Alaaddin BAŞAR
Kur’an’da delilin neticeden daha zahir olması
İ’lem Eyyühel-Aziz!
Ekseriyet-i mutlakayı teşkil eden avam-ı nâsın fehimleri Kur’anca o kadar müraat edilmiştir ki, birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtiva eden bir mes’elede avamın fehimlerine en me’nus en karib ciheti ve nazarlarına en vâzıh, en zâhir dereceyi söylüyor. Çünki öyle olmasa, delilin neticeden hafî olması lâzımgelir. Kur’an’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlık’ın sıfatlarını isbat ve izah içindir. Binaenaleyh ne kadar cumhurun fehmine yakın olursa, irşada daha lâyık ve daha muvafık olur. Meselâ: Hâlık’ın tasarrufatına delalet eden âyetlerden en zâhir, en aşikâr olan tabakayı وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyetiyle zikretmiştir. Halbuki bu tabakanın arkasında vücuhun taayyünat, teşahhusat tabakası vardır. Evvelki tabakanın fehmi, ikinci tabakanın fehminden daha yakındır. Ve keza en aşikâr dereceyi اِنَّ فِى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ âyetiyle zikretmiştir. Bu derecenin arkasında, arzın şems etrafında emir ve irade-i İlahî kanunuyla tahrik ve tedviri derecesi de vardır. Lâkin bu derece, evvelki dereceden bir derece mahfî olduğundan terkedilmiştir.
Ve keza وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا cümlesiyle en okunaklı sahifeyi göstermiştir. Halbuki bu sahifenin arkasında “Direk ve kazıklar ile tehlikeden muhafaza edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen herc ü mercden dolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlar ile kazıklanmıştır” sahifesi de vardır. Fakat bu sahife, avam-ı nâsça o kadar okunaklı olmadığından terkedilmiştir. Ve bu sahifenin altında da şöyle bir haşiye vardır:
Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direk yapılmıştır. Çünki dağlar suların mahzenidir. Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor. Toprağın hâmisidir, denizin istilâsından vikaye ediyor. Zâten hayatın direkleri bu unsurlardır.
Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilâlin tulû’ ve gurubu nazara alınmıştır. Çünki bu ise, ayları günleri hesab etmekten avamca daha kolaydır. Ve yine o sırra binaendir ki, ezhan-ı avamda tesbit ve takrir için Kur’anda tekrarlar vukua gelmiştir.
Açıklama:
“Ekseriyet-i mutlakayı teşkil eden avam-ı nâsın fehimleri Kur’anca o kadar müraat edilmiştir ki, birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtiva eden bir mes’elede avamın fehimlerine en me’nus en karib ciheti ve nazarlarına en vâzıh, en zâhir dereceyi söylüyor.”
İnsanlar Kur’an ilimlerine vakıf olma yönünden, “avam ve havas” olmak üzere iki gruba ayrılır. Büyük çoğunluğu, Kur’an’ı anlamaktan, ondaki ince manalara nüfuz etmekten, işarî manaları keşfetmekten çok uzak olan avam tabakası teşkil eder.
İnsanları irşat için nazil olan Kur’an, sadece âlimlerin anlayabileceği ince ve derin manaları nazara verseydi, büyük kesim onun irşadından mahrum kalırlardı. Bu sebeple, çoğunluğu teşkil eden avamın anlayışı esas alınmış, bir ayetin çok farklı cihetleri varsa, bunlar içerisinde avamın rahatlıkla anlayabileceği mana nazara verilmiş, işaret ve remizlerle havas tabakasına da hitap edilmiştir.
Özellikle kâinattaki fennî hakikatlerle ilgili bahislerde, avamın anlayamayacağı şekilde hitap edilmesi halinde, Üstat hazretlerinin ifadesiyle “delilin neticeden hafî olması lâzım gelir”di.
