Mehmet Asıf IŞIK
Musa’nın (as) Asa’sı Üzerinden Mü’minin Mi’racına Bir Bakış
(İlk kıblemiz Mescid-i Aksâ’nın hüznü bir an önce son bulsun ve esaretten halâs olsun duâsıyla…)
Kur’an-ı Hakim’in ihtişamlı, belki de en yüksek belâğatlı âyetlerin olduğu Tâhâ Sûresinde, Cenâb-ı Allah’ın varlığı ve birliği, izzet, azamet ve celâlinin beyanından sonra, Hazreti Mûsa’nın (as) ailesi ile birlikte Tuva Vadisi’nden geçişi sırasındaki hadise anlatılır. Hazreti Mûsa’nın “Kelimullah” (Allah ile konuşan) ünvanı ile şereflenmesine vesile olan Mûsa kıssasına (hikâyesine) bakalım:
“Mûsâ’nın haberi sana ulaştı mı?
Hani bir ateş görmüştü de … Ateşin yanına varınca, ona şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ!”
“Şüphe yok ki, ben senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ’dasın.”
“Ben seni (peygamber) seçtim. Şimdi vahyedilecek şeyleri dinle.”
“Şüphe yok ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” ……..
“Şu sağ elindeki nedir ey Mûsâ?”
Mûsâ dedi ki: “O benim asamdır (değneğimdir). Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Onunla başka işlerimi de görürüm.” (Tâhâ/9-18)
Üstte meâlleri verilen âyetlerde, Cenâb-ı Allah, bir ateş veya nûr üzerinden Hazreti Mûsâ’ya (as) nidâ eder. Mükâlemenin bir faslında, elinde asâ bulunan Hazreti Mûsa (as)’ya elindekinin ne olduğu sorulur. Ulu’l azm, yâni en büyük resûl-nebilerden olan, kendisine kitap ve hikmet verilmiş Hazreti Mûsâ (as) bir kaç kelimelik “Elimdeki Asâ’dır, yâni değnektir” cevabı yerine, asâ ile gördüğü bütün işlerini uzun uzun anlatır.
Peki ya kime anlatır bütün bunları? Kendisinden başka ilâh olmayan, her şeyi bile, işiten ve gören, gayb ve şehadet âlemlerinin Rabbine.
Niçin? Çünkü o mükâleme, o kudsi sohbet Hazreti Mûsa’nın (as) mi’râcıdır.
Hadisenin özü ve özeti: Allah Mûsa (as)’yı seçmiş, Zâtının anılmasını ve namaz ile kendisine ibadet etmesini istemiş ve emretmiştir.
Hazreti İbrahim (as)’in ateşe atıldığı, Hazreti Yunus’un (as) balığın karnında bulunduğu, Hazreti Yusuf’un (as) kuyuda, Hazreti Eyyûb’un yaralar-bereler içinde bulunduğu esnalarda olduğu gibi. Çünkü o vaziyetler, sebeplerin ortadan kalktığı, perdesiz ve vasıtasız olarak kulların Rablerine en yakın oldukları demlerdir. Cenâb-ı Allah ile yapılan konuşmanın maddi-mânevi hazzına, huzur ve huşuuna dünyevi ve uhrevi hiçbir zevk, lezzet ve saadet denk olamaz. Hiçbir tad ve haz ona yetişemez.
***
Mi’rac-ı Ekber-i Muhammedi’ye bakalım; Necm Sûresinin ilk âyetlerinde Cenâb-ı Allah, “battığı zaman yıldıza” meâlindeki beyanıyla kasem/yemin ettikten sonra Mi’rac anlatılır:
“(Kur’an’ı) ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü (Cebrail) öğretti. ….
Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı.
O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bazısını gördü.” (Necm/5-18)
Mi’rac, Peygamber Efendimizin (sav) Cebrail (as)’ın refakatiyle Mescidi-i Haramdan alınarak, şimdilerde işgal altında bulunan hüzün yüklü Mescid-i Aksa’ya, oradan semanın tabakaları birer birer kat’ edilerek Huzur-u İlâhi’ye çıkarılmasıdır. Bu hadise kâinat yaratıldığından beri bir daha tekrarı olmayacak ilk ve tek defa yaşanmış muhteşem ve muazzam bir hadisedir.
Mi’raciye Risalesi olan 31.Sözde şöyle izah edilirr: “Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) merâtib-i kemâlâtta seyr ü sülûkünden ibarettir.
Yâni, Cenâb-ı Hakk’ın tertib-i mahlûkatta tecellî ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rubûbiyetinde teşkil ettiği devâir-i tedbir ve icadda ve o dâirelerde birer arş-ı rubûbiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir semâ tabakasında gösterdiği âsâr-ı rubûbiyeti birer birer o abd-i mahsûsa göstermekle,
o abdi, hem bütün kemâlât-ı insaniyeyi câmi’,
hem bütün tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar,
hem bütün tabakat-ı kâinata nazır ve saltanat-ı Rububiyetin dellâlı ve marziyât-ı İlâhiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşâfı yapmak için, Burâk’a bindirip, berk gibi semâvâtı seyrettirip, kat’-ı merâtip ettirerek,
kamervâri menzilden menzile, dâireden dâireye rububiyet-i İlâhiyeyi temâşâ ettirip,
o dâirelerin semâvâtında makamları bulunan ve ihvânı olan enbiyâyı birer birer göstererek,
tâ Kâb-ı Kavseyn makamına çıkarmış,
ehadiyet ile kelâmına ve rû’yetine mazhar kılmıştır.” İşte mi’rac hadisesinin kâmil mânâsıyla hakikati budur.
Risâle-i Nûr’un, Mi’rac bahislerinden anladığımız kadarıyla, Hazreti Peygamberin (sav) urûc ile göğe yükseltilerek getirildiği “kâb-ı kavseyn (İki yay arası/aralığı)”, Yüce Allah’ın Rubûbiyet Makâmı olan vücûb dairesi ile yaratılmış olan imkân âleminin hudududur. Aklın ve idrakin ihata edemediği o mukaddes makamda Allah-u Te’âla, Alemlerin Rabbi ünvanıyla, alemlere rahmet olarak gönderdiği elçisini mâverâya çıkarmış, O’na neler vahy edip büyük âyetlerinden kimbilir neleri gösterip hangi müjdeleri va’d etmiştir.
Mi’racın özeti: Alemlerin Rabbi, alemler içinden seçtiği en özel kulunu, bütün varlıkların vekili sıfatıyla huzûruna kabul ederek O’na bizzat hitap etmiş, mü’minlere iman etmeleri emr edilen hakikatler kendisine gösterilmiş, “mahlûkatın eşref mertebesi”, mânâsı ve hakikatini ihtiva eden NAMAZ ibâdetini O’na ve ümmetine hediye etmiştir. Her vakit o huzûra çıkış ve kabul ediliş ân’ı hatırlansın diye…
Bu büyük ihsan ve ikram Hazreti Peygamberin (sav) acı üstüne acıları yaşadığı, İslâm tarihinde “senet’ul hüzn” (hüzün yılı) diye bilinen ve risâletin 12. senesinde lutf edilmiştir. O sene Peygamber Efendimizin muhterem zevcesi Hazreti Hatice (ra) ve ardından Efendimizi büyütüp hayatı boyunca müşriklere karşı himaye eden amcası Ebu Talip vefat etmişlerdi. Cenâb-ı Allah, kederli ve mahzûn Peygamberini işte o Mi’rac ile teselli etmiştir.
***
Hazreti Zât-ı Risâlet Efendimiz (sav), kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerin o gecenin feyz ve bereketinden hissedar olabileceğini “Namaz mü’minin Mİ’RAC’ıdır.” (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313) hadisiyle müjdelemiştir. Mi’rac, kulun Rabbinin Arş’ına ve/ya Ulûhiyyet makamına, en ziyade yakınlaşacağı ân, hal, makam veya mekân’dır. Tıpkı namazda huzûruna çıkılması misâli. Kişi ihlâsı ve samimiyeti derecesinde bu feyze mazhar olabilecektir.
Mü’minin mi’racı, Rabb’in kulunu abd olmaya dâvet etmesi ve kulun da o kutlu dâvete ibadet ile icâbet etmesidir. Mü’minler için Mi’rac namazın taa kendisidir. Mevlâna Celâleddin-i Rûmi’nin (ra) hoş ve zarif ifadesiyle “Allah huzûruna çıkmasını isteyince kulunun kalbine ibadet etme arzusu koyar.” O halde, her ne vakit olursa olsun, içimize doğan ibadet iştiyakını Rabbimizin “haydi huzuruma gel” nidâsı ve dâveti sayalım. Zaten namaz kulun Rabbiyle “bu fâni misafirhanede bâkiyâne bir sohbet”i değil mi?
Yaratılmış, küçük-büyük her bir mevcûdun tahiyyeleri mi’rac gecesi Rabb’ul Alemine arz edilmişti. O halde namaz, ibadet eden bütün varlıkların bütün ibadet çeşitlerinin mânâlarını ve hakikatlerini ihtiva ediyor. Namaz, her peygamberin, kendilerine vahiy veya ilham edilen husûsi vakitlerde Alemlerin Rabbine takdim ettikleri ibadetlerinin hülâsasıdır; Hazreti Adem (as) sabah, Hazreti Davud (as) öğlen, Hazreti Süleyman (as) ikindi, Hazreti Nûh (as) Akşam, Hazreti Yunus (as) ise yatsı vakitlerinde olduğu gibi. Bütün peygamberlerin kitaplarının ve dâvâlarının vârisi olan Peygamber Efendimiz (sav), onların Allah-u Tealâ’ya yaptıkları ibadetlerin de vârisidir.
Namazın rükünleri, kıyamdan rükûa, secdeden ka’deye ve teşehhüde kadar her faslı ve safhası, bütün varlıkların Allah’ın azameti karşısındaki saygı hallerinin toplamı ve özetidir. Kıyam ayaktaki varlıkları temsildir, rükû’ boyun eğdirilmişlerin, ka’de dağlar ve gezegenler gibi çakılıp oturtulmuşların, secde ise yerde gezenlerle sürünenlerin ibadetlerinin numûneleridir…
Bu münasebetle, namaz ibadetiyle huzuruna çıkılan İzzet ve Azamet Sahibine, külli bir niyet ile kâinatı avuçlarımıza almışız gibi “abd-i külli ve vekil-i umûmi” sıfatıyla, şu küçük kâinat olan insanın bütün ve büyük kâinat namına, onlara vekâleten “iyyâke na’budû” (yalnız ve sadece sana ibadet ederiz) diyerek bu ibadetlerin hepsini, taraf-ı İlâhi ile takdir ve tayin edilmiş vakitlerde hakiki sahibine takdim ederiz. Şu halde, ibadetinde gevşek olan ya da tembellik eden bu büyük vekâlet vazifesini aksatınca, hadde ve hesaba gelmeyen onca varlığın hukukunu ihlâl etmiş olmaz mı?
Kıblegâhımız olarak yöneldiğimiz ve Yüce Allah’ın “evim” dediği Kâ’be, Arş’ın yeryüzündeki timsâli ve izdüşümündedir. Denilir ki “Kâ’be üste ve alta doğru uzanan nûrâni bir sütun ve direk gibidir. Üste doğru uzanıp da Arş'a kadar giden bir nûrâni sütun olması…” hasebiyle, Kâ’be’ye yönelen aslında Arş-ı A’zam’a yönelmiştir. Her kıldığımız namazı kıblemiz Kâ'be olarak, Kur’an-ı Hakim’in rehberliğinde, Peygamber Efendimizin (sav) imâmetinde, bütün enbiyâ sağında, bütün evliyâ solunda, bütün melekler, rûhâniler, nurâniler ve ins-ü cân ile beraber o büyük ve muhteşem cemaatte O’nun arkasında saf tutmuşuz gibi tasavvur ederek edâ edilmeli…
***
O büyük ve muhteşem ibadetin hakikatini ve mânâsını ifade etmeye kelimeler yetmez elbette. Namaz Allah’ı en güzel sözlerle, en güzel mânâlarla, en harika tesbih ile zikretmektir. Şu âyet o büyük ibâdetin önemini ve Allah katındaki kıymetini beyan eder: “(Ey Muhammed!) … namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı haddi(ni) aşmaktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. …” (Ankebût/45) Namaz, meâli verilen âyette “Zikrullah’i Ekber” diye tâbir edilmiştir, yâni Allah’ın anıldığı en büyük zikir…
Allah’ı namaz ile zikreden ne mi olur? Şu harika müjdeye mazhar olması umulur; “Fezkurûni ezkurkum.” Yâni “(Öyleyse) beni zikredin/anın ki ben de sizi anayım. …” (Bakara/152) Şu halde Cenab-ı Allah ta kendisini anıp zikreden kulunu rahmetiyle, merhamet ve mağfiretiyle, şefkat ve sevgisiyle anacak ve ona va’dettiğini verecek. Biz nasıl zikr edersek O da öyle zikr edip anacak; hangi önem derecesiyle, nasıl ve ne kadar anıp zikr edersek. Unutulmamalı ki; Peygamberin ardında, O’na iktida ile, O (sav) nasıl kılıyor ve zikr ediyor idiyse O’na uyarak ve aynıyla O’nun kıldığı gibi...
Zikirlerimiz, Allah’ı anışımız, Kur’an okumalarımız, namazdaki kıraatimiz ve namazdan sonraki tesbihlerimiz teenni ve tertil ile olmalı. Hızlıca okunup sözlerini birbirine karıştırmadan, mânâlarını tefekkür ederek o kudsi kelimeler inci taneleri gibi birer birer usulca dökülmeli dilimizden. İhlâsımız, samimiyetimiz ve derûni hislerimizle süslenmiş gibi kabul ve icâbe makâmına yükseltilip arz edilsin.
Hazreti Mûsa’nın (as) kıssasına tekrar dönelim: “Ona, Tûr dağının sağ tarafından seslendik ve kendisi ile gizlice konuşmak için kendimize yaklaştırdık.” (Meryem/52) Allah-u a’lem, bizim Tûr dağımız belki de kalbimizdir. Mûsa Peygambere (as) gizlice seslendiği gibi, Yüce Allah kullarını kendisine yaklaştırmak için içimize doğan ilhamlarla kalbimizden bizlere sessizce seslenir…
Mânâsını ve mâhiyetini bir nebze izâh etmeye gayret ettiğimiz Mİ’RAC bir tek defa yaşandı ve tekrarı bir daha hiçbir beşere nasip olmayacak. Fakat her ezân ve kâmet ile “Heyya ale’s sala” (haydin namaza) dâvetini duyan her bir mü’min Mİ’RAC makâmına dâvet ediliyordur aslında. O daveti duyan veya hisseden esas nidâ eden kimdir diye kalbini dikkat ve tahassüs ile dinlesin! O çağrının ardındaki mukaddes sadânın sahibini bilecek ve mutlaka bulacaktır.
Ey yârenler, can dostlar, Mİ’RAC GECESİ Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sav) ümmetine mübârek ve her bir namazımız Mi’râc’ımız olsun duâsıyla…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.