Mehmet Fırıncı ağabeyin 10 yıl önce Risale Haber'e verdiği en ayrıntılı röportaj
Merhum Mehmet Fırıncı ağabeyin 11 yıl önce Risale Haber'de yayınlanan röportajı...
RİSALEHABER
1929 yılında Bursa İnegöl’ün daha sonra ismi Küçük Yenice olarak değiştirilen Yenice-i Müslim köyünde doğdu. Dedesi imam olan Mehmed Fırıncı (Mehmed Nuri Güleç) Ahmed Naci Efendinin oğludur.
Fırıncı Abi, İnegöl’de iki Yenice’nin olduğunu belirtiyor. Birisi Yenice, diğeri Yenice-i Müslim. Osmanlılar zamanında Ermenilere ait olan bu Yenice köyüne Cumhuriyet kurulduğunda Yunanistan ve Bulgaristan hududundan muhacirler getirilerek, köydeki insanlar mübadele edilmişler. Osmanlının Bursa’ya yerleşmesinden sonra kurulmuş beş- altı Müslüman köyden birisidir Yenice-i Müslim.
Büyükbabası Isparta’nın Uluborlu kazasının eşrafından bir zattır… Bir sebeple imamlık yapmak mecburiyetinde kalmış. Uluborlu’da bir düzine kadar medrese mevcutmuş o zamanlar. Uluborlu’nun bütün esnafı hem medresede okuyor, ahilik teşkilatını devam ettiriyor, hem de esnaflık yapıyormuş. Fırıncı abinin dedesi de bu ahi teşkilatı mensuplarındanmış.
Köyün ağalarından Demircioğlu Mehmed Ağa, kendisi imzasını atmayı dahi bilmediği halde, köyün yetim ve fukara çocuklarını okutmuş. Fırncı ağabeyin dedesi bu cihetle de Demirci Mehmed Ağa’nın yetiştirmelerindendir. Mehmed ağabeyin babası ise önce Rüştiye’yi bitirmiş, daha sonra ise İstanbul’da medresede tahsile devam etmiş.
O sırada başgösteren Çanakkale savaşına gönüllü olarak katılmak istemiş. Öğretmenlerinin savaşa iştirak etmesinden müteessir olmalarına ramen, yaşının küçük olması sebebiyle savaşa iştirak edemez.
Köyde ilkokulu bitiren Mehmed ağabey, 22 Mayıs 1945 yılında diplomayı aldığını belirtiyor. Daha sonra 1945’li yıllarda İstanbul’a yerleşen Mehmed ağabey ve ailesi Fırıncılık işine el atarlar. “Fırıncı” lâkabıyla bir ömür devam edecek birlikteliği de o zaman başlar.
1955 yılına kadar kardeşleriyle birlikte Fırıncılık yapar. Bu tarihten sonra fırıncılığı bırakan Mehmed ağabey, bütün ömrünü iman hizmetine vakfederek canla başla çalışır.
Bu kutlu hizmeti hãlâ aynı heyecanla devam ediyor…
PORTAKAL SANDIĞI ÜZERİNDEKİ İHLAS RİSALESİ
Risâle-i Nurları ilk olarak ne zaman ve nasıl tanıdınız?
Risâle-i Nurları, ilk olarak İstanbul’da çıkan Büyük Doğu mecmuası sayesinde tanıdım. Daha doğrusu mecmuada Bediüzzaman Hazretlerinin nasıl bir ilim sahibi olduğu, neyle meşgul olduğu, nasıl bir hayat sürdüğü hakkında dört beş sayıda neşriyat yapılmıştı. Rahmetli Necip Fazıl’ın haftalık çıkardığı bir mecmuaydı. Ara sıra kapanır, tekrar açılırdı. Rahmetli, “Tünele giriyoruz!” der ve mecmuayı kapatırdı. Şartlar olgunlaşınca tekrar açardı.
O zamanlar Muhsin Alev ve Ziya Arun adlı iki üniversite talebesi bir Medrese-i Nuriye açmışlardı. Muhsin Alev, günümüzde Ali Konevi olarak biliniyor ve Berlin’de yaşıyor. Nur-u Osmaniye camiinin baş imamı olan Enver Ceylan Hoca, beni Kadırga’da Çemberlitaş’ın alt tarafında olan o Medrese-i Nuriye’ye bir sual sormam için gönderdi. Kendisi hãlâ hayattadır. Oraya ilk defa gidiyordum. Bu ilk gidişimde portakal sandığı üstünde bir kitap gözüme ilişti… Eski yazı… Elli altmış sayfa kadar… İhlâs Risalesi imiş . Okumaya başladım. Müthiş bir sual: “Neden ehl-i diyanet, ehl-i hak ihtilaf ediyorlar, ehl-i dalalet, ehl-i nifak olan guruplar ittifak ediyorlar?” şeklinde başlayan kısım ile en başında bulunan “mühim ve müthiş bir sual” ibaresi beni ilk etapta yıldırım gibi çarpmıştı.
O zaman kaç yaşındaydınız?
1929 doğumluyum. Kasım 1949’dan bahsettiğimize göre, demek ki 20 yaşındaydım. Allah Razı olsun, gerek Muhsin ağabey, gerek -Allah Rahmet eylesin- Ziya ağabey çok hüsn-ü kabul gösterdiler. Sonra Ahmet Aytimur ağabeyle tanıştık. O çalışıyormuş aynı zamanda. Akşamları geliyormuş dershaneye. İlk gittiğimde ben, “Buraya her gün gelebilir miyim?” dedim. “Öğleden sonra, akşamüstü her gün gelebilirsin” dediler. Ondan sonra her gün gitmeye başladım. Onlar bana her gün Risâle-i Nurları okuyorlardı…
Siz bu arada fırıncılık da yapıyorsunuz, değil mi?
Tabiî. Fırıncılık işim devam ediyor o arada. Nur-u Osmaniye Camii’nin altında... Kapalı Çarşıya yakın bir yerdeydi fırınımız.
Sizin amcazãdenizin Büyük Köşkte köfte dükkânı vardı… Uzun yıllar o dükkânın sizinle bir ilgisi olduğunu düşünerek, yolumuzu oraya düşürür, köfte yerdik…
Esasında babamdan amcama, amcaoğluna geçmiş. Mustafa Efendi vardı. Babası Çanakkale de şehit olmuş. Ondan sonra diğer amcamın oğlu Mustafa ağabey ve benim büyüğüm olan Eşref ağabeyim vardı. O onların yanında çalışıyordu. Sonra kendisi dükkân açtı. Halen onun oğlu da devam ediyor. Yeğenim Said… Bizim ailenin Köftecisi…
MÜNACAT RİSALESİ’NDEN O KADAR BÜYÜK BİR HAZ ALDIM Kİ
Kadırga’daki dershanenin ardından Risâle-i Nur hizmetlerin nasıl gelişti?
