Metin KARABAŞOĞLU
‘Köktendinci’ ve ‘radikal’in serüveni
Bediüzzaman Said Nursî’nin Eski Said’den Yeni Said’e geçiş sürecinde yazdığı hacimce küçük ama hakikatça büyük ve derin risalelerinden biri olarak Sünuhat’ında manidar bir tesbiti vardır. Âlemler Rabbinin dosdoğru yolunda sapmadan yürümek isteyen her ahir zaman mü’mini için bir işaret taşı niteliğinde bir sözdür bu.
“Şu zamanın medenî engizisyonu” der Bediüzzaman, “müthiş bir vesile ile, bazı ezhanı telkih ile, bir kısım nâmeşru evladını vücuda getirip, İslâmiyete karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laubaliliğe veya hıristiyanlığa temayüle veya İslâmiyetten şüphe ile, soğutmaya bir kapı açmak ister.”
Bu cümlenin daha en başında, dünyanın her tarafındaki modernite-merkezli tarih algısı dahilinde muhakkak zihinlere kazınmış olan bir gerçeği altüst eden bir ifade bizi karşılar: ‘şu zamanın medenî engizisyonu.’
Demek, ‘engizisyonu kaldırmakla’ övünen modern zamanlar, gerçekte, bir görünmez engizisyonun mucididir. Muharref bir dini kendi çıkar ve iktidar hesaplarının âletine dönüştürenlerin engizisyonu kalkmış; ama bu defa Aydınlanma felsefesini din belleyip Auguste Comte’un telif ettiği ‘Pozitivizm İlmihali’ni rehber bellemiş yeni bir ‘engizisyon’ belirmiştir. Bu engizisyonun evvelkinden bir farkı, ilkinin zorla insanlara bir fikri veya itikadı dayatmaya kalkışması dolayısıyla dillere hakim olsa da zihinlerin derinliklerine ve kalblere hakim olamamasına mukabil, bu yeni ‘medenî engizisyon’un insanlar farkına varmadan zihinlerini ‘telkih’ etmesi, zihinlerin ve kalblerin bu medenî engizisyonun kendi iç dünyalarında vücuda getirdiği ‘bir kısım nâmeşru evladın’ farkında olmadan yoluna devam etmesidir.
Nitekim, dünyanın her tarafında ve bu topraklarda nefsine köle olmuş ama kendisini özgürlük timsali gören, kula kul olmuş ama kendisini özgürlük savaşçısı bilen, şeytanın şuursuz hizmetkârı haline gelmiş ama kendisini hakikat eri bilen, uykunun en kalın tabakasında ama kendisini insanlığın en uyanık kesimi zanneden, karanlığın en koyu tabakasına düşüp yerleşmiş ama insanlığa ‘aydınlanma yolu’nu öğrettiğine iman eden insanlara çokça rastlanıyorsa, işte bu sebeptendir. Niceleri, ‘şu zamanın medenî engizisyonu’nu papağan gibi tekrarlarken, kendisini keşfi herkese nasip olmaz bir hakikatin mübelliği gibi görmekte; niceleri, kendisi boğazına kadar çamura batmış iken ayakparmağına bile çamur bulaşmamış sözümona ‘kurtarmak’ için gayret sarfetmektedir.
Bu kadar girizgâhtan sonra söze gelirsek; ilgili bahsin devamında Bediüzzaman, modern engizisyonunun zihinleri aşılayıp kendi ‘piç’lerini yerleştirmek için kullandığı ‘müthiş bir vesile’yi ise, ‘terakki’ fikri, yani ilerleme ve kalkınma zihniyeti olarak işaretler. Tam da burada, ‘Batı’yı ‘dünya’yla, ‘Batılı’yı ‘insanlık’la özdeşleştiren bir ben-merkezci anlayış devreye girer; ve Batılı tecrübe bütün dünya için ‘ilerleme’nin olmazsa olmazı olarak kendisini dayatır.
