Mahir DUMAN
Kaybettiklerimiz
Çok şey kaybettik. Vefa, samimiyet, dostluk, dürüstlük… Yediklerimizin de tadı tuzu kalmadı. Elmada eski tat, eski koku yok. Çocukluğumuzda ısırdığımız armudun akan şerbeti nerede? Domatese benzeyen nesne de nereden çıktı? Kavun, kavun değil. Karpuz, kabak-karpuz karışımı bir şey.
Hayatın da rengi değişti. Söz veren sözünde durmuyor. Borç verme alışkanlığımız iyiden iyiye azaldı. Kazara birine borç vermişseniz, bunu geri alamıyorsunuz. İşçi, işini sağlam yapmıyor. Esnafın çoğu güvenilir değil. Eskilerin yollarını gözlediği misafirler de yok artık. Hoş zaten çoğumuz misafirden de hoşlanmıyor ya. Güzel âdetlerimiz nerelere gitti bilmiyoruz. Aslında biz böyle değildik. N’oldu bize? Şu hatıranın sizi deriden etkileyeceğinden eminim.
Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk vazife yaptığım yere, Konya’ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Burası küçük bir beldeydi. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Burası tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Saatler epey ilerledi ancak yine bir hareket yoktu.
Evin büyüğüne sıkılarak sordum:
– Hacı amca, sizin buralarda kaçta yatılıyor?
Cevap verdi:
– Evladım, az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz.
Merak ettim, tekrar sordum:
– Trenden bir yakınınız mı inecek?
Hacı amcanın cevabı inanılacak gibi değildi:
– Hayır, evladım. Beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye treni bekliyoruz. (Prof. Dr. Saffet Solak Bey’in Bir Hatırası)
Nerede o ninelerimiz, dedelerimiz? O aydınlık evlere ne oldu? Büyüklerimiz gittiler. Dünyayı bize, miras yedi torunlarına bırakarak göçüp gittiler. Şimdi sorumluğun ağır yükü bizim omuzlarımızda.
Bir hafta önceydi. Hayatını Risale-i Nur hizmetine, bu milletin evlatlarının imanının kurtulmasına vakfetmiş M. Ali Pehlivan kardeşimizin Sincan’daki cenaze namazına iştirak etmek bize de nasip olmuştu. Simaları pırıl pırıl nur saçak gençleri gördüm. Vefa borçlarını ifaya gelmişler. Birisi Hafız Ali abimizin (Diyarbakırlı) koluna girmiş, ona refakat ediyordu. Yine iki nur yüzlü, M. Kurdoğlu abinin bir tabureye oturmasına yardım ediyorlardı. Bazılarının, yaşlı bir abinin dudaklarından dökülen cevherlerin tekini zayi etmeden aldıklarını gözlemledim. Kayseri’den, Yozgat’tan gelenleri gördüm. Maske, mesafe şartlarında şahit olduklarımdı bunlar.
Memleketimizin çeşitli yerlerinde hastalanan, kendi işini göremeyen birçok abinin hizmetlerinin bu hamiyetli yavrularımız tarafında yapıldığını biliyorum.
Mesele galiba anlaşılıyor. Hasretini duyduğumuz güzelliklerin kaynağının temelinde “iman” var. Allah korkusu, saygı, sevgi var. Bir şey nerede kaybolmuşsa orada aranmalı. İşte teşhis ve tedavi yöntemi: “Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir.” (Tarihçe-i Hayat) Elhamdülillah, bu yola hayatlarını adayanlar var. Ümitvârız.
Yine kalplerimizi hoplatacak bir hatıra: Cemal Öğüt Hoca, sokaklarından geçen yoğurtçunun sesini üçüncü defa duymuştur. Kızından yoğurt almasını ister. Hanımefendi “yeteri kadar yoğurdumuz var babacığım” deyince, Hoca, sesine tatlı bir sitem karıştırarak konuşur:
- Kızım, zararı yok, fazla olsun. Sen harcayacak yer bulursun. Satabilseydi adamcağız, şu kış gününde bu sokaktan üç defa geçer miydi? (Vehbi Vakkasoğlu)
Yeniden iyilerin, iyiliklerin ağır bastığı bir dünyanın inşasında rol almaya var mısınız? Karınca misali de olsa…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.