Elhamdülillah çok istifade ediyorduk Kadırga’daki dershaneden. Her gün risale sohbetine katılıyordum. Derken o sıralar daktiloyla teksir edilmiş Asayı Musa çıktı. İnebolu’da basılmış. Onu alınca dünyalar benim oldu. Yeni yazı kitap yok. Biz de eski yazıyı bilemiyoruz. Sonradan elhamdülillah öğrendik, ilk zamanlar yeni yazıya ihtiyacımız oluyordu. Sonradan devam ettik. 1952 senesinin Ocak ayına kadar…
Bu arada seçimler oldu, iktidar değişikliği oldu. Ve Gençlik Rehberi basıldı. Gençlik Rehberi de tabiî benim için çok büyük bir nimet oldu. İki şekilde yayımlanmıştı. Bir Münacaat Risalesi arkasına eklenmiş olarak basılan, bir de Münacat Risalesi eklenmemiş şekilde… Hep Münacaat Risalesi ilâveli olan Gençlik Rehberlerinden alıyor, başkalarına hediye ediyordum. Saat üçten sonra hergün Münacaat’ı okuyup bitiriyor ve çok tesirinde kalıyordum.
Kapalı Çarşıda İbrahim Efendi vardı, kahveci. Onun dükkânında hücre gibi bir yer vardı. Oraya gidiyor, tek başıma orada Risale okuyordum. Tabiî çok istifade ediyordum. Münacat Risalesi’nden o kadar büyük bir haz aldım ki… Sonradan Sungur ağabeyden öğrendim ki, “Münacatın Türkçesi, Arapçasından çok daha şaşaalı oldu” demiş Üstad. Netice, o sıralarda devamlı okuyoruz. Sonra Medrese Kadırga’dan Süleymaniye’ye, elli numaraya geçti. Kapalı Çarşıda işim biter bitmez, doğruca elli numaraya gidiyordum. Anahtarım vardı. Onlar okulda oldukları için, gelene gidene kapıyı açıyordum. Bir müddet de böyle devam etti…
Saydığınız isimler; Ziya Arun, Muhsin Alev ve Ahmet Aytimur… İstanbul’un ilk nurcuları mıydı?
Evet. Onlar Konya’da lisedeyken tanımışlar Risâle-i Nurları. Daha sonra İstanbul’a geçmişler.
Zübeyir ağabeye risaleleri tanıtan da Ziya Arun mu?
Hayır. Rıfat Filizer sanırım. Geçenlerde bir röportaj okudum. Halit Sabri Efendinin oğlu, “Zübeyir’e ilk risaleyi ben verdim” diyordu.
BEDİÜZZAMAN’LA İLK GÖRÜŞME VE İLK İLETİŞİM
Peki, O sırada Üstad Hazretleri neredeydi?
Üstad Emirdağ’daydı. Henüz bir görüşmemiz yoktu o ana kadar. Fakat daha sonra 1952 senesinin ilk aylarında Gençlik Rehberi’nin mahkemesi için Hazreti Üstad İstanbul’a teşrif ettiler. O zaman biz ilk olarak Akşehir Palas Otel’inde bir sabah namazının ardından ziyaret edebildik. Elini öptük. Hem ders oldu, hem ziyaret… İlk ziyaretimizde böyle iki saat sohbetli, latifeli, Asayı Musa’dan ders yapılarak geçti. Hatt-ı Kur’an’la da (Osmanlıca) çıkmış. Yeni yazıyla olanı da bizim elimizde var…
O günkü ziyaretten hatırınızda kalan anılar, konuşmalar var mı?
Üstad adımı sordu. “Mehmed” dedim. Ama Üstad “Muhammed” diyor. “Ne iş yapıyorsun?” diye soruyor. “Fırıncılık” diyorum. “İnsanların ekmeğine hizmet etmek, çok sevaptır” dedi. “Üstad’ım, biz pasta, börek gibi şeyleri yapıyoruz. Ekmek değil” dedim. Üstad, “O daha sevap” diye üsteledi.
Sonra nereli olduğumu sordu. “İnegöllüyüm” dedim. Yarım saat sonra bir daha sordu. Herhalde Üstad benim cevap verdiğimi unuttu diye düşündüm. Yine aynı cevabı verdim. Aradan yarım saat daha geçti. Ve Üstad üçüncü sefer yine sordu. Fakat sorarken, “Esas, esas nerelisin?” diye soruyordu. O zaman aklıma geldi. “Dedem, Isparta Uluborlu’dan gelmiş. İnegöl’de imamlık yapmış” dedim. O zaman, “Demek sen Ispartalısın” dedi. Daha sonra Üstad hayatından bazı kesitler anlattı, aynı zamanda ders de yaptı. Meyve Risalesinin 6. ve 7. meseleleri okundu. 7. Meseleden ben daha çok istifade ettiğim için, o bana daha çok tesir etmişti.
O günkü ziyaretin sonunda Üstad hazretleri: “ Sen bana şekerle, tereyağı al” deyip para verdi. Yalnız arada, “Konya’da bir komünist komitesi benim zehirlenip öldürülmem için, kırk bin banknot ödül koymuş” dedi. Tabiî bana şekerle, tereyağı al deyince, irkildim. “Beni aldatsalar, zehirli mal verseler nasıl anlayabilirim?” diye düşündüm. Sonra Üstad’ın yanından ayrılıp, karşı odaya geçerken Muhsin ağabey’e, “Ağabey! Üstad’ın istediklerini siz alsanız?” dedim. “Ben karışmam kardeşim. Üstad sana hizmet verdi. Sen kendin yapacaksın” dedi. Tabiî çaresiz, gittim. Babamın dostu Halepli Ömer Bey vardı, yağcı... Onun yanına gittim, elinde Üstad’ın resmi bulunan bir gazete var. Meğerse Üstad’ı tanıyormuş. Durumu ona anlattım. Dedi, “Falan yerden bana taze tereyağı gelecekti, git bak; gelmişse, al getir.” Gittim. Gelmiş. Alıp getirdim. Ortasından böldürdük, tartıp aldık. Sonra Mısır Çarşısından şeker de aldım. Üstad’ın yanına gittim. Üstad Tereyağını aldı. ikiye bölüp yarısını bana verdi. Dedi, “Sen bunu al. Bana yarın börek yap, getir.” Ben de yağı götürüp, ertesi gün fırında börek yapıp getirdim. Bu şekilde başladı ilk hizmetim. Tabiî benim için unutulmayacak, çok güzel hãtıralar bunlar…
ÜSTAD BİZİ TEKRAR İSTANBUL’A GÖNDERDİ
Üstad’ın hizmetine bilfiil fırıncılığı da bırakarak girmeniz kaç yılında oldu?
1955 yılında… 1952 senesinden sonraki o iki-üç sene içinde askere gittim. Fırını Fatih Çarşamba tarafına taşıdık. Evimi de taşıdım. Evimin bir odası depoydu zaten. Isparta’dan gelen sandıklar hep oradaydı. Kitapları ciltletmeye götürüp getiriyorduk.
Üstad Hazretleri, 1953 yılında İstanbul’a tekrar teşrif ettiler. Bizim kiralık evi Üstad’a teklif ettik. Üstad da kabul etti. Bu dönemde de Risâle-i Nur hizmeti içendeyim ama ne iş olsa yapıyorum. Üstad hazretleri Ağustos ayından sonra yeniden Emirdağ’a döndü. Ben de askere gittim. Altı ay gibi kısa bir zaman askerlik yapıp geldim. Fırını yeniden toparlayıp çalışmaya başladım.
Süleymaniye’deki 46 numaradaki dershaneye gittim. Abdurrahman Efendi orayı yeni satın almıştı. Birinci ağabey, Hakkı Yavuztürk oradaydılar… Çünkü öbür taraf 50 numara dediğimiz dershane tamir edilirken yıkılmıştı. Bu sebeple 46 numaraya geçilmişti. Orada kalan hizmet ehli gençler askere gitti, onlar gidince nöbeti devralmış olduk. Üstad’ın emrinde İstanbul’da hizmete devam ettik.
Emirdağ’da, Isparta’da Üstad’ın yanında kalmak istiyorduk; yorganımızı, eşyamızı alıp gittik. Fakat Üstad “Aynen burası gibi kabul ediyorum. İstanbul’da hizmetinize ihtiyaç var. Şu anda İstanbul’da lâzımsınız” diyerek bizi tekrar İstanbul’a gönderdi. Bu sebeple İstanbul’da kaldık.
Evvela teksirle başladık. Yirmi üçüncü Söz, İman hakikatleri… Mesela Hanımlar Rehberini ilk defa yeni yazıyla Üstadımız tanzim ettiler, öyle bastık. Bu eser çıkınca Hanım hizmetleri epey gelişme gösterdi…
ÜSTAD İSTİKBALİ GÖRMÜŞ HAKİKATEN
Üstad Hazretlerinin size hususî olarak verdiği bir vazife var mıydı?
Üstad’ın 1953 yılında İstanbul’a ikinci defa gelişinin sebebi, bir lâhikanın neşri... Emirdağ’da bir jandarma çavuşu Üstad’ın sarığına ilişmek, başından sarığını almak istemiş. Üstad da bunu, “Haksız ve kanunsuz bir zulüm” olarak tavsif ediyor. Bu esnada Sungur ağabey Ankara’da… Mektup Sungur ağabey’e gidiyor. Sungur ağabey de Samsun’da Büyük Cihat adında haftalık olarak çıkan gazetenin yazı işleri müdürü Hüseyin Yücel’e gönderiyor. O zaman Millet Partisi’nin yayın organı gibi bu gazete… Hüseyin Yücel bahis mevzuu lâhikayı manşetten veriyor. Demokratların dindarlara nasıl zulmettiklerine en büyük delil, diye bir manşet… Tabiî hal böyle olunca, ortada bir suç yok ama Emniyet müdürü suçmuş gibi göstererek Hüseyin Yüceli ve mektubu yollayan Sungur ağabey’i çağırtıyor. Aslında Üstad’ı da istiyor fakat Üstad Samsun’a gitmeyip, İstanbul’a geliyor. Samsun, Üstad’ı çok ısrarla talep edince Üstad bir ara gitmeye karar verdi. Ve bir sabah beni çağırdı. Gittim. Üstad da çok heyecanlı... Dedi, “Biz şimdi Samsun’a gidiyoruz. Buradaki bütün teksir makinesi, daktilo ve kitapların götürülme, getirilme, her işini sana teslim ediyoruz.” Çünkü artık Samsun’da ne olacağı belli değildi.
Ben, “Üstad’ım! Bu kitap paketleme, getirme, götürme işlerini yaparım da, özür dilerim bu teksir makinesi, daktilo gibi işleri ben yapamam” dedim. “Sen yaparsın” dedi. Sonra nasıl gidilecek, nasıl gelinecek gibi başka şeyler konuşuluyor. Ben gene arada, “Üstad’ım, ben yapabilsem emrinize amadeyim ama ben yapabilecek durumda değilim” dedim.
Üstad bir daha hiddetli bir şekilde, “Sen yaparsın” dedi. Ve neticede ben gene rica ettim, “Üstad’ım!.. Ben bunları yapabilecek takatte biri değilim” dedim bu defa -tarif edemem- Üstad çok şiddetli bir şekilde, “Sen yaparsın” dedi. Orada Mustafa Gören diye bir kardeş vardı. Üstad onu göstererek, “Bu da sana yardım etsin” dedi. Artık yapacak bir şey kalmamıştı. Meğer yaparmışız… Üstad İstikbali görmüş hakikaten… Çok şükür Üstad’ın iltifatıdır bütün bunlar. Bizim yapabileceğimizden değil yani. Kabiliyetimiz hiç yok zaten…
FIRINCI LAKABI BEDİÜZZAMAN YADİGARI
“Fırıncı” lakabını almanızda Üstad’ın bir etkisi var mı?
Evet. İlk görüşmemizde ben, “Fırıncılık yapıyorum” dedikten sonra, Üstad Hazretleri, “Fırıncı Muhammed” diye hitap etmeye başladı bana. Ondan sonra ağabeyler de, talebeler de bütün konuşmalarda Fırıncı, Fırıncı diye söylemeye başladılar. Adımız Fırıncı kaldı. Birçok kişi adımı da, soyadımı da bilmez. Fırıncı ağabey olarak tanırlar.
BEKİR BERK AĞABEY NURCULUĞA VE NURCULARA VURULUYOR
Hakikaten biz de çok sonraları öğrendik Mehmed Nuri Güleç olduğunuzu… Peki, daha sonra nasıl devam etti?
Daha sonra teksirle kitap neşrine devam ederken, bu defa matbaa ile neşrine başladık. Elhamdülillah İstanbul’da hatt-ı Kur’anla da (Osmanlıca) birkaç kitap bastırdık.
1958 yılında Nazilli hadiseleri sebebiyle basında büyük bir sansasyon oluşturuldu. “Nazilli’de Nurcu avı!” diye manşetler atıldı. Birçok tevkifatlar, gözaltılar oldu.
Bu esnada, “Gazetelerin neşriyatına karşı cevap yazılsın” diye Üstad’dan haber geliyor ve Ankara’da ağabeyler cevab yazıyorlar. Mustafa Türkmenoğlu ve Mehmed Emin Birinci ağabey cevabı matbu hale getirdikten sonra Ankara’nın çeşitli adreslerine gönderiyorlar. Aynı zamanda Mektubat bitmiş, bir kamyona yüklenmiş ve İstanbul’a getirilmiş. İstanbul’da bizim başka bir yerimiz olmadığı için, depo olarak kullandığımız 46 numaranın arka odasına Mektubatları nakletmeye başladık.
Bu esnada Polisler geldi. Birinci ağabey’e el koydular. Kitapları mühürlediler. Kitaplar forma halinde tabiî. Ankara’da o zaman doğru dürüst ciltçi olmadığından, ciltler İstanbul’da yapılıp, dağıtılıyor… Birinci ağabeyi götürdüler. Biz de arkasından gittik. Emniyette saat ikiye kadar uzun sohbetler ettik. Mustafa Türkmenoğlu’nu da Pendik’deki evinden almışlar. Isparta’dan Rüştü Çakın ağabey, Tahiri ağabey; Emirdağ’dan Ceylan ağabey, Sungur ağabey, Zübeyir ağabey… Hepsini toparladılar. Ankara’da mahkemeye götürdüler. Büyük Ankara Mahkemesi diye…
Bu arada Tahsin Bey, Milliyetçilik hareketlerinden Bekir Berk ağabeyi tanıyor. Biz de duyuyoruz ama gıyaben tanıyoruz. Ona telefon ediyor Tahsin ağabey, “Bekir Bey, böyle bir davamız var. Kabul eder misin?” diye. Sonra, “Kabul eder misin ne demek? Emrediyorum bizim davamızı alacaksın” diyor. Bekir Berk ağabey kabul ediyor. Ve ağabeylerin yanına giderek, “Ben sizin davanızı mı müdafaa edeyim, yoksa tahliyenizi mi isteyeyim?” diye sorunca, ağabeyler, “Bizim tahliyemizi düşünme, davamızı müdafaa et.” diyorlar. Bu cevap karşısında Bekir ağabey Nurculuğa ve Nurculara vuruluyor, tabiri caizse…
Bu cevabı veren kim?
