M. Maruf ÖZÜLKÜ
İstiklal Marşı, milli ruhu şerh eder
Milli Marşlar, milletlerin varoluş hikâyesini anlatan en güçlü ve en özlü metinler olarak kabul edilir. Milletin ruhunu karakterini yansıtır. İstiklal Marşı da bu çerçevede milletimiz tarafından kabul görmüş tartışmasız bir metindir.
Milletimizin ruhunu oluşturan temel unsurları içinde barındıran ve güçlü bir inançla savunan İstiklal Marşı yazıldığı dönemin ruhunu yakalamış, hitap ettiği insanları arzu edilen hedefe yöneltmiştir. Bu anlamda da başarılı bir metindir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma aşamasında Meclis’te başlatılan ilk bağımsızlık çalışmalarından birisidir, İstiklal Marşı.
Olayı önemseyen Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Milli Mücadelenin meşruiyetini içeride ve dışarıda Milli Marş ile duyurmuştur.
TBMM, bu ruha uygun bir milli marş için duyuru yapmıştır. Ve bu ruhu terennüm eden eserin adı da İstiklal Marşı olacaktır. Bunu kaleme alan da eser kadar düz doğru ve abidevi kişiliğe sahip olan Mehmet Akif Ersoy’dur.
Dünyanın geldiği durum medeniyet kavgasının vahşete dönüştüğü, uzun sömürge kavgalarının dünya savaşıyla noktalandığı ve perişan milyonların gücü elinde tutan insafsız otoritelerin zulmü altında inim inim inlediği bir dönemdir.
İmparatorluklar parçalanmış, ulus devletler sahaya sürülmüş oluşturulan yeni kurtlar sofrasında dişi olmayanlara hayat hakkı tanınmamaktadır. Zengin kaynaklara sahip ülkelerin fakir insanları, canavar devletler tarafından payimal edilmek istenilmektedir. Bunun planları yapılmaktadır.
Müslümanların yüzyıllardır dayanağı olan hilafetin merkezi Osmanlı Devleti de ölümcül yaralar almış, tarih sahnesinden silinmek isterken Anadolu’da son bir ümitle yakılan istiklal mücadelesi meşalesi yakıl- mıştır. Millet varını yoğunu ortaya koyarak cepheden cepheye koşmaktadır.
İşte İstiklal Marşının yazıldığı dünya ve ülke vaziyeti budur. Şiir Meclis’te iki defa okur ve coşkuyla ayakta karşılanır. Milletin ruhunu hassasiyetlerini ve beklentilerini ifade eden bir metin olduğu için de ara- dan geçen bunca zamandan sonra da aynı coşku odağı olma özelliğini korumaktadır.
İstiklal Marşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi marşı olduğu kadar en geniş kabul gören mutabakatı hissedilen kültürel kahramanlık ve ortak duygular geliştiren bir manifestosudur. Yasal zorunluluktan öte milli ruhla ve yüksek aidiyet hissiyle her yaştan ve kesimin aynı heyecanla ve coşkuyla sahiplendiği ve saygıyla ilgi kurduğu bir metindir.
Bu ülkede yaşayan herkes ve bu ülkeye ilgisi olan herkesin kendinden çok şey gördüğü bir şiirdir İstiklal Marşı. Şair öylesine bir istidatla kaleme almıştır ki, bir kelimesi ne eksik ne fazladır. Bir duygusu ne yetersiz ne de aşırıdır. Tarih boyu yaşanmışlıklardır anlatılan. Ve bu yaşanmışlıklardan geriye kalan milli kültürdür serdedilenler.
NEDEN İSMİ, İSTİKLAL MARŞI?
Milli Marşımızın İstiklal Marşı olarak isimlendirilmiş olması da dikkat çekici bir husustur. Dilimize Arapçadan gelen ve karşılığı “bağımsızlık” olan kelimenin marşın anahtar kelimelerden biri olması Türklerin asla esir olmaz özelliklerinin özelliğini yansıtmaktadır.
