Caner KUTLU
Medeniyet fantazileri
Emek ve ittihad -28
“İnsanlara, tezgahlara, kağıtlara kolaydı
Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı.”
Behçet Necatigil
"Başkasının minneti altına girmektense yüz yamalı elbise giymek daha evladır." Peki ya evlatlar?
Yapılan araştırmalarda Türkiye’nin en önemli sorunu sıralamasında ekonomi birinci sıraya yerleşti. Vatandaş, işsizlik ve hayat pahalılığından şikâyetçi. Bediüzzaman'ın ‘derd-i maişet belâsı’ dediği durum insanları olduğundan çok farklı yerlere sürükleyebiliyor.
Bu hâl yüzünden Üstad, "Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde dünya işlerini de bilmiyorsunuz" diye sistemi suçluyordu.
İktisad meselesi sermaye-kapitalist-emek sisteminde özellikle emek için denklemin en hayatî yerinde duruyor. Batı medeniyeti gelecek tasavvurunu insanın materyale ve materyal ile meydan okumasına kurduğu için teknolojiye o kadar yükleniyor ki hayatın amacı yerine koyuyor. Diğer taraftan para ile geleceği ve gelecek ahlakını satın alabileceği sistemleri kuruyor. Bunun getirdiği netice çoğu emekçi insanları iradesiz, etkisiz ve tembelliğe mahkum ediyor. Yani emeğin anlamını ortadan kaldırıyor. Üretici ve geliştirici olmayanları yalnızca kullanıcı olmaya mahkum edebiliyor. Şüphesiz, bu, insan neslinin kendi emeği ile kendini yemesi demektir.
Bediüzzaman “...bize şimdiki tarz-ı hayat yaramaz. Bize bu dünyada daha safi ve âlî ve kudsî bir hayat-ı masumane ihsan edildiğinden ona kanaat lâzımdı” (Barla Lahikası) diye uyarıyordu talebelerini.
Nitekim daha o yıllarda, örneğin (1921 yılında) Hizmet-i Umumiye Müessesesi'nin gazetelerde yer alan reklamı şunları vaad ediyordu: "Parayı en emin ve kârlı şartlarla işletiriz. Başka yerlerdeki merhunatınızı (rehinler) derhal kaldırtırız. Hanesizlere hane, işsizlere iş buluruz."
Merkezi Beyazıt'ta bulunan Hizmet-i Umumiye Müessesesi daha sonra hileli bir şekilde iflas edecektir.
Bediüzzaman bunları aslında öngörüyordu. Bu öngörüsü bir medeniyet eleştirisi ötesinde çok değerli ilkelerle sonraki yüzyılları aydınlatabilir. Şöyle diyordu Üstad:
“Sen eskiden şarktaki bedevi aşairde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan "mimsiz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevab: Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları, faidelerine racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa'y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tenbel eyledi. Semavî Kur'anın kanun-u esasîsi ﻟَﻴْﺲَ ﻟِﻠْﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﺳَﻌَﻰ ٭ ﻛُﻠُﻮﺍ ﻭَ ﺍﺷْﺮَﺑُﻮﺍ ﻭَ ﻟﺎَ ﺗُﺴْﺮِﻓُﻮﺍ ferman-ı esasîsiyle: "Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas ve avam tabakası birbiriyle barışabilir" diye Risale-i Nur bu esası izahına binaen kısa bir-iki nükte söyleyeceğim:
Birincisi: Bedevilikte beşer üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç-dört hâcatını tedarik etmeyen on adedde ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zalime-i hazırası sû'-i istimalât ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcatı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'an'ın kanun-u esasîsi olan "vücub-u zekat, hurmet-i riba" vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti!
İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete sevk ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor. Meselâ: Risale-i Nur'daki "Nur Anahtarı"nın dediği gibi: "Radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz, malayani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip, sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa'y ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zarurî ihtiyacata sarfedilmeye mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'î misale binler misaller var.
Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisad ve kanaat esasını bozup, israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi' ediyor. Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû'-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.” (Hutbe-i Şamiye)
Medeniyet yolculuğu, Bediüzzaman’ın Münazarat gibi eserlerinde özellikle incelediği gibi, bir sonu alınmaz yola girmişti. Bugün gelinen noktada meydan yeniden ‘medeniyet fantazileri’ne kalmış görünüyor. Bediüzzaman’ın “Kardeşlerim, belki ben öleceğim” diyerek geleceğe ait önemli bir uyarısı dikkate değerdir: “Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfüruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştihası, tiryakilik gibi hastalıklardır.” (Emirdağ Lahikası-2)
Orhan M. Arıburnu, “Ümit fakirin ekmeği ye Mehmet ye” demişti. Gelecek zengin ile fakiri bu noktada eşitliyor çünkü... Belki bugünkü en büyük bir sorun da, geleceği de ümidi de şimdiden yiyip tüketmek alışkanlığıdır. Fakirin zengin gibi yaşama ümidi ve geleceğini bugünden satın alması. Bu geleceği de ümidi de bitirecek bir şey.
Bu aşamada Bediüzzaman tam da güncel bir hususa dikkat çekiyor: izzet-i İslâmiye. Müslüman coğrafyanın her problemde Avrupayı ve Batı medeniyetini suçlaması, kendi içinde çelişkili sonuçları üretiyor. Halbuki izzet-i İslâmiye gereği Müslüman hiç kimseden bir beklenti içinde olmaz. Avrupa’nın dilenciliğine tenezzül etmez. Bu sadece ekonomik değil; hak, adalet noktasında da böyledir. Müslümanın başkalarını suçlama gereği yoktur. Zulme maruz kalmak da zulmetmek de Müslümanın iç problemidir. Dünyada olan her olay ve sonuçta izzet-i İslâmiye gereği Müslümanın vicdanı sorumludur.
Bediüzzaman’ın alem-i İslâma indirilen darbelerden acı çektiği gibi II. Dünya Savaşı ve diğer hadiseler vesilesiyle gayri Müslim masumlardan da izzet-i İslâmiye gereği sorumluluk hissettiği bir gerçektir. Çünkü İslâmiyet insaniyet-i kübradır. Bu kapsayıcılık insanîyet-i suğra olan medeniyetin üzerinde bir izzet ve azameti gerektirir.
Bediüzzaman’ın medeniyet hususunda da, Müslümanları özgürlük isteyen, adalet talep eden, şikayet eden, kapıları gezen değil Medeniyet tesis eden, hürriyet ve adalet, fazilet ve hakkaniyet ilkelerini ortaya koyan, işleten, gösteren, örnek olan ve lisan-ı hâl ile ilân eden bir gereği ifade ediyor. Bunun şartı da, medenî milletlere karşı (elbette, öncelikle medenî olmak) mahkûm değil hâkim olarak gelmektir. Mülteci, esir ya da köle olarak değil; galip olarak medenî memleketlere girmektir. Sığınmak, tutunmak, direnmek için değil; tebliğ ve irşad için hicret etmektir. Üstad şöyle diyor:
“Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i'lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i'lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye'nin iman ile kat'î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı manevîsi o kat'î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şübhe edilmez.
Evet nasıl ki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.
Biliniz ki:
Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.
Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me'yus olup ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümidsizlikle zannediyorsunuz ki, dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.
Madem meylü'l-istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da nev'-i beşerin eski hatiatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah...” (Hutbe-i Şamiye)
Necip Fazıl’ın söylediği bir temenni şüphesiz her mümin yüreğinde saklıdır:
“Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.