Ceylan ağabey diye biliyorum ben. Gerçi bütün ağabeyler zaten aynı cevabı verirdi. Daha sonra Ankara’ya gitmeden evvel bize haber verdiler, “Bekir beyle bir konuşun. Filan adreste” diye. Bekir ağabey de askerden gelmiş, yazıhanesini yeni açmış. Gidip ziyaret ettik. Ankara’ya gitmesi için dilekçeleri falan verdik. O gitti, biz de arkasından gittik Ankara’ya. Rahmetli Hakkı Yavuztürk, Üzeyir Şenler… Hep beraber…
O zamana kadar tabiri caizse, Süleymaniye’de daha ziyade kapalı bir rejim sürdürüyorduk. O vakadan sonra daha çok dışa açılmaya başladık. Hür Adam gazetesinde Risâle-i Nurları neşretmek için çabalıyorduk. Orada Sinan Bey’le görüşüyoruz, gidip, geliyoruz ama acaba Hazreti Üstad bu duruma ne der? Biz böyle yapalım mı? Yapmayalım mı? diye düşünüyoruz.
Daha sonra Zübeyir ağabey’den öğrendik ki, Üstad hazretleri, Hür Adam gazetesi geldiği zaman evvela tefrika halinde yayınlattığımız Asayı Musa bölümünü okutturuyor, sonra Risâle-i Nurla alakalı koydurttuğumuz haberleri okutturuyormuş. Bir de Ahmet Şahin Hoca’nın ilmihale dair bir köşesini başlatmıştık. Hal böyle olunca baktık ki Üstad Hazretleri kızmıyor. Böylece dışa açılmaya devam ettik. Bu iyi mi oldu, kötü mü oldu bilmiyorum ama benim için pek de iyi olmadı.
Elhasıl Bekir ağabey’in Nurcuların arasına katılması bu dava vesilesiyle oldu. Daha sonra bütün basında gündelik hale geldi bu haberler, tefrikalar… Bu hizmetler 1959 senesine kadar böyle devam etti.
BUNDAN SONRA MANEVİ CİHAD VAR, RİSÂLE-İ NUR VAR
Ankara mahkemesinin ardından Üstad Hazretleri talebeleriyle görüşmüş diye biliyoruz?
Şöyle, Türkiye’nin altı-yedi vilayetinden ağabeyler toplanıp Ankara’ya getiriliyor. Üstad hazretleri bir defa Ankara’ya gelip, Emirdağ’a geri dönüyor. Onlar heyet halinde Üstad’a gidip, o altı-yedi vilayete davet ediyorlar. Diyarbakır’a, Urfa’ya, Erzincan’a, Erzurum’a, Çorum’a… Hatta Refet Kavukçu ağabey anlatıyor, “Üstad bizi kabul etti ve hep beraber Ankara’ya doğru yola çıktık” diye. Fakat daha sonra malum, Ankara’dan geri dönme hadisesi var. Yani öyle bir hadise bu…
Üstad’ın son dersi de birçok ağabeyle beraber yapılmış…
Ankara Merit Otel’de Diyarbakır’daki bazı gelişmeler nedeniyle Üstadımız, Mehmed Kayalar ağabeyin gelmesini istiyor. O da geliyor ve o dersi Mehmed Kayalar ağabeyin gelişinde Üstadımız yapıyor. Sungur ağabey de kaydediyor. Kayalar ağabeye ithafen bir nevi fakat tabiî bütün Nur talebelerine yapılıyor. Ve o son ders öyle…
Daha sonra Üstad hazretleri İstanbul’a teşrif ettiler. Biz de zaten davet etmiştik. Eskişehir’de bir gazeteci aleyhimizde bir yazı yazmıştı. Bunun üzerine Bekir Berk ağabey Ankara’ya telefon etti. Beraberce gittik. Zübeyir Gündüzalp ağabeyin yanına gidip “bu kötü yazıyı mahkemeye vermemiz lazım” dedik. Üstadımız uygun buldu ve “Lüzum varsa İstanbul’a vekâlet vermek için geleyim” diyor. Bunu duyunca, “demek ki Üstadımız İstanbul’a gelebilecek durumda. Hemen telefon edelim” dedik. Vekâletname oradan da verilir ama buradan olsa daha iyi olur, diye istişaremiz neticesinde Bekir ağabey telefon etti Üstad’a. Böylece Üstad’ı’mız ertesi gün İstanbul’a geldiler.
1959 senesinin son günü… Yılbaşı gecesi… Üstad, “Merak etmeyin. Hiçbir halt edemeyecekler. Ben küfrün belini kırdım. Onlar size hiç bir şey yapamayacaklar. Merak etmeyin” dedi. Fakat merak edilecek hiçbir husus da yok hakikaten. “Bundan sonra manevi cihad var. Risâle-i Nur var. Maddi Cihat düşman taarruz ederken yapılır, ancak manevi taarruz Risâle-i Nurladır. Risâle-i Nur’un bir yaprağını, bir yerden bir yere götürmek eski cihatta on kâfiri öldürmek ne kadar sevapsa, bunu yapmak da öyle sevaplıdır” diye bu ifadeyi Üstad üç defa ayağa kalkarak söyledi.
27 MAYIS OLUNCA O DERS BİZE AÇILDI
Üstad 27 Mayıs’dan mı bahsediyormuş acaba?
Evet. “Korkmayın. Merak etmeyin. Hiçbir halt edemeyecekler” diye defalarca telkinde bulundu Üstad. Tabiî 27 Mayıs olunca o ders bize açıldı, “Demek ki mesele buymuş” dedik. “O zaman biz buna karşı nasıl hareket edeceğiz” diye düşünmeye başladık. Neşriyatı durdurmadık tabiî önce Uhuvvet Risalesini bastık. Arkasından bizi birinci şubeye aldılar. 25 gün nezarette kaldık. Sonra üç profesöre göndermişler, ayrı ayrı. Hepsi de, “Bunda bir suç yok” diye rapor vermiş. Hiç bir şey yapamadılar. Ve mecburiyetle bizi serbest bıraktılar...
Üstad Hazretleri İstanbul’da kaç gün kaldı?
Sadece bir akşam… Dediğim gibi 1959’u 1960’a bağlayan gece… Piyer Loti Otelinde… Yani düşünün işte. Başta da sordunuz ya, Yenice-i Müslim köyünde ilkokulu bitirmiş bir adam.
BEDİÜZZAMAN: MENFÎ HAREKETE KATİYEN İZİN YOK!
O geceyi net olarak hatırlayabiliyor musunuz? Üstad Hazretleri neler söyledi? Nasıl görevler verdi?
