Kürtler ittihad-ı islam için Osmanlı'yı seçti
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz yazdı
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün yazısı
Risale Haber
Diyarbakır’daki Fâtih Paşa Camisi ve Güneydoğu’nun Kendi İsteğiyle Osmanlı Devletine İltihakı
Teröristler tarafından hücuma maruz kalan Fâtih Camisi ile alakalı haberleri duyunca bazı tarihî hakikatları sizlerle paylaşmak istedim
GÜNEYDOĞU’NUN OSMANLI DEVLETİ TARAFINDAN FETHİ: ÇALDIRAN ZAFERİ VE GETİRDİKLERİ
Osmanlı Devleti'nin Doğu Anadolu ile alakası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı Devleti’ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514'de kazanılan Çaldıran Zaferi’nden sonradır.
Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran'da kısa bir zamanda Safevî Devletini kurmuş ve Doğu'da hem Osmanlı Devleti için ve hem de âlem-i İslâm'ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arzeder hale gelmiştir. Şehzâde Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeği iken farketmiş ve babasını İstanbul'da ikaz dahi eylemişti. Fakat, II. Bâyezid, tedbir alamamanın yanında, Şi’îlerin tahrikiyle çıkarılan Şahkulı isyanını da önleyememişti. Anadolu'yu Şi’îleştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu.
Nihâyet Yavuz Sultan Selim Padişah olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal'in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğu'daki sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah'ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen sünnî olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer alan sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı.
Anadolu'nun doğu cephesinin emniyete alınması ve buradaki müslümanların huzura kavuşturulması için, başta şarkın kapısı demek olan Diyarbekir olmak üzere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti’ne katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hem müslüman ve hem de ehl-i sünnet vel-cemaat idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti'nin de müslüman bir ülke olması; İslâm'ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket etmek lüzümsuzdu.
İşte bu hakikatı idrâk eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti'ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük âlim İdris-i Bitlisî tarafından Padişah'a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devletine iltihâk etmişti[1].
Osmanlı Devleti'nin değişmeyen siyasetinin kaynağı ve dayan-dığı hukukî temeli, İslâmiyetin getirdiği hükümlerdi. Osmanlı Devleti, Kur’an, sünnet, icma’ ve kıyas yoluyla vaz’ edilen hukukî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ne tâbi’ olan bir müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu. Mesela, Doğu’daki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti’ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu.
Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dar’ül-İslâm sayılıyor ve bütün müslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlıyı Avrupa'dan ayıran en önemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi’ oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi. Mesela, müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlakî, kültürel ve coğrafî çok büyük a’zamî müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu'nun siyasî, dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu[2].
KÜRT VE TÜRKMEN BEYLERİ TEKER TEKER OSMANLIYA İTAAT EDİYOR
İşte bu müşterek bağları çok iyi idrâk eden mahallî aşiretler, çareyi Osmanlı Devleti'ne iltihak etmekte bulmuştu. Bunda Yavuz gibi;
"İhtilâf u tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde dahi bîkarar eyler beni;
İttihadken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni... "[3]
diye haykıran şuurlu Osmanlı Padişahının da payı büyüktü. İsterseniz geliniz, şarkın kısa zamanda Osmanlı Devleti'ne iltihaklarının belgelerini beraber okuyalım.
Çaldıran Zaferini takib eden 1516 yılında, Yavuz Sultan Selim, kendisine Doğu Anadolu'nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdris-i Bitlisî[4]'ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti'ne ilhâkı için vazife veriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultan Hüseyin olmak üzere 25-30 tane Kürt beyi (ümerây-ı ekrâd), Osmanlı Devleti'ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi. Şah İsmail'in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şi’îlerin Diyarbekir'i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultan Selim'e şu tarihî arîzayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti'ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdi:
1. Kürt Beylerinin Yavuz'a Gönderdikleri Arîza (Dilekçe)
Molla İdris vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt Beğleri tarafından Yavuz Sultân Selim’e gönderilen bu arîzanın sûretini, tarihçi Koca Müverrih'in Bedâyi’ adlı eserindeki şekliyle hülâsaten naklediyoruz:
"KÜRT BEYLERİNİN YAVUZ SULTAN SELİM'E GÖNDERDİKLERİ ARİZA"
"Can ü gönülden İslâm Sultanı’na biat eyledik, İlhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi’î mezhebini icra eyledik. İslâm Sultanı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik. Duyduk ki, Padişah, Zülkadriye Eyaleti’ne gitmiş; bunun üzerine biz de Mevlana İdris-i Bitlisî'yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur ki;
Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultanı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle cârî olmuşdur. Ancak ümitvarız ki, Padişah'dan yardım olursa, Arap ve Acem Irak'ı ile Azerbeycan'dan o zâlimlerin elleri kesilir. Özellikle Diyarbekir ki, İran memleketlerinin fethinin kilidi ve Bayındırhân sultanlarının payıtahtıdır, bir yıldır, Kızılbaş askerlerinin işgali altındadır ve 50. 000'den fazla insan öldürmüşlerdir. Eğer padişahın yardımı bu müslümanlara yetişirse, hem uhrevî sevap ve hem de dünyevî faydalar elde edileceği muhakkakdır ve bütün müslümanlar da bundan yararlanacaktır. Bâki ferman yüce dergâhındır. "[5].
