M. Nuri BİNGÖL
Kelebekler yalnız uçar ama...
Gözümde nümâyan olan, bir kelebekti.
Sahrayı boydan boya arşınlarken narin kanatçığıyla, daha bir alımlıydı biçare.
Birazdan olacakları bilemiyordu; tek ü tenha kalacağını zulmet karşısında.
Nereden mi belliydi “naçar”lığı?..
Belki de sana-bana öyle geliyordur. Ona sorsan, belki de tesbihteydi.
“Sorsan’ı ziyade.”
Ondan başka yaptığı iş mi vardı halbuki? İşin ezelden beri süren hakikatiydi.
“Elbet.”
Karanlıktı bastıran, perde perde solan sema, nihayetinde siyahta karar kıldı.
Ay doğacak diye çok bekledik; çok emekledik...
Ruhlarımız beklemekten de sıkıldı...
“Emeklemekten de...”
“Hafız Ali”ler hasretindeydi onun, hakiki Süleymanlar da, Sabri’ler de... – Senai’nin kulakları çınlasın- Muhafız Ali’ler davetlere âmade.
“Henien leküm” sayhasıyla dolmak için... “Kabrinizden” ağan şükre muhatap olmak için...
Ovadaki siyahlığı delen, ayın on dördünden önce o bembeyaz, görülmemiş, hayretlerdeki fosfor kanatlı “ tek ü tenha” kelebekcik.
Rengarenk de değil, kanatları nakışlı, alımlı; kanatlarının ve aklığının dışında hiç bir “yardımcı kuvveti” yok; en başta da Sahibi’nden.
Ovanın de, sahranın da, turkuaz ve çimen yeşili halitası çarşafıyla “göl”ün sularının da, “derun”unun da, kanatlarının da, kuvvetinin de Sahib-i Hakiki’sinin!
Rengarenk de değil, belli mekânları da işaretlemiyor gönlü; benekli olmadığı gibi, desenli de değil; arı,duru, bembeyaz, ak...
O “zulmet” içre nereden bakılacak?
Hani gece karanlığında vapur ışıkları vurur ya durgun ya da heyecanlı su kütlesine?..
Yakamozlana oynaya Üsküdar sahilinden, Yuşa Tepesi’ne selamlar sarkıtır ya gönülden ülkesine?
Balıkçıkların ikindi serinliğinde atılırken hava iklimine; dairelrer çizerler ya dalga dalga, “Saklı Cennet” denilen göl kıyılarına?..
Onlar gibi pırıltılı, onlar misali birer “berk”.
Belki de hepsine birden benzer. Kelebekcik bütün siyah sahrayı boydan boya gezer, keser.
İz bırakmalıdır ki “nesl-i âti”ye, “nesl-i cedide”, onların sembol kişiliklerinin “mümessili”ne, o ufacık, o gösterişsiz, o kayıp, o gizli “mezarından bakıp şükr”edebilsin!
Yalnızdır o an, ıssız adamdır belki... Çırptıkça apak kanatlarını dua niyetiyle, “ ders arkadaşlarının” , an an çoğalmasını niyazdadır dudakları. Koca çınarın başında da, Çamdağında da, Emirdağ’ın kırlarında da, Cennet Bahçesi’nde de.” Bahem” tılsımıyla sabır çilesinde.
“Sırdaşları”nın... Hulusi misal!
“Çünki yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada sizinle yedi-sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul'da burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmi, insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmet; yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakıyeti gösteren manevî kuvvet, sizlerdeki ihlastan geldiğine kat'iyyen şübhem kalmadı. Hem itiraf ediyorum ki: Samimî ihlasınızla, şan ü şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyadan beni bir derece kurtardınız.” ( Lemalar, 162)
Kelebeklerin “haddinden ziyade” çok kanatlanması için “halislik imtihanı”ndan yüz akı ile çıkmak mı gerekiyor?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.