Medresetü'z-Zehrâ: Üniversite projesi mi, medeniyet projeksiyonu mu?

Medresetü'z-Zehrâ: Üniversite projesi mi, medeniyet projeksiyonu mu?

Önce rahatımızı kaçıracak birkaç önemli soru sormamız gerekiyor: Bediüzzaman Hazretleri, ne zaman yaşamıştı? Bediüzzaman’ın ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığını bihakkın bildiğimizden pek emin değilim; o yüzden, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek böylesi bir soru soruyorum.

Bu sorunun cevabı, biraz da ikinci soracağım soruda gizli: Medresetü’z-Zehrâ “proje”si, bir üniversite projesi midir hakikaten? Görünüşte öyle; ama gerçekte de öyle mi acaba?

Aslında bu iki sorunun cevabı da bizzat Külliyât’ta var; ama bir alt metin olarak dercedilmiş ya da “şifrelenmiş” olarak var.

 

Bir Üniversite Projesi Değil…

 

Birinci sorunun cevabını vuzûha kavuşturabilmenin yolunun, ikinci sorunun cevabına bihakkın açıklık kazandırmaktan geçtiğini söylemiştim. O hâlde, meseleye, ikinci sorudan başlayarak açıklık kazandırmaya çalışalım.

İkinci soruya verilebilecek net bir cevap var. Şu: Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi değildir. Bu proje, görünüşte, bir üniversite projesidir ama gerçekte, üniversite projesi, bu projenin yalnızca bir parçasını teşkil eder.

Bediüzzaman’ın yapmaya çalıştığı, neredeyse, hayatı boyunca mücadele ettiği şey, bir üniversite projesi olabilir mi, bir üniversite projesine indirgenebilir mi? Elbette ki, hayır.

 

Bediüzzaman, bu “proje”siyle aslında daha esaslı, daha kalıcı, daha köklü, daha muhkem bir şey yapmak istiyordu. Tabir câizse, üniversite, bir “bahane”ydi; bir “vesile”ydi asıl yapmak istediği, hayata geçirmek istediği, hayatını ortaya koyduğu, mücadelesini ve mücahedesini verdiği şeyi gerçekleştirebilme sürecinde.

Medresetü’z-Zehrâ’nın, sadece bir üniversite projesi olmadığını, bir üniversite projesinden çok daha fazla, çok daha muazzam ve muazzez bir şey olduğunu nereden çıkarıyorum ve bunu nasıl anlayacağız?

 

Bir Medeniyet Projeksiyonu…

 

Medresetü’z-Zehrâ projesinin bir üniversite projesinden daha fazla bir şey olduğunu bizatihî Bediüzzaman’ın söylediklerinden çıkarıyorum. Bediüzzaman, bu projenin gerekçesini Münâzarât’ta, bu projeyi sorulu cevaplı Sokratik bir yöntemle münazara ederek izah ettiği ilgili bölümde şöyle açıklıyor: “Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm bir şey isteriz” (İlk Dönem Eserleri, s.507).

Bediüzzaman, istediği şeyi dile getirirken ve gerekçelendirirken kurduğu cümlelerin ilk bakışta maksadını anlatmak için kifâyet etmeyeceğinin ve belki de bugünleri de öngörerek yanlış anlaşılabileceğinin son derece farkında olduğunu gösteren bir sual’le istediği şeyin ne olduğunu vuzuha kavuşturuyor.

 

Sorduğu sual şu: “Maksadını müphem bırakma, ne istersin?

Üstadın, deyim yerindeyse, Derrida’vârî dekonstrüksiyon / yapısökümcülük yaparcasına özenle seçtiği kelimeler ve kurduğu cümlelerle, bu soruya verdiği cevap, talep edilen şeyin çekirdeğini “üniversite”nin teşkil ettiğini ama asıl maksadın, asıl hedefin üniversiteyi ziyadesiyle açtığını gösteren bir cevap.

Cevap’ta Bediüzzaman, Bitlis’te ve “Bitlis’in iki refikası” olan Van ve Diyarbakır’da Medrestü’z-Zehrâ adıyla kurulacak “dârülfünûnu mutazammın pek âli bir medrese” olduğunu vurguluyor ve bu “medrese”nin kuruluş gerekçesini -biraz önce alıntıladığım gerekçeleri daha pekiştirecek bir şekilde şöyle açıklıyor: “Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, ictimâî hayatımız, Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.” (s. 507).

