Hüseyin KARA
Kutsal alışveriş
Kur’an’dan Risale-i Nur perspektifinde günümüze mesajlar (11)
Kur’an’da sıra dışı bir alışverişten söz edilir.
Kur’an’ın yani “Hiç şüphesiz Allah, müminlerden, karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere, canlarını ve mallarını satın almıştır”[1] olan ayetinin bu parçası, dünyayla sınırlı olduğunu sandığımız alışverişin ahiret ve iman alanına taşınmasına ilişkin orijinal bir yaklaşımıdır.
Bir mukavele, bir alışveriş sözleşmesi söz konusu olunca, iki tarafın kimliği öne çıkar. Dünya sınırlarını aşan bu alışverişin bir tarafında yaratıcı Allah var ve diğer tarafında bu sözleşmeye gönül vermiş mümin kul vardır. Alışılmışın üstünde ama akıl erdiremediğimiz böylesi bir alışveriş türüne bu ayette gündeme getirildikten sonra şahit oluyoruz. Kutsal bir alışveriş!
Neden alışagelmiş alışverişlerden değil? Çünkü alışveriş, bir tarafın malının bir sözleşmeyle diğer tarafa aktarılma olayıdır. Oysa müminin kendine ait bir malı yok; kendinde olanıyla birlikte olduğu gibi Allah’ın malıdır ve kendisi dâhil her şey emaneten kendisine verilmiştir. Mümin, kendisinde olan beden, göz, kulak, akıl, irade, kalp, duygu gibi zenginliklerin hiçbirine “benimdir” diye sahip olma iddiasında bulunamaz. Kendisinin olmayan ancak kullanma yetkisi kendinde olan en değerli şeyleri satıp karşılığında çok daha değerli cenneti almak; başka alışverişlerin değil, olsa olsa bu kutsal sözleşmenin sıra dışı avantajıdır.
Bu alışverişin bir şartı da var. O da müminde olan özgür iradeyle başta hayat olmak üzere, kendisinde olanları hepsinin Allah tarafından verildiğine inanıp onları sadece bir emanetçi olarak yine onun rızası doğrultusunda kullanmaktır ve çok yakın olan ahirette gözün görmediği ve kulağın işitmediği güzelliklerle dolu olan cennete kavuşacağına inanmaktır. Allah’la böyle bir pazarlık yapan mümindir; böyle bir alışverişe yaklaşmayansa ya fasıktır ya da kâfirdir. Böyle olunca iman, bu tür alışverişin bir başka adı olmaktadır.[2]İşte iman bu alışverişin birinci şartıdır.
Allah, kuluna kendinde emanet olarak verdiği değerleri cennet karşılığında satın almayı teklif ediyor. Aslında burada ince bir sınav var. Kendinin olmadığı şeyleri sahibine satmaya yaklaşmamak, büyük bir cehaleti barındırmaktadır. Oysa satmaya karar vermekle kaybedeceği hiçbir şey yok; tam aksine büyük bir güvence kazanmaktadır. Yapacağı şeyse irade göstererek bu alışverişin büyük bir kârı olduğunu düşünüp kabul etmek…
Müminin alışverişi, her şeyi maddede ve peşin görenlerinkine de benzemez. Üstelik dünya ile ahiret arasında yalnızca bir perde olan bu hayat serüveninde yapılan her şeyde bu dengeyi kuramayanların bakış açıları son derece kısıtlı ve eksiktir. Etkisi maddenin kabuğunun ötesine geçemeyen bir sözleşme mi yoksa ufuk ötesine geçebilmeye kabiliyetli bir sözleşme mi? Tevhide inananların her şeyi uzun solukludur; dünü, bugünü ve yarını gözeticidir.
