Habibi Nacar YILMAZ
Kendi kitabının talebesi olmak
Seksenli yılların hemen başıydı. Trabzon'dan Rize'ye bir okuma programı için bir grup arkadaşla yola çıktık. Yarım otobüs olan arabamızda bir kişilik boş yer olunca, yolda bekleyen ve tanımadığımız Rizeli bir arkadaşı da arabamıza aldık. Yanıma oturan bu arkadaşa, fırsattan istifade aklımda kaldığı kadarıyla Küçük Sözlerden ders yapmaya başladım.
Risaleleri iyice okuyup istifade yoluna değil de eften püften meseleleri, yalan yanlış duyumları bahane ederek nurlara ve sıkı okuyucularına hücum eden bazı hocalara inat, şimdi rahmet-i Rahman'a kavuşmuş bir hocamızın biraz da sitemle "Bu hakikatleri saklamak için gayret mi gösterdiniz, bunlardan nasıl şimdiye kadar haberimiz olmamış?" sitemi ile birlikte "Birinci Sözü okumayan besmeleyi anlayamaz" tespitiyle hakkını verdiği bu sözü, birlikte mütalaa ettik.
Biz derse devam ederken arkadaş biraz heyecanlandı ve hemen arkasında oturduğumuz şoförden "Kaptan biraz durur musunuz, bu abiyi dinleyelim" ricasında bulundu. Zaten şoför de dinliyordu ve hem dinleyelim hem devam edelim diyerek yola devam ettik. Arkadaşın heyecanlanması, anlatılanların cazibesi ve hayatın içinden olması, verilen örneklerin tam yerine oturmasındandı. Zira özellikle Birinci Söz bir hayat, tabiat, insan, ibadet okumasaydı. Sana hem günlük hayatta bakıp da göremediğin mânaları gösteriyor hem de insana yaratılış gayesinin özünü, esasını kavratarak bütün bir hayatın verimlilik yolunu gösteriyordu.
Bir saate yakın ders özetimizden sonra, benden yaşça da büyük bu genç arkadaş, hürmetinden olacak ki bana abi diye hitap ederek "Abi siz bu hakikatleri bütün ülkeyi gezerek anlatsanız olmaz mı?" diye sormuştu. O zaman aklıma hemen İhlas Lemasındaki "Hakikî, samimi ittifakta her bir fert sair kardeşlerinin gözüyle de bakabilir, kulaklarıyla da işitebilir" kısmı geldi. Ve buraya "Ağzıyla da konuşabilir" ilave ederek, "Kardeş, ben bütün Türkiye'yi geziyor ve konuşmalar yapıyorum" dedim.
Biri, ona belki yüzlere çıkaran ve günâh ciheti ile ölse de sevap cihetiyle hayatını idâme ettiren bu ihlas düsturuna bakar mısın? Böyle bir keyfiyet almanın tek şartı "hakikî, samimî ittifak" sadece. Böyle bir sırra mazhar olmak için, ağzımızı tenkide, gözümüzü kusura, kulağımızı gıybet ve dedikoduya kapalı tutmalıyız cidden.
Buna ciddi şekilde sevinen misafir kardeş, "Abi senin kaç cilt kitabın var?" diye sormasın mı? Kaç kitap yazdın mânasında soruyordu bunu. İş ciddiye binmişti. Bu sefer de aklıma kardeş, talebe ve dostun şartlarının sayıldığı 26.Nektubun 10. Meselesi geldi. Üstad, talebenin şartı olarak "Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın." buyuruyordu. Risale-i Nur'a kendi malın ve yazdığın eser olarak bakma izni veriyordu Üstad. Ona göre Nurlar benim telifim sayılırdı. Onun için kardeşimize, 14 kitabım var demiştim. O da "Bu kadar feyizli ve bereketli ilim, bu kadar kitabı da yazar" mukabelesinde bulunmuştu. Bizim belki alışkanlıktan olacak, biraz sıradan gördüğümüz Birinci Söz merkezli ders, bir başkasında tarifi zor feyiz ve istifadeye sebep olmuştu.
Daha sonra bulunduğu köyü beş senedir bir tarikat şeyhine taşıdığını, buna öncülük ettiğini ifade eden bu gayretli arkadaşımız bu beş senede, bu bir saatteki istifade ve feyzi alamadım demişti. Demek akla girmeyen, aklı ikna etmeyen, ilme mesafeli, sadece bir takım ritüellere bakıp ve hüsnü zanda kalan telkin ve hizmetlerden çok; ispat ve izaha, ikna ve izana yönelmek gerekiyor. Bunu anlamıştım.
Fakat daha da önemlisi, hayatının en mühim gayesi olarak bu iman hakikatlerinin başta kendimiz, muhtaçlara ulaştırmak olarak gören bizler, kendi telifimiz olarak gördüğümüz bu eserlerin neresinde ne var, ne anlatılıyor lâyıkınca okuyup hazmedebildik mi? Ya da hazmetme, yaşama, yaşatma, ulaştırma yolunda ne kadar gayretliyiz? Yeni yol ve tarz olarak ne bulduk, ne denedik? Şefkat ve gayret ateşimiz ne kadar? Hani savcı "Said Nursi bitmeyen enerjisi ile" diye bir tespitte bulunuyor ya. Bizim enerjimizi bitiren arızalar, üstadın önündeki engellerden daha mı fazla? Kim bilir hangi basit hissiyatımız, nefsimizin fısıltısı, munis bahaneler, kalbimizde maraza, aklımızda kilide, ayaklarımızda kemende sebep oluyor?
Biraz daha önemlisi, aynı hakikatleri talimde Said Nursi gibi bir allâme ile aynı medresede, "Ben size karşı kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim. Belki ders arkadaşıyım." beyanında buyurduğu gibi, bir ders arkadaşı olmak; kemiyeten belki bir, fakat "fevkâlâde sadakat, sebat ve müfritane irtibat ve ihlasta terakki ederek" keyfiyeten binleri geçebilmektir.
Düşünüyorum da kendi kitabının talebesi, mütalaacısı olmak, kendi talebeler ile aynı halkada belki de halkanın en gerisinde tam bir istiğna ile kendini himmet ve duaya en muhtaç görmek, ne kadar içten ve samimi bir vaziyet ve örnek bir hâldir. Belki de Asr-ı Saadetten sonra, böyle bir orijinal keyfiyet son yüzyılın sayfasında kandil olarak asılı duruyor.
Evet dostlar, nasıl peygamberler seçilmiş insanlardır. Aynen bunun gibi peygamberlerin hizmeti olan "gayet ağır ve büyük ve umumî ve kutsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye" asırlarda omuzuna kullanan insanlar da bu hizmet için seçilmiş ve belki bu hizmete lâyık görülmüş insanlardır. Bu hizmetin yüksek kulesinden düşmemek için azâmî bir dikkat ve gayret gerekmez mi?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.