Bir başka risalede bu konuda şu örnek veriliyor:
“Mesela, eğer Kur’an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsaydı ki: “Ey insanlar! Güneşin zahiri hareketiyle hakiki sükununa ve arzın zahiri sükunuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi harika şeylerden Cenâb-ı Hakkın herşeye kadir olduğunu anlayasınız” deseydi, delil, müddeadan binlerce derece daha hafi, daha müşkül olurdu.” (İşaratül-İcaz, Nübüvvet Hakkında )
O zaman, İlahi azamete delil getirilen bu olayı, yani güneşin değil de dünyanın döndüğünü o günkü insanlar anlayamayacaklardı. Hislerine ters düşen bu gerçeği inkâr edecekler ve İlâhi irşattan mahrum kalacaklardı.
Halbuki,
“Kur’an’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlık’ın sıfatlarını isbat ve izah içindir. Binaenaleyh ne kadar cumhurun fehmine yakın olursa, irşada daha lâyık ve daha muvafık olur.”
Kur’an-ı Kerim, “tecri” kelimesiyle, güneşin “cereyan ettiğini” haber verir. Avam, bu kelimeyi “döner” manasında anlamakla, kendi hissine uygun gelen bu manayı rahatlıkla kabul eder. Havas ise bu ifadedeki ince hikmetlere nazar eder. Güneşin içinde birbirinden farklı çok hareketler olduğunu düşünür. Ayrıca, güneşin gezegenleriyle birlikte Vega yıldızına (Herkül Burcuna) doğru aktığını düşünür ve Kur’an’ın belağatına hayran olur.
Yirmi Beşinci Sözde bu ayetin harika bir izahı yapılmıştır. Ona bakılabilir.
“Birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtiva eden bir mes’elede avamın fehimlerine en me’nus, en karib ciheti ve nazarlarına en vâzıh, en zâhir dereceyi söylüyor.”
Bir mesele birkaç cihetten anlatılabilir. Kur’an-ı Kerim avamın anlayışına en ünsiyetli gelen, rahatça anlayabilecekleri üslubu tercih eder. “Veşşemsü tecri….” ayeti bunun en güzel bir örneğidir.
“Çünki öyle olmasa, delilin neticeden hafî olması lâzım gelir.”
Kur’an-ı Kerim, kâinattan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, rahmetine, azametine, kudretine delil olarak bahsediyor. Delilin çok açık olması lazımdır ki, herkesçe kolayca anlaşılsın, tasdik edilsin.
“Kur’an’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlık’ın sıfatlarını isbat ve izah içindir.”
İster güneş dönsün, ister dünya. Dünyayı döndürmek de, güneşi döndürmek de ilahi bir kudret gerektirir. Bu dönme konusunda insanlar arasında görüş ayrılığı varsa, ve çoğunluğu teşkil eden avam, dünyanın durup güneşin döndüğünü kabul ediyorsa, onların anlayışlarına tamamen zıt bir ifade, onların irşadına engel olabilir.
“Binaenaleyh ne kadar cumhurun fehmine yakın olursa, irşada daha lâyık ve daha muvafık olur. Meselâ: Hâlık’ın tasarrufatına delalet eden âyetlerden en zâhir, en aşikâr olan tabakayı
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyetiyle zikretmiştir.”
Ayet-i kerime, “Allah’ın ayetlerindendir.” diye başlıyor. Sonra bu ayetler, yani Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına delalet eden mahlukat nazara veriliyor. Önce en geniş bir daire olan, “Semavat ve arzın yaratılışına”, sonra en dar bir daire olan “lisanlarınızın ve renklerinizin faklılığına” dikkat çekiliyor. Bu iki dairenin arasında olanları akla ve hayale havale ediyor.
“Halbuki bu tabakanın arkasında vücuhun taayyünat, teşahhusat tabakası vardır. Evvelki tabakanın fehmi, ikinci tabakanın fehminden daha yakındır.”
Vücuhun, yani insanların simalarının birbirinden farklılığı, renk ve lisan farklılığına göre daha gizli olduğundan terk edilmiş, daha rahat anlaşılan ve daha çok dikkat çekene öncelik verilmiş oluyor.
