekkirâne iftihar ediyorum ve onlarla bütün zâlimlerin sıkıntılarına karşı bir kuvvetli nokta-i istinad ve tam bir teselli buluyorum. Şimdi ölsem, onlar var diye ferah-ı kalble ecelimi karşılayacağım.” [iii]
“O beş Ahmed'den Safranbolu'da Hasan Feyzi'nin tam yerine geçen tam vârisi Safranbolulu Ahmed Fuad'ın gayet samimî ve fedakârane mektubunda, benim bedelime, aynen Hasan Feyzi, Hafız Ali gibi, bâki kalan hayatını bana verip, benden evvel berzaha gitmek için dua ediyor. Halbuki şimdi Nurlara onun hayatı daha ziyade fâidelidir. Bana nisbeten genç, faal bir kardeşim, benden sonra, kardeşlerim gibi vazife-i Nuriyemi yapıyorlar diye kemâl-i istirahat-i kalble ecelimi beklerim.”[iv]
Bu cümlelerden anlıyoruz ki; Bediüzzaman Hazretlerinin vazifesi sadece dünyada kaldığı zamanla sınırlı, muvakkat bir vazife değildir. Belki kıyamete dek devam edecek bir vazife ile tavzif edilmiş ki, kendinden sonra bu vazifeyi devam ettirecekleri arıyor. Ve onların vücudu kendisine sürur veriyor. Daha bu dünyadan gidiyorum diye telaş etmiyor. Aşağıdaki parça da bunun numunelerinden:
“…hakikaten Nurların ışığıyla nurânî gördüğümüz berzaha gitmek, bana değil ağır gelmek, belki bir iştiyak verdi. Benim bedelime hem vazifemi görüp, hem sevap kazandıracak yüzer Hüsrev'ler, Tahirî'ler, Mustafa'lar, Nazif'ler, Osman'lar, Abdurrahman'lar, Ali'ler, Sabri'ler, Feyzi'ler, Ahmed'ler, Mehmed'ler, Atıf'lar, Mustafa'lar, Sadık'lar, Osman'lar, ve hâkezâ, Nurların bahadırları dünyada arkamda kaldıkları, ölümü bana çok hafifleştiriyorlar. Yalnız günah cihetinde ölüyorum, hasenat cihetinde yaşıyorum diye Allah'a hadsiz şükrediyorum.”[v]
Risale-i Nur’un telifi tamamlandıktan sonra Bediüzzaman Said Nursî pek çok mektubunda vazifesinin bittiğinden veya bitmek üzere olduğundan bahseder. Hatta bir mektubunda Hulusi Ağabey ile, vazifesinin bitip bitmediğine dair istişare eder. Hulusi Ağabey de kendisine gayet kuvvetli deliller sunarak vazifesinin bitmediğine dair kanaatini bildirir.[vi]
Risale-i Nur’u “vazife-i fıtratım” olarak vasıflandıran Said Nursî, mektublarında Risale-i Nur talebelerine de vazifelerini hatırlatmış ve vazifelerine zarar verecek halleri de bildirerek onları sakındırmıştır.
Esasen Bediüzzaman Hazretlerinin vazifelerine dair tafsilata girilebilir lâkin konuyu dağıtmamak için temas etmedim.
Nur talebelerinin vazifelerine geçmeden yani; bir Nur talebesi neleri yerine getirirse ecelini gülerek karşılayabilir sualinin cevabına geçmeden evvel insaniyet vazifelerine bakalım.
İnsanın vazifesi nedir?
Bir insan neleri yaparsa rahat bir şekilde ölümünü bekleyebilir?
Yirmi üçüncü Söz’den uzun fakat çok mühim bir hakikati icmal eden bir alıntı ile sorumuzun cevabını alalım:
“İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmal edeceğiz, tâ ki "ahsen-i takvim" sırrı anlaşılsın. İşte, insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubûdiyeti var. Bir ciheti, gaibâne bir surette bir ubûdiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri, hâzırâne, muhataba suretinde bir ubûdiyeti, bir münâcâtı vardır.
Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı Rububiyeti, itaatkârâne tasdik edip kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârâne nezaretidir.
Sonra, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin nukuşlarından ibaret olan bedî san'atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.
Sonra, herbiri birer gizli hazine-i mâneviye hükmünde olan esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığıyla takdirkârâne kıymet vermektir.
Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür.
Sonra, şu mevcudattaki ziynetleri ve lâtif san'atları istihsankârâne temâşâ etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni-i Zülkemâlinin huzuruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.
İkinci vecih huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san'atının mu'cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da O’na hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini O’na sevdirir.
Sonra görüyor ki, bir Mün'im-i Kerîm, maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da, ona mukabil fiiliyle, hâliyle, kàliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleriyle, cihâzâtıyla şükür ve hamd ü senâ eder.
Sonra görüyor ki, bir Celîl-i Cemîl, şu mevcudatın âyinelerinde kibriyâ ve kemâlini ve celâl ve cemâlini izhar edip nazar-ı dikkati celb ediyor. O da, ona mukabil, "Allahu ekber, Sübhânallah" deyip, mahviyet içinde, hayret ve muhabbetle secde eder.
Sonra görüyor ki, bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehâvet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da, ona mukabil, tâzim ve senâ içinde, kemâl-i iftikarla sual eder ve ister.
