Kur’ân’ı, Rûhü’l-Kudüs (Cebrâîl) Rabbin tarafından hak ile indirdi
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Nahl Sûresi 101-103. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
101 . Bir âyetin yerine (onun hükmünü kaldıran) başka bir âyet getirdiğimiz zaman, ki Allah ne indirdiğini daha iyi bilendir, (kâfirler:) “Sen ancak bir iftirâcısın!” derler. Hayır! Onların çoğu bilmiyorlar.
102 . De ki: “Îmân edenlere sebât vermek için ve Müslümanlara bir hidâyet ve bir müjde olmak üzere onu (o Kur’ân’ı), Rûhü’l-Kudüs (Cebrâîl) Rabbin tarafından hak ile indirdi.” (*)
103 . Şübhesiz biliyoruz ki, onlar: “(Kur’ân’ı) ona ancak bir insan öğretiyor” diyorlar. (Hâlbuki o) nisbet ettikleri kimsenin lisânı yabancıdır; bu ise, apaçık Arapça bir lisandır. (**)
(*) “Kur’ân, bu dünyada öyle nûrânî (nûrlu) ve saâdetli ve hakîkatli bir sûrette bir tebdîl-i hayât-ı ictimâiye ile (cem‘iyet hayâtını değiştirmekle) berâber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayât-ı şahsiyelerinde (kendi hayatlarında), hem hayât-ı ictimâiyelerinde, hem hayât-ı siyâsiyelerinde öyle bir inkılâb (değişiklik) yapmış ve idâme etmiş (devâm ettirmiş) ve idâre etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakîkada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri, kemâl-i ihtiramla (tam bir hürmetle), hiç olmazsa yüz milyondan ziyâde insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerinitezkiye (arındırıyor) ve kalblerini tasfiye ediyor (temizliyor). Ruhlara inkişaf ve terakkî (ma‘nevî gelişme ve yükselme) ve akıllara istikāmet ve nûr ve hayâta hayat ve saâdet veriyor.” (Şuâ‘lar, 7. Şuâ‘, 124)
(**) Müşriklerin, okur-yazar Rum bir kölenin, Peygamber Efendimiz (ASM)’a Kur’ân’ı öğrettiğini ileri sürmeleri üzerine bu âyet nâzil olmuştur. (Beyzâvî, c. 1, 557)
“Nasıl bir usta, binâ ettiği ve idâre ettiği iki hâneden bahseder. Programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur’ân dahi, şu kâinâtı yapan ve idâre eden ve işlerinin listesini ve fihristesini -ta‘bîr câiz ise- programını yazan, gösteren bir Zât’ın beyânına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu‘ ve tekellüf (sun‘îlik ve zorlama) görünmüyor. Hiçbir şâibe-i taklid (taklid şübhesi) veya başkasının hesâbına ve onun yerinde kendini farzedip konuşmuş gibi bir hud‘anın (hîlenin) emâresi olmadığı gibi bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle (sâfîlîğiyle), bütün hulûsuyla (samîmiyetiyle) sâfî, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı ‘güneşten geldim’ der. Kur’ân dahi: ‘Ben, Hâlık-ı âlem’in (âlemin yaratıcısının) beyânıyım ve kelâmıyım’ der.
Evet şu dünyayı antika san‘atlarla süslendiren ve lezzetli ni‘metlerle dolduran ve san‘atperverâne ve ni‘metperverâne (san‘atı ve ni‘metlendirmeyi sever bir tarzda) şu derece san‘atının acîbeleriyle (hârikalarıyla), şu derece kıymetdar ni‘metlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravâri tanzîm eden (sıra sıra dizen) ve zemînin yüzünde (yeryüzünde) seren, güzelce dizen bir Sâni‘ (san‘atkâr), bir Mün‘im’den (ni‘met verenden) başka, şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ü şükranla (takdir ve beğenme, övgü ve şükrân sesleriyle) dünyayı dolduran ve zemîni bir zikirhâne, bir mescid, bir temâşâgâh-ı san‘at-ı İlâhiyeye (ilâhî san‘atların sergi yerine) çeviren Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân (beyânı mu‘cize olan Kur’ân) kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? O’ndan başka kim ona sâhib çıkabilir? O’ndan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziyâ, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinâtı keşfedip (kâinâtın sırlarını açıp) âlemi ışıklandıran beyân-ı Kur’ân (Kur’ân’ın îzahları), Şems-iEzelî’den (ezelî olan Allah’dan) başka kimin nûru olabilir?” (Zülfikār, 25. Söz, 29)