Bir milli mutabakat metni olarak kabul edilen milli marşlar, dillendirdikleri milletin hususiyetlerini, hassasiyetlerini, hamasetini ve istikbale dair ümit ve arzularını ifade etmelidir. Mehmed Akif Ersoy’un kaleme aldığı İstiklal Marşı bu bakımdan “Milli Marş” olma unvanını fazlasıyla hak etmektedir. Dolayısıyla şairimize Milli Şair demek de ancak vakıanın tespiti olmaktadır.
Tarihte büyük devletler kuran ve türlü türlü badirelerden geçmesine rağmen başkasının boyunduruğuna geçmeyi asla kabul etmeyen milletin marşına yakışacak en doğru ve uygun isim “İstiklal Marşı”dır ve şair milli duyguları daha ilk sözde doğru ifade etmektedir.
Trablusgarp, Balkanlar ve Birinci Dünya Savaşını yaşamış savaşlardan yorgun ve bitkin çıkmış milleti yeniden yağa kaldıracak bir metindir İstiklal Marşı. Savaşların akabinde İslam mülkünü, İslam Bayrağının temsil eden son ülkeyi aralarında paylaşmaya kalktılar.
Önce Sevr anlaşması, o muvazaalı olunca 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sonucunda ülkemiz, fiilen İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, gibi emperyalist Batılı Haçlı orduları tarafından işgal edildi. Çaresizliğin ve karanlığın zirvesinde iken başlatılan Milli Mücadele destanı Anadolu’yu yeniden dirilişe götürdü İstiklal Marşı ile hikâyesini bulan süreç imanla ve yüksek fedakârlıklarla zaferle sonuçlandı.
YILGINLIĞA TEPKİ
Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’nı yazarken ümitsizliğe ve yılgınlığa cevap verdiği görülmektedir. Bunu korkuyla yayan endişe merkezli çevreler olduğu gibi bilinçli bir ihanetle yapan kampanyacılar da olmuştur. Birinci kısma örnek olarak gösterilebilecek isimlerden birisi de Süleyman Nazif’tir. Malta’ya sürülen şairin yazdığı “Son Nefesimle Hasbihal” isimli şiiri, tükenmişliğin en dip noktasıdır adeta. Mehmed Akif’in de buna tepki olarak İstiklal Marşı’nı yazdığı görüşü dile getirilmektedir.
“Kahraman Ordumuza...”
Marşın kaleme alındığı döneme bakacak olursak, “istiklal” ruhlara heyecan veren direnişi daha da anlamlı kılan kelime olarak karşımıza çıkmaktadır. Düşmanların hücumu karşısında yılgınlığa ve ümitsizliğe kapılanlara Anadolu direnişini maceracılık olarak göstermeye çalışan gafillere karşı en güzel cevap İstiklal Marşı’dır ve “Korkma” diye başlayan hitabıdır.
Şiirin ithaf cümlesi olan “Kahraman Ordumuza” ifadesi sadece silahlı kuvvetlere atfedilecek sınıfsal bir tevcih değil tüm milletin fertlerini kapsayan bir cümledir. Çünkü milletimizin temel özelliği “asker millet” oluşudur. Ordu ile halkın böylesine bütünleştiği başka bir örnek bulmak mümkün değildir. Savaşı zafere götüren yediden yetmişe herkes yani milletin kendisidir. “Kahraman Ordumuz” da bu ruhtan doğmuştur.
En önemlisi ise İstiklal Marşı bugün de günceldir, yarın da güncel olacaktır. Muhtevasındaki ifadeler, anlamlar ve tasvirler değerini her zaman koruyan olgulardır. Bu yüzden hiçbir eser, Milli Marş yerine ikame edilememiştir, onun yerine geçmeye cüret edememiştir. Milli bir değer olarak dillerde ve gönüllerde yaşamaktadır(...)