Sonra görüyor ki, o Fâtır-ı Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış, bütün antika san'atlarını orada teşhir ediyor. O da, ona mukabil, "Mâşaallah" diyerek takdir ile, "Bârekâllah" diyerek tahsin ile, "Sübhânallah" diyerek hayret ile, "Allahu ekber" diyerek istihsan ile mukabele eder.
Sonra görüyor ki, bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklit edilmez sikkeleriyle, O’na mahsus hâtemleriyle, O’na münhasır turralarıyla, O’na has fermanlarıyla, bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktârında vahdâniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da, ona mukabil, tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz'ân ile, şehadet ile, ubûdiyet ile mukabele eder.
İşte, bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir, imanın yümniyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.”[vii]
Yine Yirmiüçüncü Söz’de insanın aslî vazifesinin taallüm ile tekemmül olduğu izah ediliyor.
İşârât-ül İ’caz’ın başında da insanların istidadlarını nemalandırmak vazifesine vurgu yapılmış.
Şimdi kısaca Risale-i Nur talebelerinin vazifelerine bakalım.
Eğer bu konuyu da Risale-i Nur’dan ilgili yerleri paylaşarak incelersek çok uzun olacağından ilgili yerlere atıf yaparak madde madde bakalım:
Dünya siyasetine karışmamak [viii]
Kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmamak[ix]
Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilmek[x]
Ahireti bırakıp fani dünyaya dönmemek[xi]
Risale-i Nur’u okumak ve yazmaktan teselli ve ferah bulmak[xii]
İdareye, asayişe, vatan ve milletin saadet,ne çalışmak[xiii]
Birbirine teselli vermek[xiv]
Birbirine en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak[xv]
Hakâik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yapmak[xvi]
Hakiki vazifesini yapıp malayani şeylerle iştigal etmemek, kaza ve kaderin vazifelerine karışmamak, enaniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkid ve telaş etmemek, temkin ve metanetle hareket etmek. Nihayet tevazu ve mahviyetle tam izzet ve kahramanlık seciyelerini taşımak[xvii]
Daima müsbet hareket etmek[xviii]
Her vakit ihtiyat, ihlas, tesanüd, sebat, sarsılmamak ve vazifesini yapıp vazife-i İlahiyeye karışmamak “sırran tenevveret” düsturuna göre hareket etmek ve telaş etmemek ve meyus olmamak[xix]
Yalnız rızay-ı İlahi için çalışmak ve kudsî vazifesini dünyaya ve dünya menfaatlerine alet etmemek[xx]
Dünyaya ve enaniyeye ait her şeyi feda etmek[xxi]
Nurlarla iştigal etmek, geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmek[xxii]
Geniş dairelerdeki hadiseleri merakla takip etmemek[xxiii]
Kemiyete değil keyfiyete bakmak[xxiv]
Düşmanları için hidayet temennisinde bulunmak[xxv]
Kendilerine tevdi edilen bu on beş vazifeye çalışmak: 1. Şerh, 2. İzah, 3. Tekmil, 4. Tahşiye, 5. Neşir, 6. Talim, 7. Telif, 8. Tanzim, 9. Tertip, 10. Tefsir, 11. Tashih, 12. Beyan, 13. İspat, 14. Cem, 15. Tafsil[xxvi]
(bu vazifelerle ilgili bkz. http://risaleakademi.org/tebligler-risale-i-nurda-15-vazife-calistayi--ct-82 )
Bir insan olarak ve Risale-i Nur talebesi olarak bu vazifeleri ifa edebilirsek biz de ölümümüzü itminan-ı kalb ile bekleyebiliriz.
Vazifelerimizin idrakine vararak, tavzif edildiğimiz vazifeleri ifa etmek ve vazifeyi itmam etmenin ferahı ile ecelimizi karşılamak duasıyla.
[i] Kastamonu Lahikası s.19 (erisale)
[ii] Kastamonu Lahikası s.39 (erisale)
[iii] Şualar s.431-432 (erisale)
[iv] Emirdağ Lahikası I, s. 274
[v] Emirdağ Lahikası I, s.240
[vi] Sözü geçen mektub Barla Lahikası s. 59 dadır. Yazı uzamamak için yer veremedim.
[vii] Sözler s.440 – 443 (erisale)
[viii] Emirdağ Lahikası II, s.451 (erisale)
[ix] Kastamonu Lahikası s.318 (erisale)
[x] Mektubat s. 479 (erisale)
[xi] Şualar s.514 (Enva N.)
[xii] Şualar s.637 (erisale)
[xiii] Şualar s.516 (Envar N.)
[xiv] Şualar s.520 (Envar N.)
[xv] Lemalar s.272 (erisale)
[xvi] Sikke-i Tasdik-i Gaybî s.271 (erisale)
[xvii] Şualar s. 417 (erisale)
[xviii] Emirdağ Lahikası II s. 635 (erisale)
[xix] Emirdağ Lahikası II s.376 (erisale) yalnız rızay-ı İlahi için çalışmak ve kudsî vazifesini dünyaya ve dünya menfaatlerine alet etmemek
[xx] Şualar s. 704 (erisale)
[xxi] Kastamonu Lahikası s.289 (erisale)
[xxii] Şualar s.646 (erisale)
[xxiii] Kastamonu Lahikası s.59 (erisale)
[xxiv] Sikke-i Tasdik-i Gaybî s.243 (erisale)
[xxv] Tarihçe-i Hayat s.848 (erisale)
[xxvi] Barla Lahikası s.500 (erisale)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.