Layık olamadık Üstadım...

Biz sana layık birer talebe olamadık Üstadım…
Hatta biz sana talebe bile olamadık!
“Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”(Mektubat, sf. 329) diye tanırdın, bilirdin talebelerini…

Biz kendi mallarımızı Sözler’den mühim bildik Üstadım!
Sen uçurumlardan yuvarlanırken “Davam!” diye haykırmıştın.
Biz sinek ısırığında “Ah canım!” demekten, bir kıvılcımda “Eyvah malım!” demekten, bir dedikoduda “Aman makamım!” demekten alamadık kendimizi…

“Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. "(Asa-yı Musa, sf. 250) demiştin sen Üstadım…

Biz evlatlarımızı, imanlarımızı ateşlere atıp, “Ben haklıyım! Sen yoldan çıktın!” kavgalarının peşine düştük.
Göklere yükselen yangını en iyi gören bizdik, bu yüzden en iyi “seyirci kalan” da bizdik.

Biz, birbirimizin tükürüğünü misk-i amber bilemedik.
“Şimdi dehşetli bir plânla, Nurun erkânlarını birbirinden soğutmak için resmen bir iş'ar var. Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatiniz ve Nurlara şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüz'î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeye mükellefsiniz.”(On Dördüncü Şua, sf. 433) diye en baştan uyarmıştın sen bizi.

Biz seni hiç dinlemedik Üstadım! Üç kuruşluk meselelerden birbirimizi kırdık. Bin parçaya bölündük.
“Bizim mesleğimiz Risale-i Nur meşrebimiz X” diye bir güzel de kılıf uydurduk.

“Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, "Mesleğim haktır," yahut "daha güzeldir" diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden "Hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek…”(Yirminci Lem’a, sf. 155)

Biz bu sözünü de hiç umursamadık Üstadım! Gıybetler, karalama kampanyaları gırla gidiyordu birbirimiz hakkında! Bunları yaparken aynı zamanda sana övgüler yağdırmakla meşguldük.

“Euzubillahimineşşeytanivessiyaseh” demiştin ya Üstadım, kusura bakma ama biz bunu da pek sallamadık. Boş sevdaların, hercai yarenlerin peşinde koşarken bir de bunlardan dolayı kırdık birbirimizi…
Anlayacağın Üstadım, sen uhuvvet, rabıta dedikçe, biz her fırsatta kırdık birbirimizi.

Hâlbuki biz böyle mi olmalıydık?
Sen bunlar için mi senelerce mahkemelerde, sürgünlerde, hapishanelerde sıkıntılar, eziyetler, işkenceler çektin Üstadım?
Evlatlarımızın, kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın imanları ateşler içinde yanarken birbirimizle kavga edelim diye mi?

Biz öyle insanlar olmalıydık ki konuşurken “Neye güveniyor?” diye düşünmeliydi insanlar. Çünkü biz tüm kâinata güvenmeliydik. Çünkü biz Kâinatın Efendisine ve Rabbine güvenmeliydik.

Bizi hiçbir şey korkutmamalıydı. O güvendiğimiz kâinat bomba olup patlasa bizi korkutmamalıydı. Çünkü biz bilmeliydik ki “her şey kontrol altında”. Musibeti –büyük veya küçük- bir gönderen var. Her şey onun izni dairesinde gerçekleşiyor.

Bize ne oldu Üstadım? Bizi kimler, neyler bu hallere getirdi?
Cevabını duyar gibiyim: “Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir.”(Yirmi Üçüncü Söz, sf. 290)
Velhasıl, biz sana layık birer talebe olamadık Üstadım…
Hatta biz sana talebe bile olamadık!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
13 Yorum