Kendisiyle Hiçbir Zaman Barışmayan Bir Yazar: Peride Celal

Kendisiyle Hiçbir Zaman Barışmayan Bir Yazar: Peride Celal

Şahin DOĞAN'ın yazısı...


                   I.
2002 üniversite yılları. Vıcık vıcık ızdırap... ‘Müthiş bir yalnızlık duygusu...’ Tatlı bir vehim... Aldatıcı ve ayartıcı bir melankoli... Bir 'rüyada taaşşuk...' Müpheme ve bilinmeye karşı duyulan esrarlı özlem... Ve kitaplar dünyası... Reel dünyadan kaçıp onların teskin edici daha doğrusu avutucu alemine sığınış... Tabiat kıyıcı, insan kıyıcı, toplum kıyıcı... Kitaplar daha dost, daha munis, daha dürüst... Dostları roman kahramanları ve şairler... Onlarla konuşur, onlarla hemhal olur, onlarla hemdem olur, onlarla hemdert olur... Her kitap masal dünyasından çıkıp ona misafir olmuş gibi sevimli ve ürperti verici... Aradığını kitaplarda bulabilmiş miydi? Belki evet belki hayır...
 
II.                                                                                                                      
Selim İleri’nin: ‘Ölçülü, uzak, hatta mütehakkimdi. Ne var ki gözlerinden sevecenlik okunuyordu. Diyebilirim ki, çevremdeki kişilere, artık aralarına katılmış olduğum öteki edebiyat insanlarına benzemiyordu. Davranışlarından beysoyluca bir tutum algılıyordunuz’ şeklinde tarif ettiği Peride Celal’i bizim camiada okuyan var mı? Daha doğrusu tanıyan. Tam doksan yedi yıl. Bir asır yani. Koca bir yüzyıl. Bu bir asırlık ömrün mahsulü: 23 kitap: Roman, öykü, deneme, anı…
 
Bazı kitapları: Sönen Alev (1938), Yaz Yağmuru (1940), Ana Kız (1941),Kızıl Vazo (1941) Ben Vurmadım (1941) Atmaca (1944) Aşkın Doğuşu (1944) Kırkıncı Tepe (1945) Dar Yol (1949) Üç Kadının Romanı (1954) Kırkıncı Oda (1958) Gecenin Ucundaki Işık (1963) Evli Bir Kadının Günlüğünden (1971) Üç Yirmidört Saat (1977 Bir Hanım Efendinin Ölümü (1981). Bazı ödülleri: Sedat Simavi Edebiyat Ödülü (1977), Orhan Kemal Roman Armağanı (1991)…
 
III.
Peride Celal, edebi kıymet bakımından nerede durur? Bir Halide Edip, bir Samiha Ayverdi, bir Safiye Erol… Bunlar ‘Dar Yol’ yazarına nispetle daha mazi kokulu, daha revnak, daha ağırbaşlı, daha geleneksel bir çizgi üzerinde dururlar. Bilinçaltının çığlığı daha az yankılanır. Örtük bir muhafazakarlık onlarınki.  Nazan Bekiroğlu ve Elif Şafak’ta olduğu gibi. O, daha çok Kerime Nadir, Muazzez Tahsin gibi kalemlerin takip ettikleri yörüngede döner, durur. Daha hercai, daha havai, daha arabesk, daha serbest, daha az ciddi. İnci Aral ve Ayşe Kulin’de olduğu gibi…
 
Ölümünden sonra edebiyat dünyasına bakıyorum manalı bir sessizlik hakim. Soldan veya sağdan olsun fark etmez, herhangi bir anma yazısına rastlamadım. Selim İleri’nin, nazikane yazısı dışında. Sağı anlıyorum da sol neden bu kadar ilgisiz, bu kadar vurdumduymaz? ‘Sükuta kurban gitmek’ bu olsa gerek. Aslında fazla  şaşmamalı. Zira Sol’un kendi fikir babası Kerim Sadi’ye yaptığı acıklı muamele hafızalarda hala canlı. Demek şöhretler bile izafi. Bize göre. Asırlık bir edebiyat çınarı devriliyor, edebiyat dünyasının gözde kalemlerinden çıt yok. Sanki hiç yaşamamış gibi, hiç yaratmamış gibi. Ne tuhaf değil mi? Bir edebiyat yıldızının kayması ile bir ayakkabı boyacısının ölmesi arasında fark yok gibi.
 
Bir zamanlar bir ‘edebiyat cumhuriyeti' vardı bu ülkede. Bizim ülkemizde. Güzel bir mısra aradaki buzları eritmeye yeterdi.  ‘Sanat ayırmaz, aksine birleştirir’ diyor, saygın bir romancımız. Bu ülkede edebiyat ve sanat bile birleştiremedi bizi, ayırdı birbirimizden. Sanatın kucaklayıcı kolları dahi yetmedi insanımıza. Hep ayrı kaldık, hep gayrı kaldık. Necip Fazıl’ı okuyan Nazım Hikmet’i okumadı asla, Nazım Hikmet’i okuyan Necip Fazıl’ı okumadı asla. Tarık Buğra’yı okuyan Orhan Kemal’i okumadı asla. Orhan Kemal’i okuyan Tarık Buğra’yı okumadı asla. Böylesine gerildik. Böylesine kutuplaştık. Böylesine düşman kesildik,  birbirimize.
 
IV.                                                                                                 
‘Geçmişe baktığım zaman... Hele ilk gençlik... Bir kere geçmişte o kadar sıkıntı çektim ki ben, yokluk, yalnızlık, maddî sıkıntılar... Karamsar bir çocuktum. Sanki herkesin üzerinde bir yüktüm. Üvey babam elbette değerli, çok iyi bir insandı. Annem olsun, üvey babam olsun, çok uğraştılar. Ama babasızlığın verdiği müthiş bir yalnızlık vardı… Ben hiçbir zaman kendimle barışmadım. Hala barışmadım. Hayatla barışmadım.’ (Bir Mülakatından)
 
Ne samimi itiraflar değil mi? Kaçımız, bırakın başkalarını, kendimize karşı bu kadar dürüst olabiliyoruz?  Zaten sanat demek, bir kelimeyle, itiraf etmeyi öğrenmek değil mi? Ve acıyı.  Yalnızlığı.
 
V.                                                                                                
‘Yaz Yağmuru’ yazarı ile üniversite yıllarında tanıştım. Hazzetmedik birbirimizden. Isınamadık. Onun için uzun sürmedi mülakatımız. Gülümsedi ve kayboldu aniden. Sudaki akis gibi. Çoğu kadın yazar gibi sarmadı ruhumu.  Ayrı dünyaların insanıydık. Ayrı rüyaların. Ayrı özlemlerin. Aramızda aşılması epey zor dağlar vardı, uçurumlar vardı, hisarlar vardı. Ama nedense ilişki tamamen kopmadı, daha derinlerde bir yerde seyran etti. Belki de yazarın taşıdığı o ‘müthiş yalnızlık duygusu’ izin vermedi, bu ilişkinin tamamen bitmesine.
 
 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum