Kayıp Kuşağa Mektuplar- 11
Yusuf TOSUN'un yazısı....
Sevgili Dost,
Gündem yine alevlendi. Her tarafta yine o ateşli tartışmalar aldı başını gidiyor. Aydınından köylüsüne kadar her kesimin dilinde yine o bildik konuşmalar… Hatırlarsan 1980’li yıllarda gündem hep İslamcı tartışmalara yerini bırakmıştı. Çay ocağı kürsülerinde, kahvehanelerde, ev sohbetlerinde o hararetli tartışmalar her kesimin ana gündemiydi. TV ve radyolarda haberlerin, programların büyük bir çoğunluğu da ana gündemle ilintiliydi. Yeni bir hazine keşfedilmişti sanki paylaşılamayan. Hızlı bir beyin fırtınası yaşanıyordu sanki. Her kesim eteklerindeki taşları döküyordu adeta. Başörtüsünden tutun da mezhep tartışmalarına kadar herkes dini konuşuyor, tartışıyordu. Nerde bir olay olsa faturası bu İslamcı kesime kesiliyordu. İnsanlar yapay kamplara ayrıldı/ayırtıldı: laikler, İslamcılar, ülkücüler, solcular, sağcılar... vs. tarikatçılar da işin cabası... Görünüşte bütün suikastlar, faili meçhuller, gerilimler tek adresi gösteriyordu: İslamcılar…
Sevgili dost,
Dergiler, gazeteler, radyo ve TV’lerde ana gündem hızla yükselen İslamcılar ve tabiî ki; “şeriattı”. Bu rüzgar öyle esti, öyle estirildi ki; iş çığırından çıktı ve balon şiştikçe şişti. Yapay bir gündemle karşı karşıyaydık aslında. Birileri bir oyun oynuyordu, figüranı da İslamcılardı sanki. Lise öğrencisinden, üniversite öğrencisine kadar büyük bir kesimin etki alanında kaldığı bu rüzgar, kontrollü bir şekilde estirildi anlaşılan. Bu serencamın özellikle Üniversite gençliğine yansıması ise daha farklı bir serüvene yol açtı. Şimdilik bu detaya girmeyeceğim. Çünkü amacım geçmişte kalan bir dönemi yargılamak veya tahlil etmek değil. O detayı toplumbilimcilere bırakmakta fayda vardır.
Sevgili Dost,
Lisede delifişek bir tutkuyla koridorlarda volta attığımız serüvenin üzerinden uzun yıllar geçti. Henüz terlememiş bıyıklarımızın heyecanıyla epey esvap eskittik. İki tel sakalımızla dünyaya kafa tuttuk, diş biledik. Ne coğrafyalarda, ne işler kotardık. Sevdamızın sınırsız ülkesinde ne hülyalarla büyüdük. Bazen parmak, bazen keplerimize attığımız çentiklerle ne günlükler doldurduk. Yazdığımız aşk şiirlerinin ise haddi hesabı yok. O aşk, o heyecan, o gelecek tutkusunun tadı hala damağımda. O heyecanla çoğumuz sınıfı çift dikişle geçtik. Yüksek not alanları ise kıskandık, hatta şüphe ettik samimiyetinden. İşte böyle... Ne zaman arabesk şarkılarda arasam maziyi, hep o mırıldanmalara takılır kalırım: “batsın bu dünya...” Sahi, “battı mı bu dünya?” veya “batan neydi, kimdi?”
Aziz dost,
Başımızın bulutlarda gezindiği gençliğimizde doğan çocuklar şimdi üniversite kapılarında. Bizim çocuklarımız ise ilkokul-ortaokul, lise sıralarında... Yinelemekte fayda var; yukarıda ifade ettiklerimle bir dönemi yargılamak niyetinde değilim. Sadece geçmişe dönük yaşadığımız süreci hızlı bir okumaya tabi tutarak günümüze geçiş yapmak arzusundayım. 1980’li yıllardan 2000’li yıllara geldiğimizde durumun pek de farklı olmadığını görüyoruz. Yıl 2007... Ocak ayının ortaları... Ajanslara düşen bomba gibi bir haber: “Hrant Dink öldürüldü.” Henüz hadiseler taze. Tek elden yönlendirilmiş binlerce insanın katıldığı cenaze töreni. Tek tip sloganlar, pankartlar, afişler... Gerisi senin de takip ettiğin gibi. Film yeni baştan gösterimde sanki. Bu sefer gündem Milliyetçilik, Ülkücülük, Ulusalcılık, Küreselcilik, Globalcilik... v.s. Ve akabinde bir tartışmadır başladı milliyetçilikle ilgili. Yine o bildik tartışmalar, manşetler, yürüyüşler... Yöntem birbirine çok benziyor, farklı olan sadece konu ve zaman. Mevzu apaçık ortada. Aynı senaryo farklı isim ve figüranlarla yeniden sahneleniyor. Velhasıl bize içi boşaltılmış iki kavram sunuyorlar: “Ulusalcılık ve Küreselcilik” Her kesim işine geldiği şekliyle bu kavramlara farklı anlamlar yüklüyor. Çoğu sözde aydın ve gazeteciler tarafından gündeme taşınan bu tanımlamaların hiçbirine uymuyor yaşadıklarımız. Suyun üzerindeki köpükten pek farkı yok bu rüzgarın da. Sadece bir süre gündem ve tartışmalar bu iki kavram ekseninde alevleniyor. Aslında daha da alevleneceğe benziyor.