Ve keza en aşikâr dereceyi اِنَّ فِى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ âyetiyle zikretmiştir. Bu derecenin arkasında, arzın şems etrafında emir ve irade-i İlahî kanunuyla tahrik ve tedviri derecesi de vardır. Lâkin bu derece, evvelki dereceden bir derece mahfî olduğundan terkedilmiştir.”
Semanın yaratılışı da arzın yaratılışı da hem Allah’ın varlığına büyük birer delil, hem de bizlere büyük bir ihsan, büyük bir nimettir. Ayet-i Kerime bunların yaratılmasını nazara verdikten sonra, gece ve gündüzün ihtilafının da Allah’ın varlığına delil olduğundan bahsediyor. Bunlar da yine bizim için büyük nimetlerdir.
Gece ve gündüzün meydana gelişi nasıl olursa olsun, ister dünya güneş etrafında dönsün, ister güneş dünyanın etrafında dönsün bizim için, “nimet ve fayda olmaları noktasında” bir fark olmaz. Bu manayı, yani onlardaki bu faydaları avam da bilir, havas da. Bir başka ayette, gecenin istirahatımız için, gündüzün de maişetimize çalışmamız için yaratıldığı nazara verilir. Bütün insanlar bu büyük ihsanlara karşı şükürle mükelleftirler. Kur’an-ı Kerim bu büyük tasarrufu, bu hikmetli ve rahmetli icraatı nazara verirken, dünyanın kendi etrafında dönmesinden söz etmez. Zira, avam bu manayı anlamaktan çok uzaktır. Avam şöyle dursun, bilim adamları da yakın zamana kadar güneşin dünya etrafında döndüğüne inanıyorlardı.
Uyku ile gece arasında, uyanıklıkla da gündüz arasında münasebet var. Bizim hayatımıza uyanmayı ve uyumayı kim yerleştirmişse, gündüzü ve geceyi de o yaratmıştır. Gece olunca uyuyor, gündüz gelince işe koyuluyoruz. Bu gece-gündüz hadiseleri nasıl olursa olsun, bizim için fark etmediği için, Kur’an-ı Kerim de o konuyu perdeli bırakıyor. Dünyanın döndüğünü doğrudan nazara vermek yerine, gece ve gündüzün yaratılışına ve onlardan edindiğimiz faydalara dikkat çekiyor.
Gece ve gündüzün ihtilafı Adem babamızdan beri var. Ve bu ihtilaftan insanlık tarihi boyunca herkes faydalanmış. Peygamberler “Dünyanın döndüğüne, bunun sonucu olarak gece ve gündüzün olduğuna bakın da Allah’ın kudretini ve rahmetini seyredin.” deselerdi, bütün ümmetler inkâr yoluna gidebilirlerdi. Ama, gece ve gündüzün faydası konusunda hiçbir ümmetin bir itirazı olamaz, olmamıştır da.
Öte yandan, Kur’an-ı Kerim’de dünyanın döndüğüne de işaretler var:
“Geceyi gündüzün içine sokarsın ve gündüzü gecenin içine sokarsın.” mealindeki ayet-i kerime dünyanın dönmesine işaret eder (Âli İmrân Sûresi , 27).
Öte yandan, bir başka ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Dağları görürsün, onları camit (yerlerinde hareketsiz) sanırsın. Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler…” Neml Sûresi, 88
Dağların yürümesi, dünyanın dönmesiyle mümkündür. Bu mana rahatlıkla anlaşılmadığından, bazı tefsir alimleri bu ayet-i kerimeyi, “kıyamette dağların yerden koparak yürüyecekleri” şeklinde yorumlamışlardır. Bu mana da doğru olmakla birlikte dünyanın döndüğüne işaret etmez.
“Ve keza وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا cümlesiyle en okunaklı sahifeyi göstermiştir. Halbuki bu sahifenin arkasında ‘Direk ve kazıklar ile tehlikeden muhafaza edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen herc ü mercden dolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlar ile kazıklanmıştır’ sahifesi de vardır. Fakat bu sahife, avam-ı nâsça o kadar okunaklı olmadığından terkedilmiştir.”