Bu mektûb üzerine Konya Beğlerbeğisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisî'nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail'in Diyarbekir'i muhasara altına alan ordularını tarumâr eylemiştir. Bu mektubda, bizzat Kürt Beyleri, Kürt aşiretlerinin sosyal yapısına çok dikkat çekici bir üslupla işaret etmişlerdir. "Ekrâd, muhtelif aşiret ve kabileler halinde yaşarlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduklarında ittifak ederler. Diğer hususlarda birbirlerine uymazlar. Allah'ın kanunu böyle cari olmuşdur" şeklindeki ifade, asırlar sonra XX. asrın İdris-i Bitlisî'si olan Bediüzzaman tarafından özetle şöyle tekrar edilmektedir: (1910'larda Osmanlı Devleti'ne karşı isyan etmek istiyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:)
"Altıyüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terkederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlâd böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaate selâmet var. İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir[6]. "
İdris-i Bitlisî'nin Yavuz'a Gönderdiği Mektup
Diyarbekir'in Safevî Devleti'nin alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdris-i Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti'ne itaatlerini temin eylemişdir. Şimdi İdris-i Bitlisî tarafından Farsça olarak kaleme alınan bu istimâletnâme yani kendi arzu ve istekleriyle Osmanlıya tâbi olma belgesinin Türkçe özetini beraber dinleyelim:
"Mülk ve dinin maslahatlarının nizama girmesi, metin Sultanların tedbir ve tedvirine bağlıdır. Şark ve garbda adaletin tesisi, Acem ve Arapların mazlumlarının matlub ve meramlarının te’mini, İslâm Padişahının adaletine vâbestedir. Diyarbekir mükimlerinden bu muhlis bendeleri arzeder ki;
Bilâd-ı Ekrâd denilen Diyarbekir ve civardaki mazlum müslümanlar, Devlet-i aliyyenizin hizmetine tâliptirler ve devlet ile din düşmanlarının şerlerinden sizin yardım ve merhametlerinizle masûn olmak ümidindedirler. Sizin Dâr’ül-Hilâfe yani İstanbul'a azimet haberiniz duyuldukdan sonra buradaki bir kısım muhlis bendeler, Beylerbeyiniz Bıyıklı Mehmed Paşa'ya arz-ı itaat etmişlerdir. Hem mezkûr Beylerbeyi ve hem de bu hakir vasıtasıyla size bazı maruzâtlarını arzetmek istemektedirler.
Ba’zı insî şeytanların müdâhalesiye Kürt kabile ve aşiretleri, başlangıçta bir kısım ihtilâf ve ihtilallere ma’rûz kalmışlardır. Ancak Allah'ın lutf u inayetiyle bu menfilikler bertaraf edilmiştir. Ancak düşman durmamakta ve Kürt Beylerini isyana teşvik etmektedir. Bilâd-ı Ekrâd'ın Osmanlı Devleti'ne iltihakı, İstanbul'un fethi zaferini tamamlayacak derecede ehemmiyetlidir. Zira bu bölgenin ilhakıyla, bir tarafdan Irak yani Bağdad ve Basra'nın yolları, diğer tarafdan Azerbaycan yolları ve bir diğer tarafdan da Haleb ve Şam yolları açılmış olacaktır.
Allah'ın yardımı pek yakındır.
Bende-i Ahkar ve Çaker-i Efkar İdris[7]".
Gerçekten bu büyük âlimin gayretiyle Doğu ve Güneydoğu vilâyetleri kısa bir zaman içerisinde Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmiştir. Bütün bu gerçekler öğrenilince, bazı Avrupalı yazarlar ve Türkiye’deki bir kısım Kürtçü çevrelerin Osmanlı Devleti'nin doğuyu kılıçla kendine kattı ve fethetti tarzındaki iddiaları da ortada kalmaktadır.
3. Hizmetleri Karşılığında Yavuz'un İdris-i Bitlisî'ye Verdiği Cevap Ve Taltif
İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğlerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti'ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultan Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî'ye teşekkür eder. Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder. Osmanlı Devleti'ne kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa'ya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti'ne bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıdlar kullanılarak onlara berâtlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti'ne bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in’âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister.
Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu Şi’îleştirmek istiyen Şah İsmail'in kendisine elçiler gönderdiğini, binbir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve islah olduğuna inanılmaması icabetiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir.
2. BU GAYRETLERİN NETİCESİ NE OLDU?
Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'den itibâren Kuzey Irak ve Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti'ne iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan ba’zılarını beraber görelim:
1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimalet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25'den fazla aşiretten ve reislerinden ba’zıları şunlardır:
- Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin;
- Hizan Meliki Emir Davud;
- Hısn-ı Keyfâ Emîri Melik Halid;
- İmadiye Hâkimi Sultan Hüseyin;
- Cezire Hâkimi Şah Ali Bey;
- Çemişgezek Hâkimi Melik Halil;
- Pertek Hâkimi Kasım Bey;
- Ayrıca Suran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir[8].
2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi irâdeleriyle Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz'a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itâ'at mektubu çok manidardır:
"Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslâmı tatbik ve adâleti te’sis için sizin hakimiyetinizi zaruri görüyoruz[9]. "
[1] Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, II/273.; Kodaman, Bayram, Sultan II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara 1987, sh. 10 vd.
[2] Bayram, 8 vd.
[3] “Milletimin arasına ihtilaf girme endişesi, ebedî kabrimde dahi beni rahatsız etmektedir. Düşmanların hücumlarına karşı tek çaremiz birlik ve beraberlik halinde bütünleşmek iken, bu millet birlik ve beraberliği temin etmezse, kalbimi dağlar.” demektir.
[4] İdris-i Bitlisî: II. Bâyezid ve Yavuz Sultân Selim’in müşâvirlğini yapan büyük bir tarihçi ve din âlimidir. Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devletine iltihâk etmesinde büyük rol oynamıştır.
[5] Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, Vrk. 452/a-b
[6] Bediüzzaman, Nutuk (Osm.), sh. 20.
[7] Topkapı Sarayı Arşivi, E. 1019.
[8] Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, No: 2362, Vrk. 112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II/274 vd.
[9] Topkapı Sarayı Arşivi, No: 11634/26.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.