ZAFER YOLUNU AYDINLATTI
İstiklal Marşı’nın ilk iki kıtası istiklale olan ümit, güçlü inanç ve bayrağa sesleniştir.
Üçüncü ve dördüncü kıtalarda ise “ben” diyerek millet adına konuşmaktadır. Konu hürriyet tutkusu ve iman gücüdür.
Beşinci ve altıncı kıtalarda ise, şehit kanıyla sulanan vatan toprağının değeri ve Allah’ın zafer vaadidir. Yedinci ve sekizinci kıtalarda ise duadır ve mukaddesatın muhafazasıdır.
Dokuzunca kıtada ise zafer akabinde ruhunun ve na’şının sevinçten göğe yükselmesini ifade edecek ka-dar vecd ve yüksek şükür vardır.
Son kıtada ise istiklali ve hürriyeti hak eden milletin bayrağına selam vermektedir.
Aruz veznini ustaca kullanan Mehmet Akif Ersoy’un güçlü akıcı bir üslupla ve yüksek bir hamasetle kaleme aldığı Milli Marş, Milli Mücadelenin zafere giden yolunu aydınlatmış ve az buçuk ümitsizliği olanların ye’sini yerle bir etmiş eşsiz kahramanlıklara şahitlik etmiştir. (...)
“Korkma” kelimesi ile başlaması rastgele bir seçim değildir. Savaşlardan yenilgilerden yorgun düşen her tarafta istilacıların namlusunu gören ve istiklal mücadelesini veren bir millete ilk söylenecek söz elbette “korkma” olmalıdır.
“Korkma sönmez” diye söze başlamak muhatabın zihnine zafer penceresi açmaktır. Bu kelimelerle söze başlamanın arka planında, “Henüz söylenecek sözü- müz var. Biz daha ölmedik. Biz de istiklali ve istikbali taşıyan ruh sönmedi-sönmeyecek” vurgusu vardır.
Millete imanından kültüründen ve tarih bilincinden kaynaklı bir göndermedir; “Korkma sönmez…”
Allah Kur'an-ı Kerim’inde birçok ayette, “Allah’tan ümit kesmeyin” diye buyurmaktadır. Yusuf suresi 87. Ayette “Allah’tan ümit kesmeyin. Çünkü Kâfirler topluluğundan başka kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez” diye buyurmaktadır.
Bir şiirinde ümitsizliğin dehşetini şöyle anlatmaktadır:
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak… Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle. İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:"
LA TAHZEN: ÜZÜLME-KORKMA
“Korkma” kelimesi ile söze başlayan Milli Şairimiz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında yaşadığı olayı da hatırlatmaktadır.
Mekkeli müşriklerin eza ve cefalarının arttığı bir zamanda Allah’ın emriyle Müslümanlar önce Habeşis- tan’a ardından Medine’ye hicret edeceklerdi. O günün Mekke’sinde Peygamber Efendimize (sav) ve arkadaşlarına hayat imkânı neredeyse kalmamıştı. Medineli- lerin daveti ve Allah’ın izni olunca hicret yani göç etme zorunlu bir hal olmuştu. Müslümanlar birer ikişer gittikten sonra sıra Hazret i Peygamber’e (sav) ve sadık arkadaşı Hz Ebubekir’e (ra) gelmişti.
Olay kaynaklarda şöyle geçmektedir:
“Resül-i Ekrem(sav), hemen Ali bin Ebi Talip haz- retlerini çağırdı ve kendisinde şunun bunun emanet-leri olan eşyayı teslim etti.
“Ey Ali, ben Medine’ye gidiyorum, bu emanetleri sahiplerine ver, ondan sonra sen de durma gel; fakat şimdi benim yatağıma yat ki, müşrikler beni uykuda zannetsinler" dedi.
Ali Kerremallahu Vechehu (kv) Hazretleri, Resül-i Ekrem’in (sav) yatağına yattı ver yeşil hırkasını kendi üzerine örttü.