En okunaklı sahife, dağların yeryüzünün üzerinde kazıklar gibi durmasıdır. Dağların arz sefinesinin dengesini sağlayan direkler olduğunu avamın anlaması mümkün değildir. Zira, dünyanın döndüğü, bu ayetin nüzulünden asırlar sonra ortaya çıkmıştır. Güneşin dünya etrafında döndüğünün kabul edildiği bir dönemde dağların dünya gemisine direklik yaptığı çok zor anlaşılır.
Keza, volkanlardan lavların fışkırmasının da arz sefinesinin dengesini sağladığı yine asırlar sonra anlaşılacak bir hakikattir.
Ayet-i kerime bu gibi hakikatlere işaret etmekle birlikte, dağlara, doğrudan, “direk ve kazık” demekle, bu fenni keşiflerden önceki asırlara en okunaklı dersi vermiş oluyor.
“Ve bu sahifenin altında da şöyle bir haşiye vardır:
Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direk yapılmıştır.
Çünki dağlar suların mahzenidir. Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor. Toprağın hâmisidir, denizin istilâsından vikaye ediyor.
Burada dağların arza direk olması mecazî manadadır. Kâinat ağacının meyvesi ve arzın halifesi olan insanın temel ihtiyaçlarının karşılanmasında dağların büyük payı vardır. Üstadın ifade ettiği bu gibi hizmetleri yapmakla, hayatın direği olmuş oluyorlar. İnsan hayatının direği olmak, arzın da direği olmak demektir. Zira, arz da sema da insan için yaratılmışlardır ve ona hizmet etmektedirler. Kâinatın, bitkilere ve hayvanlara hizmeti tali derecededir.
“Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilâlin tulû’ ve gurubu nazara alınmıştır. Çünki bu ise, ayları günleri hesab etmekten avamca daha kolaydır.”
Avamın ayları ve günleri hesap etmesi çok zor olduğundan, şeriatça ayın doğuşu ve batışı esas alınmıştır. Böylece, özellikle bayram günlerinin tespiti konusunda müminler arasında bir ihtilaf, bir fikir ayrılığı ortaya çıkmamıştır.
Bu gün, memleketimizde kimse ne ayın doğuş ve batışına bakmakta, ne de bu konuda bir hesap yapmaktadır. Zira, devlet yetkilileri bunu bir görev olarak üstlenmişler, bu asrın teknolojisinin bütün imkânlarını kullanarak en doğru sonuçlara varmışlardır. Herkesin buna uymasıyla da, birlik ve beraberlik sağlanmış olmaktadır. Yine yetkililer, bir sünneti ihya etmek için de rü’yet-i hilali (hilali görmeyi) ihmal etmemişler ve kaidesine uygun olarak yapılan rüyetlerle, fennî hesaplar her defasında uygunluk göstermiştir.
Ve yine o sırra binaendir ki, ezhan-ı avamda tesbit ve takrir için Kur’anda tekrarlar vukua gelmiştir.”
Havas olanlar bir meseleyi bir defa söylenmesiyle hemen kavrasalar bile, avam için konunun defalarca tekrarına ihtiyaç duyulabilir. Üstat hazretleri, burada verilen derse bir örnek olmak üzere, Kur’an’daki tekrarların bir hikmetini böylece nazara veriyor. Başka risalelerde bunun çok daha farklı hikmetlerini açıklıyor ve Kur’an’daki bir çok ayetlerin ve bazı kıssaların tekrar edilmesinin, hem te’kid (kuvvetlendirme) hem de tesis için olduğunu izah ve ispat ediyor.
Tesis üzerinde kısaca duralım:
Bina yaparken duvarları sıra sıra örmek tekrar değildir, tesistir. Bu tekrarlarla duvarlar, onların tekrarıyla katlar, katların tekrarıyla da binanın tamamı ortaya çıkmaktadır. Bir tek taş ile bir bina meydana gelmez. Bunun içindir ki, tespihlerde de tekrar vardır. Namaz sonunda sadece birer defa sübhanallah, elhamdülillah, Allahuekber demekle yetinmiyor, bunları otuz üçer defa tekrar ediyoruz. Bu tekrarlar, tesis içindir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.