Batının ilerlemesi ve bütün dünyanın gözünde bir ‘uygarlık’ modeline dönüşmesi, dininden uzaklaşması ile olmuştur; o halde başka milletler de dinlerinden uzaklaşmalıdır ki ilerleyebilsin. Batının ilerlemesi aklın putlaştırılması ile olmuştur; o halde başka milletler de dinin yerine aklı koysun. Batının ilerlemesi aklın da ‘metafizik’ten ziyade ‘fizik’e odaklanması ile olmuştur; o halde başka milletler de zihni ‘madde’ye odaklamalıdır ki ileri bir ulus olsun.
Bakarsak, insanlık tarihinin son iki yüzyılında, Batı tecrübesini insanlığın yürümesi gereken yol ve ‘tarihin sonu’ olarak gören nice ‘kurtarıcılar,’ zihinlerini şu modern engizisyonun kölesi kılarak edindikleri bu anlayışla kendi ülkelerinde ‘Batı ilerlemesi’nin kopyasını gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Nitekim, İslâm topraklarının son ikiyüz yılı, hele ki son yüzyılı, bu uğurda kendi dinlerini, kendi tarihlerini, kendi miraslarını red ve hatta tahribi ‘ilerleme’ adına gaye edinmiş nice gayretkeşle doludur. Bu topraklarda, Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta, Cezayir’de, daha nice nice İslâm beldesinde bu uğurda herşey değiştirilmek istenmiş, bu uğurda nice altüst oluşlar yaşanmış haldedir. ‘Batılı görünüm’ü ‘ilerleme’nin göstergesi olarak bilip, sırf bu yüzden mü’min erkeklere ve mü’mine kadınlara reva görülen haksızlıkların yüzyıllık tarihi ve bugünü, bu anlayışın yol açtığı zulümlerin canlı bir örneği niteliğindedir.
Yine bu anlayış, tamamen Batı-merkezli iki ‘nâmeşru,’ başka bir deyişle ‘piç’ kavramını zihnimize ilka etmiş bulunuyor: ‘radikal’ ve ‘köktendinci,’ yahut ‘fundamentalist.’
İkisine de negatif çağrışımlar yüklenmiş bu kelimelerden ilki, dindışı alanlarda ‘pozitif’ bir çağrışım içeriyor gerçi. Meselâ, yapılan ‘radikal’ çıkış dine veya bir ahlâkî değere karşı ise alkışlanırken, din ile ilgili ise zemmedilip kötüleniyor. Türkçe’si için tam bir medenî engizisyon eseri olarak ‘köktendinci’ karşılığı uygun görülmüş ‘fundamentalist’ ise, her hâlükârda kötüleniyor.
Her iki kelime, kök anlamlarına bakıldığında, tam anlamıyla pozitif çağrışımlar taşıyor oysa. ‘Radikal’ kelimesi Türkçe’de ‘kök’ anlamına gelen ‘root’ kelimesinden türemiş bir kelime. Ve ağaçlar ile otların kökleriyle hayat bulup hayatiyetlerini devam ettiriyor olduklarını hatıra getirirsek, insanın zihninde yalnızca pozitif bir çağrışım bırakması gerekiyor. Kök anlamıyla din ile ilgili olarak kullanıldığında ise, dinin köklerine yönelme, dinin özüne sahip çıkma ve ondan beslenme gibi anlamlar içerir durumda olması gerekiyor.
Aynı şekilde, ‘fundamentalist,’ ‘fundamental’a eklenmiş bir ‘ist’ takısıyla karşımıza çıkmış bir kelime; ‘fundamental’ ise Türkçe’deki esasın, temelin karşılığı niteliğinde. Din ile ilgili olarak kullanıldığında ise, ‘fundamentalist’ dinin esasına yönelmek, dinin temellerini esas alıp düşüncesini ve hayatının dinin rehberliğinde temellendirip inşa etmek anlamlarını taşıyor.
