Kayıp Kuşağa Mektuplar-8

Kayıp Kuşağa Mektuplar-8

Yusuf Tosun'un yazısı...

Sevgili dost, 

Bahar, rengârenk açan çiçekler eşliğinde konuşlandı bahçemize. Kar, kış, kıyamet derken baharın insanın içini ısıtan güneşine hasret kaldık.  -Gerçi pek kışların da bir tadı kalmadı ya. Neyse… -Nitekim o da gelinliğine bürünmüş bir peri gibi büyüledi her yanımızı. Papatyalar açtı, laleler filizlendi, nevruzlar yeşerdi, ağaçlar çiçek açtı, ekinler  boy attı. Velhasıl; yeniden doğuş gibi tabiat da tüm içtenliğiyle yeni baştan canlanıverdi. İnsanın içine sirayet eden rehavet şeytancığı da bahardan istifade, bütün tembellik tohumunu saçtı ruhumuza. Baharın rehavet kokan yorgunluğuyla gözler buğulanırken, insanın doyumsuz ruhu da başı bulutlarda gezen Leyla’sına vurgun Mecnun gibi bir başka alemde seyrediyor.  Yani;  yeni bir bahar geldi. Hoş geldi, sefalar getirdi.

Sevgili dost,

Metropol şehirlerin göğe yükselen beton yığınları arasında bahar kokusu ne kadar alınabilir ki? Ancak tepeden içimize nüfuz eden o sarı ışıltılar bir haber verebiliyor bahardan. Ya da yol refüjlerine özenle yerleştirilen insanın içini okşayan o laleler… Yani Osmanlı’da bir devre adını veren  o renk cümbüşü çiçekler… Son yıllarda İstanbul’da Nisan ayı başlarında sanki gizli bir el tarafından yol refüjleri ve kenarlarında lale bahçeciklerine rastlanıyor.  En çok da İstanbul’dan başka bir şehre gittiğinizde  bu ince göz ve gönül zevkinin farkına varıyorsunuz. Tabii ki bütün bu çalışmalar planlı bir gönül işçiliği ve ustalığı istiyor. Bu işin mimarı ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi.  Bu iş, uluslararası lale festivaline bile dönüştü. Her neyse…. Amacımız lale festivalini anlatmak değil şüphesiz. Maksadımız bir parça baharın lalelerle birlikte  içimize kök salan rehavetini atıp, kendimize yeniden gelmemizi sağlamaktır.  Aslında bahar, zamana yeni bir başlangıçtır. Tıpkı hayata gözlerini yeni açan çocuk gibi  ağaçlar, çiçekler, böcekler de baharla birlikte hayata yeniden başlarlar. Her yıl gözümüzün önünde seyreden bu tabiat sahnesi bir ibret-i alemdir anlayana. Aslında mahdut bir hayata sahip olan insanın  yaşam prototipine şahit olursunuz bu döngüde.

Sevgili dost,

Biliyorsun, baharın makus talihimizde hüzünlü bir anısı var. Özellikle Mayıs ayında o acı sahneyle yeniden yıkılırım olduğum yerde.  Çocukluk yıllarımdan hatıratımda yer eden o derin iz hala kapanmadı. Kuşağıma ciddi emek ve etkisinin olduğuna inandığım aramızda sesiyle, sözüyle, aksiyonuyla hala yaşamaya devam eden necip kahraman; fikir  hayatımıza yazı ve hitabet kudretiyle yön veren büyük bir mütefekkir; henüz çocuk denecek yaşlarda şiirleriyle dikkat çeken, şiire yeni bir ses ve ahenk getiren büyük şair-sultanü’ş-şuara,  İslam dünyasının yeniden şahlanışı için kendini bu davaya adayan ve Müslümanların kurtuluşu için hal çareleri arayan BÜYÜK DOĞU mimarını anımsarım her Mayıs ayı geldiğinde. Anadolu’nun küçük bir kasabasında gazete sayfalarına göz gezdirirken gözüme ilişen üstadın ölüm haberiyle dağılıp kalmıştım. O dağılmış ve dalgınlığın fotoğrafı hala o ilk tazeliğiyle arşivimde baki. Onun dünyasına ilkokul çağında elime geçen kapağı yırtık, sayfaları solmuş “Çöle İnen Nur” eseriyle girmiştim.  En çok da onun canlı tanıklarının anekdotları içime onun sevgi tohumlarını ekmişti. Üniversiteli yıllarda onunla tanışmış ve ondan feyizlenmiş mühendis bir ağabeyimizin anlattıkları bir masal gibi hafızama yer etmişti. En çok da Marmara’nın engin sularında birlikte yaptıkları sandal toplantıları bilinçaltımda yer etmişti. Kuşağım adına onunla aynı dönemde yaşamamanın talihsizliğini büyük bir boşluk olarak görüyorum. Ölümünün üzerinden on yıllar geçti. Ama o  hala düşünce ve sanatın  ilk göz ağrısı olarak aramızda yaşıyor. Her Mayıs ayı geldiğinde onu yeniden hatırlamanın, eserlerini yeniden okumanın derin acısı içimi parçalar. Onun iz bıraktığı kaldırımlardan yürürken;