 

Daha sonra bu Medresetü’z-Zehrâ’nın, neden medrese olarak isimlendirilmesi gerektiğini, mektep-medrese-tekke’den oluşacak bu tasarı’nın / tasavvur’un amacının “şu havuza tevhid-i medâris (medreselerin birleştirilmesi) tarikiyle mühim bir çeşmeyi akıtmak“ olduğunu belirtiyor (s. 509).

Bediüzzaman’ın gerçekleştirmek istediği şey, herhangi bir üniversite kurulması çabası değildir. Bilakis, Bediüzzaman’ın yapmak istediği şey, İslâm medeniyetinin yaşadığı bu ikinci büyük buhranı anlamlandırabilecek ve aşabilecek kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirleyerek, bu hedefleri adım adım hayata geçirmeyi mümkün kılacak, bir medeniyetin teşekkül süreçlerini oluşturan bir biliş (ilim/mektep/Mekke süreci), oluş (medrese/irfan/Medine süreci) ve varoluş (felsefedeki değil, tasavvuftaki anlamıyla hikmet /tekke-zaviye / medeniyet süreci) yolculuğunun temellerini atmak, böylesi bir yolculuğa bizatihî öncülük etmektir.

 

Tam da âyette (Fussılet: 41/53) belirtildiği üzere, âfâk’tan enfüs’e doğru gerçekleştirilecek, bütün zamanları seferber edecek, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilecek ve bütün zamanların çocuğu olmasını sağlayabilecek bir ümmîleşme yolculuğuna, çağ aşan ve çağ açacak nebevî bir yolculuğa, hakikat yolculuğuna soyunmak…

Bediüzzaman’ın bizatihî kendisi bunu yapıyor ve bu yolculuğun Müslümanlar tarafından da nasıl yapılabileceğinin programını, yol haritası sunuyor bize Medresetü’z-Zehrâ’yla...

 

Bediüzzaman, bu gözlemlerimi doğrulayan enfes bir paragrafla bitiriyor Medresetü’z-Zehrâ tasarısı, tasavvuru veya tahayyülü hakkında söylediklerini: “Elhâsıl: İslâmiyet hâriçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahî bir mecmaü’l-küll (ortak toplanma yeri), biri diğerinin noksanını tekmil (tamamlamak) için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî (etrafına nur saçan muhkem bir saray) timsalinde arz-ı dîdar edecektir (kendini gösterecektir). Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahî o kasr-ı İlâhîyi hâricen temsil edecektir.” (s.512).

 

Medeniyet Buhranının Nasıl Aşılabileceğinin Yol Haritası…

 

Sadece bu sonuç paragrafı bile, Medresetü’z-Zehrâ’nın basit bir üniversite projesine indirgenemeyeceği, Medresetü’z-Zehrâ’nın salt üniversite projesine indirgenmesinin Bediüzzaman’ın bütün yapmak istediklerinin bir çırpıda berhava edilmesi, anlamsızlaştırılması ve kısa devre yapması anlamına geleceği gerçeğinin -altının özenle çizilerek- vurgulanması gerektiğini adeta ihtar ediyor bize.  Aksine bu önemli sonuç paragrafı, bize, Medresetü’z-Zehrâ’nın, genelde yaşanan medeniyet buhranının anlaşılıp / idrak edilip, anlamlandırılıp / münazara edilip, nasıl aşılabileceğinin yol haritasını sunan çok katmanlı bir medeniyet tasavvuru ve yolculuğu / projeksiyonu / teklifi olduğunu yeteri kadar gösteriyor, diye düşünüyorum.

 

Bu tespitimin en müşahhas göstergesi, Bediüzzaman’ın, neredeyse bütün bir ömrü boyunca, Medresetü’z-Zehrâ’yı hem bilfiil, hem de bilkuvve hayata geçirmek cehdi ve gayreti içinde olmasıdır. Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ’yı, bir üniversite projesi olarak bilfiil hayata geçiremiyor; ama bir medeniyet projeksiyonu olarak hem Risalelerle, hem de bizatihî kendinde bilkuvve hayata geçiriyor.

 

Burada hayretâmiz bir hikmet-i ilahî var: Rabbimizin kudret eli, Medresetü’z-Zehrâ’nın bir üniversite projesi olarak bilfiil hayata geçirilmesine izin vermiyor. En doğrusunu hiç şüphesiz ki, Allah bilir ama; eğer Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi olarak hayata geçirilmiş olsaydı; İslâmî bir vasat’ın hükümferma olmamasından ötürü (ki, bu nokta çok hayatî bir noktadır; lütfen dikkat edilsin), bir üniversite projesi olarak aslâ beklenen sonucu vermezdi ve daha önemlisi de, Bediüzzaman’ın yapmak istediği, daha doğrusu İlâhî kudret’in “Bediüzzaman eli”yle asıl yaptırmak istediği şey, yapılamazdı.

Şunu söylemek istiyorum: Medresetü’z-Zehrâ, bir proje değil; hele de salt bir üniversite projesi değil; bilakis, bir medeniyet projeksiyonuydu / teklifiydi. Bu teklif, bihakkın mükellef olabilecek, bedel ödemeye hazır asil, asalet sahibi (yani semantik intiharı fark etmiş ve aşmış) insanlar ve İslâmî bir vasat inşa edilebildiği zaman, hayata geçirilebilirdi ve (buraya dikkat!) işte Medresetü’z-Zehrâ da, bu asalet sahibi (epistemolojik olarak özgün ve özgürleşmiş, semantik intiharı / çağ körleşmesini aşmış) insanlar ve bu insanların tekevvün ettikleri bir mekân / İslâmî vasat inşası projeksiyonu, tasavvuru, tahayyülü anlamında bir varoluş “proje”siydi.

 

Burada fark edilmesi gereken en temel mesele ve buraya kadar geliştirdiğim argümanlardan sonra gelinmesi  gereken en temel nokta şu: Medresetü’z-Zehrâ, Bediüzzaman’ın İslâm dünyasının yaşadığı bu ikinci büyük medeniyet buhranının hem epistemolojik / zihnî arınma, hem fenomenolojik / İslâmî vasatın inşası, hem de ontolojik / hakikatin bihakkın hayat bulması, hayat olması ve herkese hayat sunması süreçlerinin nasıl hayata geçirilebileceğinin yol haritasını bilkuvve sunan ama bunun müşahhas timsalini temsil eden bir “proje”dir.

Özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, şunu demek istiyorum: Medresetü’z-Zehrâ, Risale-i Nûr’un, Müslümanların yaşadığı medeniyet buhranını nasıl aşabileceklerini gösteren üç aşamalı yol haritasının programıdır.

 

Yol Haritasının Anahtarı: Ümmîleşmek

 

Tam bu noktada sorulması ve izi sürülmesi gereken hayatî soru şu: Biz, bu programı, nasıl hayata geçirebiliriz? Ya da şöyle sorayım: Bediüzzaman’ın bilkuvve hayata geçirdiğini söylediğim ve Medresetü’z-Zehrâ tasavvurunda tecessüm eden, ete kemiğe büründürülen bu programı, nasıl bilfiil hayata geçirerek gerçeğe dönüştürebiliriz?

Bu sorunun tek cevabı var: Tıpkı veraset-i risâleti üstlenen Bediüzzaman’ın yaptığı gibi, Ümmîleşerek. Yani?

 

Yani’si şu: Algı kapılarımızı kapatan, algılama / idrak biçimlerimizi tersyüz ederek bizi çağın ağlarına ve bağlarına, kavramlarına ve bağlamlarına mahkûm eden semantik intiharla (anlam, istikamet ve vasat’ın yitirilmesi’yle) sonuçlanan çağ körleşmesinin önce farkına vararak, sonra da zihnimizi çağın ağlarından ve bağlarından arındıracak çok yönlü, çok katmanlı bir biliş, bir oluş, bir varoluş yolculuğuna soyunarak. Tıpkı Efendimiz’in sünnet-i seniyye’siyle (biliş / ilme’l-yakîn, oluş / aynel-yakîn ve varoluş / hakka’l-yakîn süreçleriyle) yaptığı, hayata geçirdiği gibi, hakikati bütün boyutlarıyla hayata geçirerek.

 

İşte Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehrâ projeksiyonu, bize, çağımızda tam da bunun nasıl hayata ve harekete geçirileceğinin -bugüne kadar geliştirilmiş- en mükemmel, en emniyetli ama en zorlu programını sunuyor.

Bediüzzaman’ı çağının diğer bütün âlimlerinden, mütefekkirlerinden ayıran, ayrıksı bir yere yerleştirmemize imkân tanıyan püf nokta burada gizli. Yazının başında sorduğum iki sorudan ilkinin (yani, Bediüzzaman’ın “ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığından gerçekten emin miyiz?” şeklinde sorduğum sorunun) cevabını da bu “püf nokta”yı açıklığa kavuşturduğumuz zaman cevaplandırma imkânına kavuşabiliriz.

Bu püf nokta’yı şöyle vuzuha kavuşturabileceğimizi düşünüyorum.

 

Çağ Körleşmesini Aşmadan Kur’ân’dan İlham Alınabilir mi?

 

Bediüzzaman, daha önce de dikkat çektiğim gibi, hem çağının çocuğu bir mütefekkirdir; hem de çağ aşan ve çağ açacak nev-i şahsına münhasır tek mütefekkirdir çağımızda. O yüzden, izlenecek yolun, ümmîleşme olduğunun idrakindedir: “Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrakine İslâm’ı söyletme”nin asrın idrakini, Kur’ân’a söyletmek olacağını, Kur’ân’ı ancak asrın idrakiyle söyletmeye izin vereceğini; bunun, cinayetle sonuçlanabileceğini -deyim yerindeyse- iliklerine, hücrelerine kadar bihakkın idrak etmiş yegâne mütefekkirdir.

 

Eğer Risalelere bir bütün olarak bakabilme düzlemine çıkabilirsek, bizatihî kendi ifadesiyle, “mihenge vurmasını” bilebilirsek, yani metni, semantik intiharın / çağ körleşmesinin mahkûmları olarak değil, çağ körleşmesinin farkına varan ve bu semantik intiharın nasıl aşılması gerektiği konusunda dikkate değer bir mesafe kateden kişiler katına yükselebilirsek, Bediüzzaman’ın yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılması (mektep / ilim), anlamlandırılması (medrese / irfan) ve aşılması (tekke / tasavvufî hikmet) sürecinde nasıl hayretâmiz ve harikulâde bir ümmîleşme programı uyguladığını da fark ve idrak edebiliriz.

 

Bunun için tıpkı Efendimiz’in (sav) yaptığı, tıpkı veraset-i risaleti bihakkın üstlenmek için her şeyini feda eden, her türlü bedeli ödemekten bir an için olsun çekinmeyen Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu gibi, önce firak ateşiyle yanmalıyız: Yani, Teşbîhî / beşerî düzlemin iliklerimize kadar yaşattığı firak ateşi her bir tarafımızı yakabilmeli, Tevhid / İlahî şuur vücud bulabilmeli (mektep / ayne’l-yakîn / akval-söz / biliş / Mekke süreci); sonra bu firak ateşinin tattırdığı hakikat nurunun tefrik meşalesini elimize alabilecek bir mertebeye / Tenzih mertebesine yükselebilmeyiz (medrese / ayne’l-yakîn / ef’al / oluş / Medine süreci) ve son olarak da, bizi hakikate eriştiren, hakikatle buluşturan ve hakikatle hemhâl, hemdost, hemdert kılan, biliş ve oluş süreçlerine hayatiyet kazandıran varoluş (tekke / hakka’l-yakîn / ahvâl / medeniyet yolculuğu) sürecine çıkabilelim ve fark olalım; hakikatin temin, tesis ve teşekkül ettirdiği fark’ın farkını, yani (vahiy sonrası süreçte, yalnızca teşbîhî düzlemde yaşamak zorunda kalan insanın, İlâhî Şuur’la / Tevhid’le donanan Nebevî Şuur’un kusursuz yansıması hâline gelen Teşbîhî / beşerî düzleme katıksız Tevhîdî bir boyut kazandıran) hakikat güneşini yansıtan bir ayna vazifesi gören, dolayısıyla hakikati insana ve bütün insanlığa sunabilecek bir kıvama / ahsen-i takvîm’e ulaşabilelim.

İşte bu uzun ve zor’lu cümlede özetlediğim -ve belki birkaç kez okunduğunda bihakkın anlaşılabilecek- Bediüzzaman’ın bir medeniyet projeksiyonu olarak Medresetü’z-Zehrâ tasavvuru bu çerçevede idrak edilebildiği zaman hakikaten anlaşılabilir ve hayata geçirilebilir.

 

Ulûm-u Diniyye ile Fünûn-u Medeniye’nin Mezcedilmesi Ne Demek?

 

Burada Bediüzzaman’ın, semantik intiharın kurbanı olmak şöyle dursun, bu semantik intiharı yerle bir eden çift yönlü işleyen muazzam bir dil kurduğunu görmemiz gerekiyor öncelikle.

Bir yandan, “ülûm-u diniye ile fünûn-u medeniyenin imtizacı”ndan sözediyor, bu imtizac’tan hakikatin doğacağını; ama öte yandan da, Medresetü’z-Zehrâ tasarısı’nın üç sütununu -sırasıyla- mektep, medrese ve tekke’nin oluşturacağını söylüyor.

Dikkatli bir gözle bakıldığında, burada, Bediüzzaman gibi bir mütefekkirde görülmeyecek, olmaması gereken ciddî bir çelişki olduğu görülecektir. Şöyle bir çelişki: Mektep’te ne öğretilecek? Akla dayalı “fünûn-u medeniye” veya “fünûn-u cedîde” yani “modern bilimler”. Medrese’de ne öğretilecek? Kalb’i eksene alan “Ulûm-u diniye”. Tekke’de ne öğretilecek? Vicdan’ın hâlleri.

 

Düz mantıkla ya da Bektaşî mantığıyla bakıldığında, böyle bir proje var karşımızda. Oysa böylesi bir proje, Bediüzzaman’ın kendi ifadesiyle “İslâm’a hizmet etmek” ya da “İslâm’ı canlandırmak” yerine; tam bir hezimetle sonuçlanacak, İslâm’ı tanınamaz hâle getirecek bir projedir.

O hâlde bugün kavramakta zorlandığımız çok hayatî bir mesele var burada: Bediüzzaman, görünüşte, “modern bilimler”le “İslâmî ilimler”in mezcedilmesinden sözediyor. Ama gerçekte, önerdiği şey, bu kadar sığ ve zihnimizi tarumâr edecek ve sığlaştıracak kadar basit bir proje olabilir mi?

 

Kesinlikle hayır! Bediüzzaman’ın ilkin böyle bir dil kullanması; onun çağının sorunlarını derinlemesine kavrayan, çağının çocuğu olmasını sağlayan bir düşünür olmasının zorunlu bir sonucudur. Ama Bediüzzaman, yaşadığı çağın çocuğu değildir yalnızca. Eğer Bediüzzaman yalnızca yaşadığı çağın çocuğu olsaydı, çağ aşan ve çağ açacak bir düşünür olarak görülemez; sadece yaşadığı çağın ağlarına ve bağlarına takılıp kalan bir kişi olarak tarihteki yerini alırdı.

Yani Bediüzzaman, çağının içinden geçtiği, bütün insanlığın iliklerine kadar yaşadığı derin varoluşsal sorunları müdrik bir mütefekkir olarak bidayette böylesi bir beşerî dil kurmak ve çağının dilini kullanmak zorundaydı. Ama bu nihayete kadar böyle bir dil olabilir mi/ydi? Olamaz/dı tabiî ki.

 

Beşerî Dil’den Nebevî Dil’e…

 

O yüzden Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ tasarısını açıkladığı yerde de, külliyatın başka yerlerinde de sadece çağının çocuğu olmakla kalmayıp, çağını aşan ve çağ açacak bir düşünür olduğunu gösteren bir ikinci dil daha kuruyor.

Bu ikinci dil, onun da bizim de hâlen iliklerimize kadar yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılmasını, anlamlandırılmasını ve aşılmasını mümkün kılacak nebevî bir dildir: Ümmîleşme dili.