Bu haliyle gerçekte ancak pozitif çağrışımlar taşıyor olması gereken her iki kelimeye, negatif, hatta neredeyse ‘şeytanî’ çağrışımlar yüklendiğini görüyoruz oysa. ‘Radikal dinci,’ ‘radikal İslamcı,’ ‘radikal Müslüman,’ ‘köktendinci hareketler,’ ‘fundamentalist bir yaklaşım’ denildiğinde, bu kelimeleri ve bu tamlamaları konuşanlar bertaraf edilmesi gereken, hayırsız, kötü, baş belası birşeyden söz ediyorlar.
Peki neden böyle oluyor?
Çünkü, burada da, Batı tecrübesini merkeze alan, Batıda olup biteni bütün insanlığa mal eden anlayış devreye giriyor; ve muharref Hıristiyanlık ile İslâm’ı din olarak özdeşleştirerek, muharref Hıristiyanlığın, hele Kilisenin iktidar ve rant savaşları ve engizisyon uygulamaları ile insanlığa karşı çıkmış biçimine yönelik olumsuzluğu olduğu gibi İslâm’a giydiriyor. Böyle olunca, bir Müslüman ‘din’inin özüne, köklerine, esasına, temellerine yönelmekten söz ettiğinde ve hele ki kendisini bu çabayla tanımladığında, ona bir numaralı baş belası gözüyle bakılıyor.
Hemen belirtelim; sadece Batı tecrübesini bütün insanlığın tecrübesi olarak gören ben-merkezci Batılılar tarafından değil; onlardan da fazla, Batı tecrübesini kendi ülkelerine, insanlarına ve kendi insanlarının dinlerine ithal etmeye çalışan müstağripler, köleliği içselleştirmiş ‘yerli’ler tarafından. Özellikle de, Bediüzzaman bir ifadesini ödünç kullanırsak, ‘Avrupa kâfirleri’nden de çok, ‘Asya münafıkları’ tarafından.
Halbuki, yine Bediüzzaman’ın, yine Sünuhat’ta tarihi şahit göstererek haykırdığı bir gerçek var:
“Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise, terakki etmiş, ne vakit dinde za’f göstermiş ise, tedenni etmiştir. Başka dinde, bilakis kuvveti zamanında vahşet, za’f-ı zamanında temeddün hasıl olmuştur.”
İslâm ile yan yana anıldığında olumlu çağrışımlar taşıması gereken iki kelimenin gerilim ve korku yüklü, hatta ‘şeytanî’ çağrışımlar taşır hale gelmiş olmasının ardında yatan asıl meseleyi, Bediüzzaman’ın bu cümleleri özetliyor. Başka dinlerde, ‘kuvveti zamanında vahşet, za’f-ı zamanında temeddün hasıl olmuş’tur, çünkü onlar muharref dinlerdir, o yüzden o dinlerin mensupları dinlerine sarıldıkları değil, itikadlarında za’fiyet gösterdikleri derecede medenîleşmişlerdir. Ama İslâm hak dindir; tahrifata uğramamış, Kitabı asıl haliyle korunmuş, mesajı çarpıtılmamış tek dindir. Dolayısıyla, Müslümanlar ne zaman Kitaba sarılıp dinlerine yapışmışlarsa medeniyet inşa etmiş, ne zaman dinlerinde zaaf göstermişlerse medeniyet ve ahlâk cihetiyle de geriye düşmüşlerdir.
O yüzden, bir Hıristiyanın ‘fundamentalizm’i veya bir Yahudinin ‘radikal’liği korku sebebi olabilir; ama Müslümanların dinlerinin özüne yönelmelerinden bütün insanlık ancak fayda görmüştür ve görecektir.
Sözün kısası, ortada Batıyı ‘dünya,’ Batılıyı ‘insanlığın nümunesi’ bilmekten hâsıl olan bir ‘kıyas-ı fâsid’ mevcut bulunuyor. Ve görünmez modern engizisyonun mahsulü olan bu fasit kıyas, iki asırdır Batılı ‘ilerleme’ paradigmasını merkeze alarak İslâm’ı bir tehdit olarak algılıyor ve yıkmaya yahut dönüştürmeye çabalıyor.
Ve bu savaşı, silahlardan ziyade, kelimelerle yürütüyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.