“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında,
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa karışan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler külrengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
Bu gece yarısında iki kişi uyanık:
Biri benim, biri de uzayan kaldırımlar”
şeklinde uzayıp giden mısralarına takılıp kalırım.

Sevgili dost,

Söz üstattan açılınca onu biraz daha yakından yad etmekte fayda görüyorum: malum, Necip Fazıl hayatını iki döneme ayırır: ilki doğumundan 1934 yılına kadar geçirdiği otuz yıllık birinci devre ve ikincisi ise  1934’ten vefatına kadar geçen yaklaşık  elli yıllık ikinci dönem. Bu dönüm noktası ise hayatı, sanatı ve aksiyonu üzerinde büyük etkileri olan Seyit Abdulhakim Arvasi Hazretleri ile 1934 yılında tanışmaları ile olmuştur.  Bir şiirinde şöyle ifade ediyor bu dönüm noktasını:
 “tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;
  gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum.”
 Bir vapur yolculuğu onun hayatının dönüm noktası olur. Vapurda karşısına oturup gözünü kendisine dikmiş adamdan bir hayli huylanır ve bir ara dövmeyi bile aklından geçirir. Ancak göz göze geldikleri bir anda bütün buzlar çözülür ve bir koyu sohbet başlar aralarında. Saatlerce konuşur, kaynaşırlar.  Necip Fazıl’ın bir hayli ilgisini çeken ve hayatının en önemli kalıcı değişimine vesile olan bu adam sanki bir görünmez el… En son eline bir adres tutuşturulur Necip Fazıl’ın. Eline tutuşturulan adres Beyoğlu Ağa Camii’nde her cuma sohbetler yapan Abdulhakim Efendi’nin adresidir. Necip Fazıl,  yanında Abidin Dino ile ilk fırsatta ona gider ve onun cazibe alanında kalır. Ve ondan sonrası ise; hayatı, mücadelesi ve eserleri…. Daha sonra bu manevi şahıs ile tanışıklığını, yaşadıklarını, gördüklerini, işittiklerini  ve üzerinde bıraktığı etkiyi  O ve BEN adlı eserinde geniş geniş anlatır. “Tanrıkulundan dinlediklerim” eseri de bu şahs-ı manevinin tesiriyle yazılmıştır. Necip Fazıl, kendi deyimiyle “illet, kıllet, zillet” (hastalık, darlık, horluk) üçgeninden geçmiş, hamken, tam anlamıyla pişmiş bir mutasavvıf olarak çıkmıştır onun dergahından.

Kıymetli dost,

Necip Fazıl’la ilgili bir anekdotla vedalaşmak isityorum. Geçtiğimiz  yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, rahmetli Necip Fazıl’ın doğumunun 100. yıldönümü olması münasebetiyle, perdelerini Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak piyesiyle kapattı. Daha önce sayfalar arasına göllenen göz yaşlarım, bu kez sahneye aktı bu son seyirle. 1930’lardan günümüze değişmeyen bir gündem var dikkatlerden kaçmayan: Medya, patron ve kadın üçgeninde yaratılan suni gündemler... Memleketine, dinine, insanına duyarlı bir yazarın tımarhane ile noktalanan veya noktalandırılmak istenen macerası… ve kendi çıkarları çerçevesinde bir adam yaratmak…Bir Adam Yaratmak, beni kalabalıklar arasında hıçkırtarak doyasıya ağlatan Necip Fazıl’ın bir tiyatro kitabı. Onu okurken ve sahnede seyrederken, Hüsrev’in gözyaşlarına fon oldu adeta hıçkırıklarım. Nasıl ağlanmaz ki bir anneyle oğlunun ızdıraplarına ve acınası halimize. Gecenin karanlığına uzanan yağmurlu gözyaşlarına nasıl ağlanmaz ki? Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratıyor ve akabinde bir toplum haykırıyor sanki.

Sevgili dost,

Yeni Necip Fazıllara şiddetli ihtiyacımızın olduğu bir dönemde yine elimiz boş, gönlümüz yaralı rahmetle onu yad etmek düşüyor bize.
Sağlıcakla kal. O’na emanet…