Üstad o gece iki saat kadar sadece Risâle-i Nurla alakalı konuştu. Ona sadakatle bağlı kalmamız gerektiğini, menfî harekette bulunmamamızın lazım geldiğini anlattı. Bağdaş kurup oturduğu halde divanda, yay gibi fırladı, “Menfî harekete katiyen izin yok!” dedi, hasta ve yaşlı haline rağmen…
Aslında biz Kartal’da otelde süit bir oda tuttuk, fakat kimin kalacağını söylemedik. Üstadımız geldikten sonra benzin istasyonundan Bekir Berk ağabey telefon etti. Dedi ki, “O odada kalacak olan Bediüzzaman Hazretleridir.” Sonra biz oradan araba vapuruyla karşıya geçene kadar, bütün İstanbul’da duyulmuş Üstad’ın geldiği. Ve orada büyük bir kalabalık çıktı karşımıza. Tabiî otelin önünde alkışlarla, sevinç çığlıklarıyla karşılandı Üstad. Çemberlitaştaki Piyer Loti otelinin sahipleri polise bildirmişler. Sonradan biz oradaki adamları hep otel çalışanları zannediyoruz. Meğerse hepsi polis memuruymuş. Daha sonra 1960 ihtilalinde birinci şubeye gidince gördüm onları orada ve anladım ki hepsi polismiş. “Siz Otelci değil miydiniz?” diye sorduğum da olmuştur.
Tabiî bu durumu Nur talebeleri de duymuş. Onlar da gelmişler. Muazzam bir kalabalık. Ama Üstad Hazretleri çok rahatsız oldu bu durumdan. “Siz nümayiş tertip etmişsiniz. Bu menfî harekettir. Hâlbuki bizim hizmetimiz müsbet harekettir. Menfî harekete katiyen iznim yok” diye çıkıştı. Fakat bir taraftan tokatladı, bir taraftan da iltifat etti. “Merak etmeyin. Siz müsbet harekete devam ettikçe kimse size bir şey yapamayacak” dedi. Bir nevi son konuşması oldu bizlere.
O gece Üstad orada kaldı. Ertesi gün öğle namazını kılıp, Eyüp Sultan’a gidecekti. Fakat gazeteciler illa Üstad’ın odada bir fotoğrafını çekmek istiyorlar. Öğleyin herkes namaza gitti. Zübeyir ağabeyle ikimiz kaldık. Bütün odaların balkonu aynıydı. Gazetecilerden biri diğer bir odadan girip, balkondan geçmiş. Üstadın odasına geçip, fotoğraf çekecek. Ben de orada bekliyordum. Bu arada Zübeyir ağabeyle beraber o adamı gördük. Ben dedim, “Giremezsin, kusura bakma.” Döndüm Zübeyir ağabeye, “Görüyorsun Zübeyir ağabey, ne yapalım?” diye sordum. Adam o sırada yalvarıyor bize. Zübeyir ağabey, “Bırak, Üstad bir haşmetle çıksın namaz kılarken” dedi. Ben de adamı bıraktım. Adam gitti. Camdan Üstad namaz kılarken fotoğrafını çekti. Bir defa tam namaz kılarken çekilmiş. İkinci flaş esnasında Üstad hemen elini kaldırmış. Rahmetli Necip Fazıl o fotoğrafı mecmuanın kapağına koydu. “Gazeteci tasallutuna karşı Bediüzzaman” diye altyazı yazdı. Elhasıl bu durum üzerine Üstad kızdı. Ve “Ankara’ya gidiyoruz” diyerek yola çıktı.
BEDİÜZZAMAN’DAN GAZETECİLERE DİN TAVSİYESİ
Herhangi bir görevlendirme olmadı mı?
Görevlendirme umumi olarak yapıldı. Siz müsbet hizmetinize devam edin, derken hepimizi kastediyordu zaten.
Nasıl ayrıldınız Üstad Hazretlerinden?
Üstad gitmeye karar verince, biz bütün kardeşleri topladık. Bekir ağabey kol kola bir koridor meydana getirtti. Üstadın içinden geçebileceği şekilde. Ben Üstadın kolunda adeta yürüyerek, onların içinden geçtik. Üstad o sırada başını kaldırıp Bekir ağabeye, “Sen benim Abdurrahman’ıma benziyorsun” diyerek tazim etti.
Asansör olmadığından merdivenlerden indik. Gazeteciler fotoğraf çekmek için devamlı uğraşıp duruyorlar. Üstad onlara, “Din aleyhine neşriyat yapmayın. Zarar edersiniz. Yani dine dokunmayın. Dine hürmet edin. Dinî muhtevalı bütün hadiselere müsbet yaklaşın” diye telkinatta bulundu. Aşağı inince arabada Zübeyir ağabeyle, Bekir ağabey ön koltukta, Üstad Hazretleri de arka koltukta oturuyor. Üstad bana, “Sen de gel benim yanıma” dedi. Ben de arka koltuğa oturdum.
Araba Üsküdar’da araba vapuruna yanaşınca, gazeteciler fark etmemişler. Haber alamamışlar. Ama orada haber almışlar Kabataş’ta, daha yanaşırken hemen atladılar. Devamlı fotoğraf çekiyorlar. Flaşlar patlıyor falan. Üstad da rahatsız oldu. Bekir ağabeye, “Sen söyle benim mezhebimde fotoğraf çok iyi değildir. Çektikleri yeter. Bundan sonra çekmesinler” dedi. Bekir ağabey söyledi ama kimse dinlemiyor. Zübeyir ağabey, “Şemsiye var Üstadım” dedi. Üstad, “Sen şemsiyeyi aç” dedi. Açtım… O şemsiye gazetecileri çileden çıkardı.
Sonra giderken de aynı şemsiyeyi kullandık. Yapmasaydık belki daha iyiydi ama Üstad böyle istemişti. Orada Üzeyir kardeşin ifadesine göre, o gazetecilerden birisi elini uzatmış. Üstadın yüzüne doğru... Tabiî ben de şemsiyenin altında olduğum için farkında değilim. Resimlerde vardır o görüntü. Bir yerde yüzüm de çıkmış. O gazeteci elini uzatmış, Üzeyir kardeş onu alıp, otelin duvarına çarptı. Mahkeme falan oldu tabiî. Ama isabetli bir çekiş olmuş. Sonra Üstadımız önce arabaya, ardından da araba vapuruna bindi. Üstadın yanında epeyce gittik. Kartal’a kadar… Ben orada indim. Üstadımla vedalaştık. Ve Üstad yoluna devam etti.
ÜSTAD HAZRETLERİNİN GİTME KARARI BİZİ ÇOK MÜTEESSİR ETTİ
O anki duygularınızı hatırlıyor musunuz?
Üstad Hazretlerinin bir anda gitmeye karar vermesi bizi çok müteessir etti. Fakat Üstadın bu şekilde gezmesi acaba ne olacak diye beni hayli düşündürüyordu. Önce Konya’ya gitmişti, ardından İstanbul, Ankara… Yani bir gelişme var diye bekliyorduk. Öyle bir halet-i ruhiyedeydik... Ama ne olacağını bilmiyorduk tabiî. Daha sonra telefon geldi ki Üstad Urfa’da… Aniden Urfa’ya gitmeye karar veriyor. Ramazan’ın son 20. günü. Üstad cemaatle teravih kılıyor. Ondan sonra da hasta oluyor. Çok şiddetli şekilde devam ediyor hastalığı bunun üzerine Urfa’ya gitmeye karar veriyor ve gidiyor.
Siz Urfa’ya gittiniz mi?
Gittik, fakat yetişemedik. Perşembe günü defnetmişler, biz Cuma günü sabah ulaşabildik.
BUNLARI MUTLAK VEKİL TAYİN EDİYORUM
Üstad’ın vefatından sonra ağabeylerin bir toplantısı olmuş. Bundan sizin haberiniz var mı?
Kadıoğlu Camiinde Cuma namazının ardından oldu o toplantı. Orada Mehmed Kayalar ağabey bir teklif getirdi. “ Üstad Hazretleri vefat etti. Bir başa ihtiyaç olacak. Benim dışımda birini seçin” diye. Ama ağabeyler, “Risâle-i Nura göre her bir talebe bir Said’dir. Her talebenin üzerine düşen bir hizmet vazifesi vardır. Ve Risâle-i Nur hizmeti diğerleri gibi değil” dediler. Emirdağ Lâhikasındaki vasiyetname adındaki mektupları da biliyoruz. Üstad son anında Zübeyir ağabey, Ceylan ağabey, Sungur ağabey, Tahiri ağabeylerin isimlerini zikrederek, “Bunları mutlak vekil tayin ediyorum” demişti. Biz onları biliyoruz yani. O sebeple ağabeyler bu teklife sıcak bakmadılar.
Hüsrev Altınbaşak ağabey var mıydı o toplantıda?
Hayır. Zaten Hüsrev ağabey Urfa’ya gelmedi. Katılamadı.
MENDERES’LE GÖRÜŞECEKTİK Kİ ÜSTADIN VEFAT HABERİ GELDİ
Siz de bir gün sonra yetişebildiniz…
Evet. Biz İstanbul’dayken Üstad’ın Urfa’ya gittiğini duyduk, bir bekleyiş içindeyiz. İçişleri bakanı emir vermiş Üstad için, “Isparta’ya veya Emirdağ’a geri dönsün” diye. Emniyet Üstadı geri çevirmeye çalışıyor, ısrarla. O günlerde Menderes de İstanbul’daydı. Bize telefon geldi, “Menderes’le görüşün Üstadın Urfa’da kalmasına izin versinler” diye. Biz gittik. Taksim’de Bekir ağabey, Hakkı Yavuztürk ve Mehmed Birinci ağabeyle beraber özel kalem müdürüyle görüştük. Oteldeyiz. Adam bize, “Tamam… Biraz bekleyin. Sizi görüştüreyim” dedi. Tam bu esnada Hürriyet Gazetesinin haberlerinde, flaş haberde, “Bediüzzaman Hazretleri Urfa’da vefat etti” diye duyduk. Tabiî o haberi alınca Başbakanla görüşmeye ihtiyaç kalmadı. Hemen araba temin edip, yola çıktık.
Şu an Risâle-i Nur talebeleri hepsi ayrı ayrı hizmet ediyorlar. Peki Hüsrev ağabey olayı nasıl gelişti?
Üstad Isparta’da yeni yazıyla neşir başladığında, neşir işlerini bizzat kendisi yönetmeye başladı. Ondan evvel Emirdağ’da kendisi, Isparta’da ağabeyler… Teksir makinesi yeni çıkınca, bir tane İnebolu’ya, bir tane de Isparta’ya alıyorlar. Isparta’dakini Hüsrev ağabey, İnebolu’dakini Nazif çelebi ağabey yönetiyor. Yeni yazı dönemine geçilince Üstad bizzat kendisi muhatap olmaya başladı bütün çıkan eserlere. O dönemde Hüsrev ağabey biraz yaşlanmıştı, o nedenle hizmet içindeki aktifliğini de azaltmıştı. Herkes onu üstaddan sonra büyük bir abi olarak görüyordu. O nedenle Üstad’ı ziyaret edenler, Hüsrev ağabeyi de ziyaret ediyordu. Ben de kaç defa öyle yaptım mesela…
ÜSTADIMIZ AHİRETE GİTMİŞSE BİZ HEP BERABER HİZMETİ ŞAHSI MANEVİYLE YÜRÜTECEĞİZ
Bu cemaat ayrımı Husrev ağabey zamanında mı oldu?
Biz Urfa’dan dönüp Isparta’ya geldiğimizde, Sungur ağabey, Ceylan ağabey, Bayram ağabey ve Zübeyir ağabey, Hüsnü ağabey… Hepsi oraya gelip toplandılar. Tahiri ağabey daha önce gitmişti, dershanede kalıyordu. İstanbul arabasıyla biz gittik ama Ceylan ağabey bana, “Sen gitme kal” dedi. Biz Üstad’ın arabasıyla döndük Isparta’ya. Önce Konya’ya gittik. Bütün ağabeyler, talebeler hapishanede. Selâm verecek kimse yok. O sebeple Otelde kaldık. Sonra Isparta’ya giderek Hüsrev ağabey’i ziyaret ettik.
Orada bazı konuşmalar oldu. Hatta ben teklif ettim, “Şimdi matbu olarak risaleler elhamdülillah intişar etti. Fakat hatt-ı Kur’an’la biz gene devam ediyoruz. Çünkü İstanbul’da iki tane teksir makinesiyle Lemalar’ı basmıştık. Biz Lemalar’ı Küçük Ali ağabeyin yazısıyla tab ettirdik. Siz de Sözleri aynı şekilde yeniden yazsanız, onu da bastırsak” dedim. Hüsrev ağabey, “Kardeşim. Ben artık yaşlandım. Eskisi gibi o demir kalemi elime alıp yapamıyorum” dedi. Hatta, “Teyple okuyayım” dedi. Teyp getirdik. Okudu fakat dişleri olmadığı için telaffuzu çıkmadı. Böyle şeyler. Orada, “Müttefikane hizmetler devam edecektir. Üstadımız ahirete gitmişse biz hep beraber hizmeti şahsı maneviyle yürüteceğiz“ dedi. Biz oradan ayrılıp Emirdağ’a gittik. Emirdağ’da araba çalışmadı. Orada bıraktık. Sungur ağabeyle beraber Eskişehir’e geldik. Daha sonra Sungur ağabey Ankara’ya gitti. Biz de Hüsnü ağabeyle İstanbul’a geldik.
Yani Hüsrev ağabeyi defalarca ziyaret ettik. Daha sonra da yanına gittik, geldik. Fakat hiçbir şey yoktu. 1963’den sonra bazı farklılıklar zuhura geldi. Öncesinde herhangi bir şey yoktu.
27 MAYIS İHTİLALI OLDU SÖZLERİ BASMA ÇABASI İNKITAA UĞRADI
Üstad’ın vefatından sonra İstanbul’daki hizmetlere devam ettiniz. Kimler vardı sizden başka?
Mehmed Birinci, Hakkı Yavuztürk, Üzeyir Şenler, Bekir ağabey ve bazı gençler vardı. Onlardan bazıları vefat etti. Abdülkafi adında bir kardeş vardı. O hãlâ hayattadır. Ahmet Aytimur ağabey de vardı. Biz o zaman karar verdik beraberce. Sözler ilk olarak Ankara’da basılmıştı. “İkinci baskısı da İstanbul’da olsun” dedik. Sözler’i “Fakülteler” matbaasına basılması için verdik. Yirmi beş bölüm falan basılmıştı. Sekiz bölümün de tashihi yapıldı, geldi.
Zübeyir ağabey o zaman Urfa’dan ayrılmadı. Abdullah ağabey de orada. Bayram ağabey Isparta’da… Hüsnü ağabey Karabük’de… Sungur ağabey de hem Ankara’da, hem Karabük’de, böyle muhtelif yerlerde hareket halinde… Biz de İstanbul’da Risâle-i Nurları yeniden basmak için hizmete devam ediyoruz. Bir Cuma günü kalan sekiz bölümü de basacakken, 27 Mayıs ihtilalı oldu. Bu sebeple Sözleri basma çabası biraz inkıtaa uğradı. Ama Uhuvvet Risalesini bastık. Uhuvvet Risalesini ihtilal içinde basmış olduk yani. Ondan dolayı mahkeme, şu bu falan bizi gözetim altına aldılar. Baktık ki olmuyor. Yeni yazı, teksirle başladık… Risâle-i Nur Sönmez, Hizmet Rehberi, Hutuvat-ı Sitte, Münazarat… gibi bazı eserleri yazdık. Hizmet Rehberi matbu idi. Sinan Bey hapisten çıktı. Bu İstanbuldaki Sinan… Ankara’daki Doğuş matbaasındaki Sinan değil… Biraz tabiî darbeden sonra çok tevkifat oldu.
BÖYLE BİR KARAR, BÖYLE BİR ZAMANDA NASIL OLUR?
Darbe sebebiyle Baskı işi yavaşladı mı?
Aslında ağırdan alan biz değildik. Matbaacılar bizi yanlarına almak istemiyorlardı. Bu arada Üzeyir kardeş, Eyüp Sultan’da üsteğmen bir askerle kabristanda karşılaşmış. Ona risale okumak istemiş. O da onu şikâyet etmiş. Balmumcu’da bir askeri mahkemede tevkif ettiler Üzeyir kardeşi. Sonra orada müsbet bir heyet karşımıza çıktı. Risâle-i Nuru müdafaa eden çok mükemmel bir karar verdiler. Hem beraat ettirdi, hem de diğerlerine emsal olacak şahane bir karar oldu.
Daha sonra tam o esnada Sinan Bey hapisten çıkınca Risale basma işine devam edelim dedik. O da, “Şu anda hiçbir şekilde basım yapamayız” dedi. Endişeliydi. Ben de o kararı götürdüm. Yazıhanede Birinci ağabeyle beraber yaşlı, ak saçlı bir avukat vardı. Ben orada o kararı okudum. Kararı okuyunca, “ Ya!..” dedi. “Böyle bir karar, böyle bir zamanda nasıl olur?” diye çok hayret etti. Bu durumu gören Sinan Bey de ateşlendi ve “Tamam getirin risalelerin hepsini basalım” dedi…
1963’e kadar Hakkı Yavuztürkle beraber hizmetlere devam ettik. Zaten 1962 yılının Mayıs ayında Zübeyir ağabey İstanbul’a geldi. Onu Urfa’dan baskıyla çıkarmışlar. O da Konya Ermenek’de kalıyor. Biz de Zübeyir ağabeyi İstanbul’a davet ettik. Üzeyir’i Ermenek’e gönderdik, istişareyle. Üzeyir Ermenek’e gitti. Zübeyir ağabeyin İstanbul’a gelmesini rica ettik. O da. “Tamam kardeşim. Sen git, ben gelirim” demiş.
Ankara’ya geliyor. Biletini almış ama Murat Lokantasının üstündeki medreseye bir uğrayayım diyor. Bir gidiyor ki orada baskın var. Polisler, “ Hoş geldin Zübeyir Efendi” diye karşılıyorlar. Uğramasa hiçbir şey yok. O zaman bunda bir hikmet var diye Zübeyir ağabey Ankara’da biraz kalıyor. Zübeyir ağabey Ankara’da kalınca götürüyorlar, sonra serbest bırakıyorlar. Daha sonra da çok oldu böyle gözaltılar… Biz de bu arada sürekli Ankara’ya gidip, ne zaman İstanbul’a gelecek diye davet ediyoruz. Zübeyir ağabey Eskişehir’e gitti bir ara. Bir müddet orada kaldı. Sonra Birinci ağabeyle iki defa yanına gittik ısrarla, gelmesi için… Allah razı olsun, Daha sonra İstanbul’a teşrif ettiler…
BİRBİRİMİZE SÖZ VERDİK HİZMETLE EVLİYİZ DEDİK…
1963-64 yıllarında otuz beş yaşlarındasınız. Evlenmediniz. Mehmed Birinci ağabeyle berabersiniz. Birinci ağabey nişanlıyken, nişanlısıyla anlaşarak öbür dünyada evlenmek üzere ayrılıyor. İkisi de evlenmiyorlar ölene dek. Bu konuda Birinci ağabeyle beraber evlenmeme üzerine ortaklaşa aldığınız bir karar var mı?
Hepimizin vardı. Rahmetli Hakkı Yavuztürk, Ahmet Aytimur ağabey, Birinci ağabey ve ben birbirimize söz verdik bu konuda. Hizmetle evliyiz dedik…
Sonra bir zaman siz evlenmeye karar vermişsiniz… O zaman Birinci ağabey ne yapmış?
(Gülüyor) Bize menfî bir hareket yok ama Birinci ağabey Laz olduğu için…
O zamanlar çok hareketli bir durum vardı. Bekir ağabey “bir tane silah olsun” dedi. Zaten avukatlara ruhsat veriliyordu. Birinci ağabey o silahı aldı, “Eğer öyle bir karar verirseniz, sizi Cennete gönderirim” dedi. Türkmenoğlu’na ayrıca yapmış aynı şeyi. Mesela ben ehliyet almaya çalışıyordum. Dedi, “Sen ehliyet almayacaksın.” “Tamam. Peki” dedim.
Birinci Ağabey biraz otoriter bir insan değil mi?
Evet öyle. Ama hizmet adına böyle davranıyor. Yoksa kendi şahsına değil bu hareketler. Böyle biri de lazım zaten hizmete. Ben Birinci ağabeyden çok istifade ettim. Onun namazından, ahlâkından… Nasıl Muhsin ağabeyden Risâle-i Nurun ubudiyet yönlerini öğrendiysek, Birinci ağabeyden de aynı şekilde ubudiyeti öğrendim. Aileden, çok manevi, disiplinli yetişmiş bir zat. Daima kravatlı, ceketli… Bekir ağabey, “Benden daha şık giyiniyorsun” derdi.
EN UYGUN KİŞİ ALİ UÇAR’DIR
İlk yurtdışı gezinizi ne zaman yaptınız?
Daha Bekir ağabey İzmir hapsindeydi, 1972’de. Yunanistan – Yugoslavya yoluyla evvela İtalya’ya gittik. Matbaa malzemeleri lazımdı. İtalya’dan Milano üzerinden İsviçre’ye geçtik. İsviçre’den Almanya’ya gittik. Yanımda Ali Demirel ağabey ve Osman Bilgeoğlu vardı. Bizim biraderler de oraya yakındı, onları ziyaret ettik. Ali Uçar’ı üç ay evvel Berlin’e göndermiştik. Berlin’den böyle bir talep olmuştu. Yani “bize burada hizmetleri anlatacak, öğretecek birini gönderin Ramazan’da” diye. “En uygun kişi Ali Uçar’dır” dedik ve Berlin’e gönderdik. Ali Uçar Berlin’e gitti. Oradakiler Küçük Sözler’i dizdirmişler, basacaklar. Biz gittik. Orada bir gece kaldık. Ben, “Bunların bir kopyasını İstanbul’a götürüp, yeniden gözden geçireyim. Hatalı olmasın” dedim. Öyle yaptık.