Allah bu alışverişi teklif etmesi rahmetinin bir tecellisidir, tamamen insanın yani aklı buna yatan müminin lehinedir. Bediüzzaman bu alışverişe mümin hayatının en önemli olayı olarak bakar. Hatta bu sözleşme onun ölüm kalımıdır; kazanması ya da kaybetmesidir. Ve sanki Allah şu çağrıyı herkese ilan eder gibidir. “Elinizde olan emanetimi bana satınız. Ta ki sizin için muhafaza edeyim. Beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim” diye “hem hem”lerle beş derece kâr içinde kârı teklif ederek, insanın bu tür alışverişten asla zarar görmeyeceğine de güvence verir. Aklı başında olan herkes bu alışverişe fit olur. Buna aklı yatmayan, ancak gururlu, firavunlaşmış, bencil, sarhoş ve güya ebedi olarak dünyada yaşayacakmış gibi dünyanın vaveylalarından haberi olmayan biri olabilir.[3]
Bediüzzaman, satılıp satılmama durumunda mesela bir göz organının nasıl faydalı bir alet olabileceğine dikkatleri çeker. Gözün bir duyu organı olması noktasında, ruhun bu organ aracılığıyla muhteşem âlemi seyrettiğinden söz eder. Diyelim ki Allah adına satılmamış ve nefsin çıkarına kullanılmış olsa; bu takdirde yalnızca nefsin süfli isteklerinin tutkunluğuyla sınırlı kalır. Nefis ve şeytanın yönlendirmesiyle bakan her gözün gördüğü her şey ruh ve bedenine sokulan bir hançer olarak kendine döner. Göz, bir ufka değil vahşetlere muhatap olanbir organ haline gelir. Böyle değil de göz Allah’a satılsa, yani O’nun rızasına göre kullanılsa, bu kez kâinat kitabının esrarlı bir okuyucusu, Allah’ın eşsiz güzellikte olan sanat eserlerinin bir seyircisi ve yeryüzü bahçesinin çiçeklerinin bir arısına dönüşür.[4]Artık bu göz hep güzel görür ve gördüğü her şey de öteleri çağrıştıran bir değere sahip olur.
Bu alışverişin kul lehindeki kârları o denli çok ki saymakla bitmez. Bediüzzaman beş temel kârına değinir.
Biri, sonsuz olana satılan ne varsa sonsuzluğa kavuşur; her an sönmeye hazır olan ömür baki olur.
İkincisi cennettir.
Üçüncüsü; insanın her biri birer alet olan bunca organlarının değeri bir anda birden bine çıkar. Mesela akıl bir alettir, Allah’a satılmadığında, nefsin emrinde kullanılsa, çok tehlikeli bir hale gelir ki yalnızca sahibinin değil başkalarının da başına bela olur. İşte günahkâr adam, her an kendini rahatsız eden aklından kurtulmak için çareyi sarhoş olmada bulur. Oysa aklını Allah’a satan insan çevresinin efendisidir.
Dördüncüsü; insan zayıf ama belaları çok, fakir ama ihtiyaçları çok olduğundan ağır bir yük altındadır. Bu yük belini büktüğü gibi vicdanını da yaralar. İşte bu satış sözleşmesiyle rahata kavuşur.
Ve beşincisi; Allah’a satılan organların olumlu işleri yarın ahirette en değerli ürün olarak önüne çıkacak.[5]
Satış olmazsa kulun eline geçecek olan bir hiçtir. Beş kârın mahrumiyeti yanında beş zarara uğrayacak. Özetle sevilenler bir daha görülmemecesine kaybolacaklar, kul köle olunanlar birer düşman kesilecekler, hazlar acılara dönecek, ecel ölüm saçacak ve cehennem bir son olacak. Bu kutsal satışta imzası olmayan kaybedecek ve imzası olansa imtihanı kazanacak.
Bu alışveriş o kadar zor mu? Buna “evet” demek, fıtratın, donanımımızın bir gereğidir. Zevke tutkulu olanlar bile “meşru” zevklerin fazlasıyla yeterli olduğunu bilmelidirler. Meşru zevkin dışında her adım israftır, boş yere oyalanmadır, yok olmaya doğru hızlanmadır, dahası sahip olunan değerlerin değersizleşmesidir.
Diyelim ki insan hata işlemiştir. Elbette insan hatadan masun değildir; bir komplekse girmesine gerek yok. Hatasının farkında olmasıyla kendine gelmesi zaten karşısında olduğu Yaratıcıya belge olarak acizliğini göstermiştir. Sonunda “Ya rab, kusurumuzu affet! Bizi Kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin!”[6]demek de bu buruk ama tatlı halin tuzu biberidir.
[1] Kur’an, Tevbe: 111
[2]Mevdudi, Ter: Heyet, Tefhimü’l-Kur’an, cilt:2, İnsan Yayınları, İstanbul.
[3] Nursî, B.S. Sözler, 6.Söz, erisale.com
[4]a.e. erisale.com
[5]a.e. erisale.com
[6]a.e. erisale.com
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.