Kayıp Kuşağa Mektuplar-1
Yusuf TOSUN'dan kayıp kuşağa mektuplar...
Kayıp Kuşağa Mektuplar
1. MEKTUP
Yusuf TOSUN
Sevgili Dost,
Bilmem ki sana mektubu nasıl anlatsam?... İçinde sevginin, hüznün, aşkın, gurbetin, sılanın... saklı olduğu mektup... Bir zamanların uzun ayrılıkların tek iletişim ve haberleşme aracı... Askerde içi buram buram hasret, sevgi, hüzün, aşk... kokan mektupların tadını kim unutabilir ki... Ya da eski aşkların satır satır işlendiği mektuplar... Aslında her mektubun ayrı bir tadı vardır. Bu nedenle mektubun o esrarengiz hatırasını, sadece yaşayanlar en iyi şekilde algılayabilir. Yeni nesil için bir kayıptır mektup. Anlatmaya çalıştım dokuz yaşındaki oğluma mektubu, beceremedim. Yaşatamadım ona o farklı tadı. Çünkü; bazı şeyler yaşanmadan anlaşılmıyor dostum. Bu nedenle de karar verdim seninle yeniden mektuplaşmaya. Mektuplaşarak yaşamaya... O eski sevdamızın anısına mektuplar yazmayı düşündüm. Belki de sana ulaşmanın, seninle o eski çocukluğumuza dönebilmenin bir parça yaşanmasına/hatırlanmasına vesile olur.
Biliyor musun, bir süredir sana ulaşmanın, seninle destleşip haspihalleşmenin derin meşgalesi içerisindeyim. Çünkü sana ulaşmak ve seninle yarım kalan sohbetime kaldığı yerden devam etmek niyetindeyim. Henüz o esrik tat damağımda... Gençlik heyecanıyla yarı heveste bırakılan yürüyüşümüze devam etmek istedim. İçimde büyüyüp büyüyüp yüreğimden taşan sevinçlerimi, hüzünlerimi, umutlarımı seninle bir şekilde paylaşmanın yolunun ilkin yaşadıklarımızın romanlaşması olabileceğini düşündüm aslında. Çünkü romanın, yaşadıklarımızı ve yaşayamadıklarımızı daha anlaşılır şekilde ortaya koyacağını düşünüyordum. O roman için kolları sıvadım, yüreğimi yardım. Ancak... Yıllardır o romanı tamamlayamadım. Yer, zaman, kişiler… vs. ilgili bazı betimlemelerde bulunmadım da değil. Bazı fasıllarını da karaladım aslında. Aynı düşüncelerle başka dostlarımın da benzer temada roman kaleme aldıklarını duydum. “Neyin, kimin romanı? Niçin roman? Sen ne diyorsun?” dediğini duyar gibiyim. Bu soruları sormakta haklısın dostum. Zaman su gibi akıp geçiyor. Daha dün gibi seninle ortaokul sıralarında tanıştığım sahneyi hatırlıyorum. Ürkek adımlarla ve kısık bir ses tonuyla, bana neler okuduğumu sormuştun. Bense masum bir şekilde okuduğum roman ve hikayelerden bahsetmiştim. Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu... vs... Ayrıldığımızda elime bir kitap tutuşturmuştun. Kitaplara olan tutkumdan olsa gerek heyecanla elinden almıştım gazete kaplı kitabı. Eve geldiğimde ilk işim, o kitabı okumak olmuştu. Kitabın ismi beni pek sarmamıştı. Birçok cümlenin altı çizilmişti farklı renkteki kalemlerle. Belli ki başkaları da bu kitabı okumuştu. Hem de defalarca. Yaprakları sararmış, yıpranmıştı. O kitabın isminin ve yazarının dışında hiçbirşey hatırlamıyorum şimdi. Belki sen de hatırlamıyorsundur. Bir çok kelimeyle ilk defa tanışmıştım bu kitapla birlikte. Tevhid, şirk, tağut, ilah, rabb... Yirmi yılım bu kitap üzerine bina oldu dersem, abartı sanma. “Bir kitap okudum ve hayatım değişti.” sözü şimdilerde bende daha çok anlam buluyor. Bir kitabın insanı bu kadar etkileyip değiştireceğini ben nerden bilebilirdim. Ya da bir kitabı okumayı kabul etmenin insanı bu derece sarmaladığını... Bir zaman tüneline girer gibi insanın dünyasının değişeceğini, normal yürüyüşünü sürdürürken birden maratona başlayacağını, ben nerden bilebilirdim ki? Belki sen de bilmiyordun bütün bu yaşanacakları? Olsun dostum, ben gene de memnunum o yaşananlardan.
Sevgili Dost,
Neler mi değişti hayatımda? Henüz hayata başlamamıştım ki, hayatımda birşeyler değişsin? Peki? Belki de iste o “Peki”nin cevabı olacak sana yazacağım bu mektuplar... Aradan yıllar geçti ve hala o kitabın tesiri var üzerimde. Bir kuşak doğdu ve kayboldu. Ya da ben kaybettim o kuşağı. Bu nedenle de, işte o, “Kayıp Kuşağa Mektup” yazmaya karar verdim. Neden mi mektupla? Sevgili Dostum, çünkü mektubu da kaybetmek üzereyiz de ondan. Mektubumun başında da anlatmaya çalıştım ya... Cep mesajlar, e-mailler maalesef o esrik tadı da elimizden aldı. Bu nedenle kaybettiğim kuşağa mektuplar yazmaya karar verdim. Mektup yazacağım ama, elimde herhangi bir adres yok. Mektup yazacağım bir isim de yok. Ancak kaybolan bir kuşak var gözlerimin göremediği... Nerde mi kayıp? Yurtiçinde, yurtdışında... Yeryüzünde, yeraltında... Köyde, şehirde, metropolde... Caddede, sokakta, evde... Ticarette, bürokraside, camide, kahvede... Sinemada, tiyatroda, gazetede, dergide, radyoda, TV’de, internette, cep mesajda... Benim/senin görebildiği, göremediği her yerde. Ama sonuçta: HİÇBİRYERDE... Evet... Heryerde ama hiçbiryerde.. İşte ben, ilk gençlik hevesimi paylaştığım ve aslında halen de paylaşmaya devam ettiğim o “kayıp kuşağa mektup” yollamaya karar verdim. Adressiz mektuplarım sahibine belki ulaşır, belki ulaşmaz... Zarfın kapağı belki açılır, belki açılmaz... Acı, tatlı bir dönemi mektuplarla tarihin boşluğuna bırakmaktır benimkisi. İçimdeki içi dolu şişeyi denizin kumsalına atmak gibi bir şey. Belki açılır, belki açılmaz o şişe.
Sevgili dost,
Bu ilk mektubumdaki dağınıklığı heyecanıma bağışla... Aslında nereden başlayacağımı bilemiyorum. Duygularımı ifade edebildiysem ve senin de birazcık olsun için kabardıysa; amaç hasıl olmuş demektir. Duygu ve düşüncelerimin dağınıklığı için kusura bakma. Bilirsin tutuk bir insanım ben. Çünkü tutukluğu bir kader gibi boynumuza astık. O tutuklukla öyle bütünleştik ki, zamanla herşeyimiz tutuklaştı. Ve sonuçta tutuklaşan kayıp bir nesil olduk.
Aziz Dost,
Sana duygularımı paklasın diye, yazılarıyla büyülendiğimiz Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’in “Anneme Mektup” şiiriyle vedalaşmak istiyorum bu ilk mektubumda. Kabul buyur:
“Ben bu gurbet ile düştüm düşeli,
Her gün biraz daha süzülmekteyim.
Her gece, içinde mermer döşeli,
Bir soğuk yatakta büzülmekteyim.
Böylece bir lâhza kaldığım zaman,
Geceyi koynuma aldığım zaman,
Gözlerim kapanıp daldığım zaman,
Yeniden yollara düzülmekteyim.
Son günüm yaklaştı görünesiye,
Kalmadı bir adım yol ileriye;
Yüzünü görmeden ölürsem diye,
Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim”