KENDİ İKLİMİMİZ
Emre Sessiz'in yazısı...
“Her halk kendi ikliminin lisanını söyler.”
Y.K.B.
Her iklimin, özgün meyveleri olduğu gibi her ilim ve mesleğin de kendisine mahsus bir dili vardır. İlim erbabı, o dille anlaşır, o dille “kendi”sini “başka”sına üstün kılar, o dille kalbinin derinliklerindeki en derin sırları bir ayna gibi açığa vurur. Bununla beraber dil aynası, ışık insanları hep bekler. Çünkü ayna, karanlıkta sırrını ifşâ edemez. Dil de kendisini kullanacak kalp ve akıldan bir şeyler (bir ışık) bekler. Çünkü dil, kuvvetini zayıfın elinde gösteremez. O dille “geçmiş- şimdi-gelecek”/ “mâzî-hâl-istikbâl” yekpâre bir zaman olur. O dille çizmeler altındaki memleket, cennet-mekân olur. O dille “bazen” bahr-ı umman gibi manalar bir satırla ifade edilir. Öyleyse o dil (edebiyatımızın kendi iklimimde kullanılmış ve kullanılan kelimeler) olmadan, olsa da anlaşılmadan “mâzî” de anlaşılmaz “istikbâl” de.
Gömülür karanlıklara mâzîmiz, istikbâl kandilinin söndüğü yerde.
Sömürülür istikbâlimiz, mâzîmiz ulaşmazsa ferde.
Hâlihazırda kullandığımız dilin iyi anlaşılması gerekmektedir. Çünkü “hâl” denilen şimdiki zamanda, “hâl” anlaşılmazsa ne “mâzî”den istifâde edilir ne de “istikbâl”e tayerân edilir. O halde kendi lisanımız, bizim için ağzımızdaki et parçasından ibâret bir organ değildir.
Edebiyatımızın da kendisine mahsus bir dili vardır. Fakat onu kullanacak dil müceddidleri ne yazık ki azdır. Zaten müceddid, her asırda bir gelir. Bizler de o müceddidin elinde konuşan kalem oluruz. Bir Fuzûlî, bir Bâkî, bir Şeyh Gâlip dil müceddidi değildir de nedir? Bir Bedîüzzaman, bir Âkif, bir Yahya Kemal dil müceddidi değilse nedir? Bununla beraber bir de dil muharripleri vardır; onlar da ağyârın iklimine alışan; maalesef (bilmeyerek) deccâliyete çalışan kalemlerdir; şuursuz “kalemlerimiz”, şuurlu “eller”e hizmet ediyor!
Bir “millet” için dili neyse edebiyatı da odur. Milletler, kendi edebiyatlarının sağlamlılığı nispetinde diğer kültürlere “Sen dur, sen geç.” diyebilir. Bu sözü fiilen söylemek, yazıyla söylemek gibi değildir. Hayata bakış açısıyla ilgili bir mevzûdur. Yani yazdıklarından kendi iklimimizin kokusunu aldığımız bir yazar, “bilinçli”dir. Eğer burnumuza başka(on beş asırlık “kendi rönesansımız”dan uzak) medeniyetlerin kokusu(lisanda,fikirde, hislerde…) geliyorsa, ötelerden geleni de kendi potamızda eritemiyorsa, üzülerek söylüyorum ki bu kişi, kendi ikliminin dışında kalmış, kendi edebiyatının rotasına girememiş, bilinçli hareket eden muharriplere âlet olmuş, çok bilgili gibi görünen bilinçsiz bir zavallıdır. Ağyâra yâr olmuş, kendi diyârına garîb durmuş, kendi ikliminin bahârı solmuş, aydın geçinen karanlık kafalara “hakaret” değil, hakîkî aydınlardan(münevverlerden) “lisan-ı hâl ve kitâbet ile bir ders” vermeleri bu necîp millet nâmına talep edilmektedir. Artık biz, sadece karanlıktan söz edenleri değil, kalkıp bir ışık yakanları da görmek istiyoruz.
Bir “millet” için dili neyse edebiyatı da odur. “Millet” ise ırkımız değil, ruhumuzdur. Değerleri ona göre değerlendirmeliyiz. Yoksa yanlış cetveli kullanmış oluruz ki bu da bizi kalbî, fikrî, hissî uçurumlara götürür. Şimdi biz özelde kendi edebiyatımız ile ilgili meseleler üzerinde duracağız. Ama diğer milletlerin edebiyatlarına da bir misal sunacağız. Çünkü ruhun ırkı olmaz.
Eskiden söze, “Önce söz vardı.” diyenin adıyla başlanırdı. Eskiden eskiyi hatırlatana “hamd” vardı. Eskiden söz sultanına “selam”la sözler ruhlandırılırdı. Bu ruhla, velev ki sözler bitse bile mana bitmezdi; insan uçsuz bucaksız bir seyâhâte, mâverâsını, aslını, ruhunun ruhunu bulmaya koşardı. Çünkü bu ruh, çağlayanlar misali engin denizleri bulmak için coşardı; kelimelerin içinde cennet, cehennem yaşardı. “Besmele”, “Hamdele” için söylenmiş gibiydi. “Hamdele” de “Besmele” içindi sanki. “Salvele” ise şu iki nuru(besmele-hamdele’yi) getiren zat’a(a.s.m.) gönderilen şefâat mektubunun içindeki yazıydı. Mektup ise bizdik, dilimizdi, kalbimizdi, kalemimizdi. Bu ruh, bu dil, bu kalp, bu kalem, “kale”mizdi. Surlarımız ne yazık ki içten delindi. Zira “Kurt gövdenin içine girdi.” Artık kitaplarımızdan bu nurlu sözler kalktı. Çünkü düşüncelerimizde bu nurlara yer kalmadı. Çünkü fikir dünyamız bir kısım aydınların karanlık fikirleriyle doldu. “Başkaları ne der sonra?” korkusu, kendi iklimimizin aşkına galip geldi. Bu yersiz vehimler, bizi ötelere itti; bu korku bizi “biz”e yabancı, “ğayr”a esîr etti. Çünkü biz, kendi kalbimize, kendi iklimimizi ev sahibi edemedik; misafir ettik; sonra da “Defol!” dedik. Çünkü biz, kendi iklimimizden ırak kaldık. Çünkü biz, kendi değerlerimizi üss’ül-esâs yapamadık. Ama tadilât gibi görünen(gösterilen) bu tahrîbât, kendi kendine olmadı; birileri tarafından yapıldı. Yıllarca bizim insanımız kendi değerlerinden kaçırıldı, bir vahşiden kaçırılır gibi hem de. Yıllarca garip yaşadı, bu memleketin kalemşörleri, kendi kültürlerine, kendi iklimlerine. Yıllarca bekleyip durduk, belkemiğimizi baltalamaya çalışan elleri birileri görsün, göstersin, bilsin, bildirsin diye. Yıllarca, ama yıllarca karanlıktan söz edenleri bile bulamadık. Bulamadık ki kalkıp bir ışık da biz yakalım. Ne inkâr edelim yüzlerce mana dalgıcı varmış; ama bizlere gizlediler o gavvâsları; Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Ziya Nur, Necip Fâzıl, Ali Ulvi Kurucu gibi yerdeyken arş ile haberleşen yıldızları. Gizlediler bizden Hilmi Ziya Ülken, Eşref Edip, Süreyyâ Serdengeçti gibi serden geçen kalemleri; “serâ”dayken “süreyyâ”yı gözleyenleri. Bize, protez gibi duran ağyârın iklimini sundular, hem de altın eldivenlerle süsleyerek püsleyerek. Tervîç ettiler o kömürleri; hafâ turâbına sakladılar elmastan iklimimizi. Kendi iklimimiz, özürlü müydü sâhiden? Yok, yok özürlü görenler, özürlüydü. Peki özürlerini tarih kabul etti mi? Merak ediyorum, yerin altındakilerin yerlerini. Şimdi sesler geliyor, doğudan ve batıdan. Beklenen “nesl-i cedîd”(Âsım’ın nesli) sesleniyor, yerin üstünden yerin altındakilere(yerin üstündekiler de işitsin diye): “Hayır, hayır! BİZ’i BİZ’e yabancı kılanı ne tarih affeder ne de biz affedeceğiz!”
“Mâzî”miz ise, tam tersi bir tarihti. Öğrenilenlerin(öğretilenlerin) tam tersi bir tarih, önümüzde arz-ı endâm ediyordu. Secdeye başını mıhlamış her kalem, edebiyatımızın göğe yükselen alemiydi. Şimdi o alem kırıldı. “Harâbât” sahibi muharripler de bu edebiyatın ismini “Yeni Edebiyat” koydu. Ne de olsa kendi doğurdukları çocuğa yine kendileri, bir isim bulmalıydı. Sonra yeni edebiyat, “Kadîm” edebiyata, “Eski Edebiyat” dedi; fakat “Kadîm” nedir bilmedi; bilmek de istemedi, bildirmeyi de. Hatta “yeni”, “cedîd”i bile unuttu ve unutturdu. Sonunda Tanpınar’ın ifadesiyle Avrupaî “krizle başlayan edebiyat”, yeni edipleri narkozladı, uyuttu. Çünkü büyük feverânlar duyuluyordu. Bu şırıngayı, sessiz sedasız sokmak gerekiyordu. Ve maalesef öyle de oldu.
Kendi “hars”ımızın konuşan dili olan her kalem, edebiyatımızın mızrabıydı. Şimdi o mızrap da kırıldı. Ah kırık mızrabım! Seni biz kırdık, sen kendi kendine kırılmadın. Ah kırık alemim! Seni biz yıktık, seni biz kırdık. Tüfek çıktı diye mızrabı attık; ama kendimizi yaraladık. Çünkü biz, bizi yani kendimizi attık; kendi iklimimizi değiştirmeye kalktık. Olmadı, suni iklimler tutmadı. Fıtrat, fıtrî olmayanı reddetti, attı. Tutmadı suni edebiyat..! Tutmadı arzî edebiyat..! Tutmadı edepten mahrum, iklimi gabî edebiyat, tutmadı. Bunun yegâne sebebi şuydu: Her ne kadar “yeni edebiyat” koklamak istemese de, edebiyatımız buram buram din kokuyordu. Yeni edebiyat, hiç durmadan, yorulmadan Avrupa’nın her pisliğini “merak”ıyla yoklamak istese de kendi iklimimiz, arzî edibi kudsî kaynakların câzibesiyle koruyor, ruhuna ruh üflüyordu. Öyle ki edebiyatımızdan dini(İslamiyet) çıkardığımızda bu edebiyat gibi tüm büyük edebiyatlar(Yunan, Fars, Arap edebiyatları gibi) da çöker; o kadar edebiyat, dinle iç içedir. Evet, “Bu Böyledir!”
Edebiyatımız, gücünü gökler ötesi âlemden alan semavî edipleri intizar ediyor. Ne zaman gelir o beklenen altın nesil, bilmiyoruz; ama biz, “kendi iklimimiz”i yaşayacak bir neslin inşasında çalışan bir “hademe” misali, o “efendiler”i yazarak bekliyoruz.