Hazret-i Peygamber (sav) bir avuç toprak aldı ve Yasin suresinin başından ”Ve cealne min beyni eydihim sedden” ayet-i kerimesinin sonuna kadar okudu. O toprağı kapısının önünde bekleyen müşriklerin üzerine saçtı ve aralarından çıkıp gitti. Kör gibi bakıp durdular ve onu görmediler.
Biraz sonra müşriklerin kendi adamlarından biri geldi, “Burada ne bekliyorsunuz?” dedi.
“Muhammed’i (sav) bekliyoruz” dedikleri zaman. “Muhammed (sav) sizin başınıza toprak saçıp aranızdan geçip gideli çok zaman oldu, bir kere kılığınıza bakınız” diyerek onlarla alay etti. Birbirine baktıkları zaman üstlerinin, başlarının toz toprak içinde kalmış olduğunu gördüler. Fakat hane-i saadetin içerisine bakıp, yatakta Hazret-i Ali’nin (kv) yatağını fark edemeyerek, “işte Muhammed (sav) yatıyor” dediler.
Sonra Hazret-i Ali (kv) kalktı, onu gördükleri zaman şaşırıp kaldılar. “Muhammed nerede?” dediler. Hazret-i Ali, “bilmem” deyince, habisler hayrette kalıp ne yapacaklarını şaşırdılar.
Resül-i Ekrem’in (sav) böyle gözlerden kayboluvermesi Kureyş’in ulularına pek güç geldi. Mekke’yi altüst edip, Hazret-i Muhammed’i (sav) bulamadıkları için çıkası canları çok sıkıldı.
“Muhammed’i (sav) kim bulursa yüz deve vereceğiz” diye her tarafa ilan ettiler. İçlerine ne kadar hırsız, katil ve hayr u şerri bilmez delikanlı varsa, kimi kılıcı, kimi sopası ile Mekke dışına çıkıp araştırmaya başladılar.
Resül-i Ekrem (sav) ise, o gece evden çıktıktan sonra bir yerde gizlendi. Ertesi gün öğle vakti Ebu Bekir’in (ra) hanesine gitti. Kapısının önünde durdu, şeriat terbiyesi üzere, “içeri girmeye ev sahibinin izni var mı?” diye sordu. Hazret-i Ebu Bekir (ra), “Buyrun ey Allah’ın Resulü” (sav) deyince içeri girdi ve Allah tarafından hicrete izin verilmiş olduğunu bildirdi.
Hazret-i Ebu Bekir (ra), “ben de birlikte miyim?” diye sorunca, Resül-i Ekrem (sav) “Evet” cevabını verdi. Hazret-i Sıddık (ra), bu müjdeyi alınca o kadar sevindi ki, gözlerinden sevinç yaşları döküldü. Hemen evinde bulunan develerden birini Hazret-i Peygambere arzetti. Resul-i Ekrem (sav),
“Teşekkür ederim, ama şimdi hediye kabul etmem, satın alırım” dedi ve hemen parasını verdi. O deve, Hazreti Peygamber (sav) için, başka bir deve de Ebu Bekir (ra) için hazırlandı. Usta bir kılavuz olan Abdullah bin Ureykıt adında bir kılavuzu ücretle tuttular. Develeri belli zamanda Mekke’nin alt tarafında aşağı yukarı bir saat uzakta bulunan Sevr dağına götürmek üzere kendisi ile anlaşarak, develeri teslim etti.
SEVR DAĞINDAKİ MAĞARA
“Hazret-i Peygamber (sav) o gün akşama kadar Hazret-i Ebu Bekir’in (ra) evinde oturup, gece Ebu Bekir (ra) ile beraber yola çıktılar ve Sevr dağına gittiler. Orada ıssız bir mağara vardı, içine girdiler. Allah’ın emri ile hemen bir örümcek gelip, mağaranın ağzına ağını gerdi ve bir çift güvercin de gelip oraya yumurtladı.