Sevgili dost,
Anlaşılan yeniden ama yeni bir kaos ve kargaşa ortamı oluşturulmak isteniyor. Bu kaos ve karmaşa ise bir yaşam tarzı olarak bize dayatılıyor. Bu hengameyi yeniden yaşayınca yıllar önce bir vesileyle dergi sayfalarına bıraktığım soruyu yeniden kendime sormayı denedim: “Yaşadığımız kaos, ötekilerin kozmosu mu?” Farklı bir alternatif olmadığı sürece maalesef evet demekten başka bir çaremiz yok. Aynı soruyu globalleştirdiğimizde de farklı bir cevap alamıyoruz ne yazık ki. Günümüzde ABD’nin Ortadoğu’da oluşturduğu terör, kendilerini ayakta tutan en büyük dinamik değil mi? Artık Irak’ta her gün yüzlere varan masum insanın ölümü ne kadar da sıradanlaştı. O korkunç patlamalar neredeyse içimizi ürpertmiyor artık. Her sabah evden işe giderken dikkat kesildiğim sabah haberlerinde Iraksız ve ölümsüz bir haber programı hatırlamıyorum şimdiye kadar. Her gün yüzlerce insanın yok olduğu coğrafyamda birileri sözüm ona “dirlik ve düzen” oluşturuyormuş. Ne kadar da sahte değil mi? Ama milyonlarca insanın beyni bu şekilde yıkanmış aziz dostum.
Sevgili Dost,
Öncelikle olayları doğru okumaya ihtiyacımız var. Olaylar doğru okunabilmeli ki; tezgahlanan oyunları bozabilelim. Millet olarak böyle sancılı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kritik bir ara dönemdeyiz. Ülkenin gerçek aydınlarına daha çok ihtiyaç hisseder durumdayız. Özellikle bu kuşağın aydınlarının, entelektüel dönüşümü hızlandırmaları gerekiyor. Öyle ki hüsran bir durumda olan gençlik, tez elden kurtarılmazsa gelecek pek de iyi olmayacağa benziyor. Altını çizmekte fayda görüyorum: İçi kof bir gençlikle karşı karşıyayız. Eğer ciddi bir yön tayini olmazsa, gelecek hüsran dostum.
Öyle ki bir tiyatrodan farklı değil artık yaşadıklarımız. Değil karşımızdakine, kendimize bile artık rol yapar hale geldik. Her birimizin birden fazla yüzü oluştu. Çantamızda maskelerle yola çıkıyoruz her sabah. İş-aş-eş maratonunda maskeleşiyoruz. Bu durum, bizim kuşağın ciddi bir zaafı. Bu ince ayrıntıyı başka bir mektuba bırakarak sormak istiyorum şimdilik: Bunca maske arasında hangi yüz sahih sence?
Sevgili Dost,
Anlaşılan o ki; hızla değişen gündem ve sosyal değişim karşısında bu kuşak da arayışta. Ana yönü belli olmakla birlikte, yine de bu kuşak yönünü arıyor. Çünkü dumanlı atmosferin etkisiyle savrulan bu kuşak, yeniden kendine gelmenin şokunu henüz üzerinden atamadı. O şokun uzun süren etkisiyle olsa gerek, yön arayışı hala sürüyor. Yeni kuşağın da bu yürüyüşe paydaş olması, durumu daha da önemli kılıyor şüphesiz.
Sevgili dost,
Dikkat çekmek istediğim; eski ama eskimeyen yeni senaryonun Ulusalcılık-Küreselcilik girdabında kaybolmamamız gerektiği. Kendimize ve kuşağımıza has objektif bakış açısını kaybetmemek ümidiyle...
Selam ve sağlıcakla kal.
O’na emanet...