 

O yüzden, bu üç sütundan oluşan tasarısını açıklarken, şöyle bir vuzûhiyet kazandırıyor diline: “Şu medrese, neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir.” (s. 510).

 

Peki, mektebin eksenini oluşturacak “modern bilimler”in tahsiline vasıta olacak “akıl”, hangi akıldır? Bu akıl, seküler / modern akıl olabilir mi? Kesinlikle, hayır. Bunu, yukarıda alıntıladığım pasajda, bu mektebin “âlâ bir mektep” olacağını söyleyerek çok örtük bir şekilde ifade ediyor Bediüzzaman. Dikkat! “âlî / yüksek” değil, “âlâ / yüce” bir mektepten bahsediyor Bediüzzaman. Yine “ekmel bir medrese”den yani insan-ı kâmil hedefini gerçekleştirecek bir “medrese”den ve “en mukaddes bir zaviye”den yani, insan-ı kâmil hedefini münferit ve müşterek (ferdî, ictimâî ve kürevî) düzlemlerde gerçeğe dönüştürebilecek bir zaviye’den sözediyor, böylesi bir “zaviye”den bakıyor her şeye ve bu üç talim, terbiye ve tezkiye sürecinin gerçekleştirileceği “yer”in adının medrese olduğuna özellikle vurgu yapıyor bir kaç kez.

Demek ki, mektep’te ilim talim edilerek zihin arındırılacak; medresede irfan tahsil edilerek fert ve toplum terbiyesi gerçekleştirilecek; tekke’de ise tastamam bir nefs tasfiyesi ve tezkiyesi hayata geçirilecek.

Burada âyette belirtildiği üzere, âfâk’tan (dış dünyadan) enfüs’e (kendi dünyamıza) doğru gerçekleştirilecek bir biliş, oluş ve varoluş yolculuğuyla karşı karşıyayız. Başka bir ifadeyle, bir medeniyetin bütün varoluş menzillerini hayata geçirecek bir medeniyet projeksiyonu var karşımızda.

 

Bediüzzaman, Gazalî’nin Yaptığı İşi Yapıyor

 

Peki, nedir bu? Elbette ki, Müslümanların tarihte yaşadıkları birinci medeniyet buhranının aşılmasında anahtar rol üstelenen Gazalî’nin başlattığı bütün beşerî bilim tecrübelerinin ve birikimlerinin, vahyin filtresinden geçirilerek gayr-ı İslâmî niteliklerinden arındırılması ve İslâmî bir üst dille silbaştan yenilenmesi, hamlesinin, bu kez ikinci büyük medeniyet buhranının anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılması sürecinde Bediüzzaman tarafından gerçekleştirilmesi girişimidir.

 

O yüzden, Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said döneminde bütün beşerî b/ilimleri tahsil etmiş (“mektep menzili”ni takip etmiş); Yeni Said döneminde marifetin bütün katmanlarını idrak edebilmek için “medrese hücresi”ne kapanmış; Üçüncü Said döneminde ise “zaviye köşesine” çekilmiş; bütün bunların hakikat havuzuna (mecmaü’l-küll’e) akmasını sağlayacak koridorlarını (çeşmeleri) birer birer döşemiş; bir meclis-i şûrâ bina ederek “biri diğerinin noksanlarını tekmil edecek”, birbirlerini tenevvür edecek ve oradan hakikat nurunu etrafa / dünyaya / hayata yayacak bir hakikat sarayı (kasr-ı meşîd-i nûranî) inşa etmiş; böylelikle, Medresetü’z-Zehrâ’nın, yaşadığımız medeniyet buhranının ancak bu üç aşamanın eşzamanlı ve ardışık olarak hayata ve harekete geçirilmesi hâlinde aşılmasını sağlayabilecek bir yol haritası programı olduğunu sarih ve enfes bir şekilde, gören gözlerin önüne sermiştir.

Bu satırları yazdığımda, “daha esaslı cümleler kurmalıyım”, diyerek, kendimle mücadele ede ede odada dört duvar arasında mekik dokuyup duruyordum: Beynim zonkluyordu. Kütüphanemde, bir ânda, Emirdağ Lahikası gözüme ilişti. Elime alıp birkaç sayfa ileri geri çevirdikten sonra Bediüzzaman’ın mevcut idrak biçimlerini ve bilimleri nasıl esaslı bir semantik dönüşüme tabi tuttuğunu enfes ve veciz bir şekilde özetlediği 53. Mektup’taki şu satırları okuyunca, “çok şükür” dedim ve rahat nefes aldım:

Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantîkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaika bir yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü’d-din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış, ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor; meydandadır.

 

İşte çağımızın Gazalî’si Bediüzzaman’ın -burada kendi kalemiyle özetle aktardığı- yaptığı muazzam iş, ilimden irfan menziline, hikmetten ilim menziline geçilmesini mümkün kılacak, kendi deyimiyle, bütün medreseleri, dolayısıyla ilimleri Tevhid ilkesinin altında toplayarak birbirlerini ikmal etmek için sürekli olarak birbirleri arasında devr-i dâim ederek, birbirleri arasındaki irtibatı, alışverişi, geçişkenliği, akışkanlığı, besleyiciliği muhkemleştirmelerine imkân tanıyan muazzam bir koridor açıyor önümüze. Bediüzzaman’ın yaptığı bu iş, yaşadığımız medeniyet buhranının da, insanlığın yaşadığı küresel buhranın da nasıl aşılabileceğinin anahtarlarını sunuyor bize. Ama gören, görebilen gözlere elbette…

Böylesine muazzam bir işi, ancak Müslümanları çağ körleşmesinin eşiğine getirip bırakan semantik intiharı yerle bir edecek ölçüde beşerî / çağdaş dili aşarak ümmîleşme mertebesine ulaşabilen, çağ aşan ve çağ açacak nebevî bir dil kurabilen, yani bütün zamanları seferber edebilme, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilme ve bütün zamanların çocuğu olabilme imkânlarını harekete geçirebilecek bir seyyaliyete ve seyyariyete kavuşarak verâset-i risâlet zeminine çıkabilen, aynı zamanda hem âlim, hem ârif, hem de hakîm olan bir mütefekkir yapabilirdi.

 

Zihin, İnsan ve Vasat İnşası…

 

Ezcümle… Medresetü’z-Zehrâ, önce, zihnî arınmamızı sağlayabilecek bir “medrese” / “üniversite” tasavvuru’dur; bu, epistemolojik sürecin / ilme’l-yakîn / biliş / Mekke sürecinin işletilmesi demektir.

İkinci olarak, Medresetü’z-Zehrâ, Müslüman bir şahsiyetin inşasını sağlayabilecek bir insan inşası projesidir; bu, fenomenolojik / ayne’l-yakîn / oluş sürecinin / Medine  işletilmesi demektir.

 

Üçüncü olarak da, Medresetü’z-Zehrâ, Müslüman bir cemiyetin / ümmetin varolmasını sağlayabilecek İslâmî bir vasat’ın inşası projesidir; bu da, ontolojik / hakka’l-yakîn / varoluş / medeniyet sürecinin işletilmesi, hayata geçirilmesi demektir.

Ve en önemlisi de, RisaleHaber sitesinde yazdığı konuyla ilgili önemli bir yazıda Metin Karabaşoğlu kardeşimin, Barla Eğitim Modeli başlıklı zihin açıcı kitabında Ümit Şimşek Ağabey’in ve bu yazının yazılması sürecinde fikirlerinden istifade ettiğim Seyit Erkal kardeşimin vukûfiyetle ifade ettikleri (Bediüzzaman Hazretleri’nin de Risalelerin çeşitli yerlerinde örtük olarak telâffuz ettiği) gibi, Medresetü’z-Zehrâ programı, bizatihî Bediüzzaman tarafından hayata geçirilmişti zaten.

 

Bendeniz, bütün bunlara şunu ilâve ediyorum yalnızca: Medresetü’z-Zehrâ tasarısı, bilkuvve hayata geçirilmiştir ama bize, sözünü ettiğim üç süreci bilfiil harekete ve hayata geçirmemizi icbar eden bir medeniyet projeksiyonu sunuyor ve ancak bu projeksiyon ışığında yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılmasının mümkün olabileceğini ihtar ediyor, diye düşünüyorum acizâne.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum