Kayıp Kuşağa Mektuplar- 9
Yusuf Tosun'un yazısı...
VIII. MEKTUP
İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi
Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
Mutlu aşk yoktur
Hayatı bu silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan
Söyle bunları Hayatım Ve bunca gözyaşı yeter
Mutlu aşk yoktur
Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da
Louis ARAGON
Sevgili Dost,
Affına sığınarak soruyorum; “Sen hiç aşık oldun mu?” Aynı soruyu yıllar önce sana sormayı içimden geçirmiş ancak bir türlü soramamıştım. Utanmış, sıkılmış, ezilmiş, büzülmüş ama sonunda yutkunmuştum. “ÜSTİNSAN” bir tavırla beni aşağılayacağını, haşlayacağını, yadırgayacağını ya da en önemlisi ihraç edeceğini... düşünmüştüm. Oysa yıllar sonra yaşadıklarımızın büyük bir aşk olduğunu ancak keşfedebildim. Çünkü ideallerimiz, aşkın bütün tariflerini kapsıyordu da ondan. Belki de aşklar üstü bir aşk...
Sahi, “Sen hiç aşık oldun mu?” Şöyle iliklerine işlercesine sırıl sıklım... Bir Mecnun, Ferhat, Kerem, Mem... gibi yani. Ya da bir Leyla, Şirin, Aslı, Zin... gibi. Belki de aşk lafını duyunca, yüzün kızarıyordur hemen değil mi? Çünkü hep boynu bükük yürüdün bu şehrin cadde ve sokaklarında. Hep dalgınlığına yürüdün, koştun, slogan attın, tekbir getirdin, haykırdın... Kimi zaman bir derviş, kimi zaman bir militan, kimi zaman bir aydın... oldun farkında olmayarak. Sana ne zaman rastlasam önün ilikli, gömlek yakan kapalı ve bakışların masumdu. İçinde saf bir cevher taşıyordun. Yolda yürürken ayakların birbirine dolanacak gibiydi sanki. Omuzların üzerinde ağır bir yük varcasına sarkık, belin kopuktu sanki. Tebessümün ötesinde güldüğünü de hatırlamıyorum. Hal böyleyken, “aşk neyimize?” değil mi dostum. İçinde taşıdığın büyük umutlar coğrafyama sığmıyordu. Çünkü içinde sürekli yanan bir aşk ateşi vardı. Harlandıkça içimi eriten kocaman bir aşk ateşi...Ancak o alevlerin nereden yükselip nereye vardığını, sen de bilmiyordun benim gibi.
Kah Bosna’da, kah Afganistan’da, kah Filistin’de, kah Eritre’de, Somali’de, İran’daydı yüreğin. Yani yeryüzündeki tüm mazlum ve mustazaflarla… Öyle ki; her geçen an yanıp etrafını aydınlatarak eriyen mum gibi, sen de eridiğinin farkında değildin belki. Yanarak eriyor, eriyerek yok oluyordun. Kendin hariç, aşkınla bütün dünyayı aydınlanıyordu.
Sevgili Dost,
Sana anlatmak istediğim; aslında senin de nereye koştuğunun farkında olamadığın. Kime aşık olduğunu da bilmiyordun. Aşkı yaşıyor ama farkında değildin. Bir mecnundan farkın yoktu doğrusu. Bu nedenle, “hiçbir zaman aşık olamadın” belki de. O nedenledir ki ne ben; “sen hiç aşık oldun mu?” sorusunu sorabildim, ne de sen cevaplayabildin. Çünkü literatürümüzde her şey bakışlarla ifade ediliyordu. Bir bakış ve bir göz kırpış, ardından acı ıslığın tonu....
Aziz Dost,
Hani adı konulamayan bazı hezimetlerin sonunun, sigara eşliğinde içine bastırdığın anları olur ya, sanırım öyle günlerdi. Yelkenler suya inmiş vaziyette, yorgun bir savaşçının esir düşmüş halini soluyordu her taraf. Kulağım ve dikkatim üzerindeydi. Çünkü gölgemden bir parça taşıyordu her attığın adım. Hafif bir ıslık eşliğinde “arkadaşımın aşkısın” şarkısını söylüyordun çaktırmadan. Ben kulaklarıma inanamamış, sen ise sesini usulce yükselten solist gibi devam etmiştin hiç çekinmeden. Sararmış, kızarmış, utanmış sıkılmıştım anlaşılan. Şarkı, türkü dinlemenin bile yasaklandığı bir düşünce deryasında, bir sanatçı gibi gürlüyordun. Sanki bam teli kopmuştu. İşte o gün anladım ki; yıllardır içinde gizlediğin o “ben”, sen değilmişsin. Yaşadığın aşkı özümsemeden taklit etmişsin. Aşık olmamış, aşık olur gibi olmuşsun. Sadece aşk rolü yapmışsın, ama onu da tam olarak becerememişsin. Sen beni, ben de seni yaşamışım. Ama ikimiz de kendimizi değil, başkasını yaşamışız. Oysa, “bu duygular benim değil, bu hisler benim değil, bu düşünceler bana ait değil” diyorsun şimdilerde. Ne bu gömlek benim, ne de bu cübbe, ceket, çorap, takunya... diyorsun. Bu benim aşkım değil. Ben bu kızı sevmedim, sevemedim diyorsun. Sahi ne oldu sana?
Aziz Dost,
Hiçbir zaman “sen hiç aşık oldun mu?” sorusunu sormayacağım sana. Aynı kıza aşık olup olmadığımızı da... Aynı gömleği giyip çıkardığımızı da... Şimdilerde, bilmem sana sadece mektup yazarak ulaşmaya çalıştığımın farkında mısın? Sen ise benim gibi hala “Muş’un o hoş havasında” çırpınışlardasın. Hala o rüyanın şokuyla sersem bir vaziyette... Acaba sersemliğine sersemlik mi katmaya çalışıyorum, bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki; yaşadığımız ne bir rüya, ne de bir hayal? Sadece uzun bir zaman tünelinde yaşanan hoş anılar... Ya da zamanın boşluğuna kalın çizgilerle kazınan yüksek sesli ünlemler!.... Nasıl tarif edersen et, birlikte yaşadığımız o mahalle çocukluğunun esrik tadı hala damağımda. Öyleyse, Ashab-ı Kehf Mağarası’nda uyanmanın vakti gelmiştir Sevgili Dost. Uyan ve kendine gel. Yeniden silkin ve yola koyul.
Sevgili Dost.
Unutma ki; uzun bir maratondasın ve maratonu başarıyla tamamlamak için yürümek değil, koşmak gerekmektedir artık. İçindeki sahte aşklardan arınarak gerçek aşka yönelmenin vakti gelmiştir.
Kendine dön, aşkına yönel ve Rabbine şükret!...
Vesselam...