Kureyş’in arayıcıları, Sevr dağının her tarafını dolaştılar, bir kısmı da Ümeyye bin Halef ile beraber mağaranın önüne ulaştılar.
“Şu mağarayı da arayalım” diye birbirleri ile konuştular. Ümeyye, “Allah akıllar versin, orada ne işiniz var? Muhammed (sav) doğmadan örümcekler orada ağ kurmuş, sonra güvercinler yuva yapmış” denmesi üzerine hepsi birlikte dönüp gittiler.
Hâlbuki mağara ağzına geldikleri zaman, Resul-i Ekrem (sav) ile Hazreti Ebu Bekir (ra) onları görüyordu; fakat onlar görmüyorlardı.
Hatta onlar mağara ağzına yaklaştıkları sırada. Hazret-i Ebu Bekir (ra) pek ziyade üzülerek, “Ya Resulullah (sav), beni öldürürlerse gam yemem; fakat Allah göstermesin sana bir zarar gelirse, bütün ümmet mahvolur” deyince, Resul-i Ekrem (sav) şöyle teselli etti:
“Korkma, Allah bizimle beraberdir.”
Müşrikler dönüp gittikten sonra, Hazreti Ebu Bekir (ra) “Ey Allah’ın Resulü (sav) eğer içlerinden biri şöylece önüne bakıverse idi bizi görürdü” deyince, Resulü Ekrem (sav), “Sen o iki arkadaşı ne zannediyorsun? Onların üçüncüsü Allah idi” (Tevbe suresi 40. Ayet) buyurdu.
Hazret-i Ebu Bekir (ra) mağaraya girince bir delik görmüştü. Orada yılan ve çiyan gibi bir zararlı hayvan çıkıp da Resul-i Ekrem’e (sav) bir ziyan vermesin diye, orasını ayağı ile tıkayıp oturdu. Resul-i Ekrem de (sav) ona dayanıp uykuya vardı.
O esnada o delikten bir yılan Ebu Bekir’in (ra) ayağını soktu. Fahr-i Alem (sav) uykudan uyanmasın diye Hazret-i Ebubekir (ra) ayağını çekmedi. Fakat canı çok acıdığı için gözlerinden yaş geldi ve bu yaşlar, mübarek yüzüne damlayınca, Resul-i Ekrem (sav), uykudan uyandı.
“Ne var ya Eba Bekir? (ra)” diye sordu. O da: “ayağımı bir şey soktu ama zarar yok, anam babam sana feda olsun, ya Resulullah (sav)” diye cevap verdi.
Resul-i Ekrem (sav) kalktı, yılanın soktuğu yere tükürüğünü sürdü; derhal ayağının acısı durdu.
SEVR ÇAĞRIŞIMLARI
Hazret Peygamber (sav) ve arkadaşı Sevr mağarasına sığınmışlardı ve onları öldürme kastıyla gelen Mekkeli müşrikler Sevr’in kapısına dayanarak onları kuşatmak istiyorlardı.
İlginç bir benzerlik olacaktır ki, İslam’ın son bayraktarı milletimiz de Sevr antlaşmasına dayanılarak yok edilmek istenilmektedir.
İmanlı Şairimiz de Son Peygamber’in (sav) sünnetine uyarak milletine Allah’a sığınma tavsiyesinde bulunuyor ve “La tahzen innellaha meana” yani “Korkma Allah bizimle beraberdir” hakikatini Milletin marşı yapmış ve bu ruhla “Korkma diye söze başlamıştır
Aslında Müslümanlarda baş gösteren hastalıklardan biri de yeis yani ümitsizliktir. Her cephede yaşanan geri kalmışlık ve bunun sonucu yaşanan yenilgilerin büyüttüğü ve bir heyulaya dönüşen kâbusu anlatır.
(İstiklal Marşı Kültürü kitabından)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.