Zübeyir ağabey İstanbul’a geldikten sonra neşriyat hizmetleriyle daha yakından ilgilenmeye başlamışsınız…
Tabiî. Gece gündüz… Ben matbaada yatar kalkardım. Bir şezlong götürdüm oraya. Çünkü gene Risâle-i Nur basıyoruz. Suç!... Devamlı başında bulunmak gerekiyor. Hatta oradaki ustalara gece yiyecek, içecek götürüyoruz. Onlarla kaynaşıyoruz.
Zübeyir ağabey gelince Hamdi Sağlamer, Abdülvahit ağabey de bize yardım ediyordu. Çünkü matbaada önce cümleleri yazıyorsun. Harfleri tek tek yan yana getiriyorsun. Bastıktan sonra onları bozup, bir sonraki cümleye geçiyorsun. Yeniden okuma, tashih… Bayağı emek isteyen bir hizmet… Ta Van’dan gençler geldi o zaman yardım etmek için… O kadar çok genç geliyordu ki Süleymaniye’ye… Hatta öyle oldu ki, kapıya, “Filan saatten sonra gelin” diye yazı asmak zorunda kaldık. Çünkü ekip halinde çalışmalar var. Süratle çıkarmak istiyoruz. Zübeyir ağabey sağ olsun o zaman her şeyi tanzim etti. Biz kapıya o yazıyı yazamayız. Zübeyir ağabey, “Yazabilirsiniz kardeşim” diye izin verdi de yazdık. Çok güzel çalışmalar yaptık o zaman…
ZÜBEYİR AĞABEY MÜKEMMEL BİR ORGANİZATÖR
Zübeyir ağabey her zaman mükemmel bir organizatör olarak çıkıyor karşımıza… Herkes bu konuda hemfikir…
Hakikaten, hizmeti çok iyi bilen bir insan. Çok sevilen bir ağabey aynı zamanda... Hem Üstadın çok yakını, hem de organizasyon yapmada üstüne yok. Mesela bir yerde kardeşler arasında en küçük bir şey olsa, ya mektupla, ya insan göndererek, ya telefonla çeşitli yolları deneyerek o problemi mutlaka halleder. Yani öyle kendi haline bırakmaz hãdiseleri.
Anadolu’ya bir öğretmen tayin olmuş. Veya memur olarak gidiyor. Orada hiç Risâle-i Nur hareketi yok. Gelir Zübeyir ağabeye, “Ne yapacağım?” diye sorar. O da, “Evvela terziyle, bakkalla tanışacaksın. İçki satıyor diye selâm vermemek olmaz. Ona da selâm vereceksin. Daha sonra içki satmaktan vazgeçmesi için. Yavaş yavaş ders okuyarak, bir heyet kuracaksın. İlk önce kendi evinde başlarsın. Daha sonra onlar da bizim evde ders olsun diye isterler. Böylece yavaş yavaş arkasından medrese açmak gelir…” Böyle onlara tavsiyelerde bulunurken çok şahidi oldum.
LAHANA YAPRAĞI TABİRİNİ KİM KULLANDI?
Risale-i Nur talebelerinin gazete çıkarma fikri ilk olarak Zübeyir ağabeyden mi çıkıyor, yoksa sizlerden birinin teklifiyle mi oluyor?
Zübeyir ağabey İstanbul’a gelmeden evvel... Bu arada bir tevkifat oldu. Bizleri aldılar. İşte o tevkifattan evvel Anadoluda her yerde beraat olmuştu. 54 beraat kararı olmuştu. Fakat biz bunları bir neşir vasıtasıyla Risâle-i Nur’un beraat ettiğine dair mahkemelerden duyuramıyoruz. Ben kardeşlere, “Kararlar, diye haftalık, aylık bir mecmua çıkaralım. Lahana yaprağı kadar olsun” dedim. Olur, olmaz falan derken, maalesef kabul ettiler.
Bu arada çok önemli bir şey söylediniz. “Lahana Yaprağı” tabiri… Bunu Üstad’a veya Zübeyir ağabeye mal ediyorlar…
Hayır hayır. Bu söz tamamen bana aittir. Benim için de günah defterine yazılacak bir şeydir. Beyazıt’ta bir hamam var, fakültenin yanında. Ahşaptan yapılma ufak dükkânlar vardı. Gecekondu nevinden… Oradan bir dükkân kiraladık. Tam bu işi yapmak üzereyken, Urfa’dan gelen bir mektup yüzünden hepimizi… Sungur ağabey, Bayram Ağabey ve Said ağabey de misafir gelmişlerdi İstanbul’a… Said ağabey’in çantasını aramak istiyor polisler. Süleymaniye’de… Biz Ceylan ağabeyle yokuz o sırada. O çantanın içinde de klişeler, evraklar, formalar olan bir çanta… Said ağabey açtırmıyor çantayı… Bunun üzerine Said ağabeyi emniyete götürüyorlar. Ve emniyette birinci şubenin içinde sağda bir oda vardı. Oraya bırakıyorlar. “Arkadaş burada dursun, biz geleceğiz” diyorlar.
Said ağabey bakıyor vaziyet müsait. Herhangi bir memura da suçlu diye bildirmemişler. Oradan çantasını alarak kaçıyor. Said ağabeyi yerinde bulamayınca yeniden Süleymaniye’ye dönmüşler. Artık bu defa tahtaları sökmüşler yerinden. Orada, “Nurculuk nedir?” Nazım Gökçeğin bir yazısı vardı, basmıştık onu… Hepsini buluyorlar… Sungur ağabey kendisi emniyete gidip, “Beni arıyormuşsunuz? Geldim” diyerek teslim oluyor. Elhasıl bizim lahana yaprağı teşebbüsü böylece akim kaldı. Sene 1961… Seçimlerden iki buçuk ay evvel… İşte o zaman Said ağabey Ankara’da İhlâs diye gazete çıkardı. Daha sonra Uhuvvet, Zülfikâr…
ZÜBEYİR AĞABEYİN GAZETE DAĞITIM TAVSİYESİ
Said ağabey daha sonra İzmir’de bir gazete çıkarıyor. Adı Zülfikâr… Bazı iddialara göre gazeteyi size göndermiş ama siz bu gazeteleri iade etmişsiniz. Bu konuyu hatırlıyor musunuz?
Ankara’da İhlâs gazetesi çıkmıştı. Ve İstanbul’da biz İhlâs’ı dağıtıyorduk. O zaman Ankara’da sıkıyönetim olduğu için İhlâs kapatıldı. Daha sonra Said Özdemir İzmir’de Zülfikâr’ı çıkarmış. Demek kendisi oraya tayin olmuş. Ben hatırlamıyorum. Önce Uhuvvet diye çıktı gazete, daha sonra Zülfikâr oldu. Fakat ben hatırlamıyorum böyle bir iade vakasını…
Zülfikâr gazetesi geri gönderildiği için gazetenin tirajı çok büyük ölçüde sarsılmış o dönemde. Bunun üzerine Said ağabey Zübeyir ağabeyi aramış. Durumu ona anlatınca Zübeyir ağabey, “Gazeteleri bana gönderin” demiş. Böylece gelen gazeteleri Zübeyir ağabey cãmi önlerinde satmaya başlamış. Bu hãdisenin doğrusu nedir? Bizde olan bilgi bu…
Zübeyir ağabey o zaman kahramanca olan bu çalışmaları takdir ediyordu. Bizim de takdirimizi temin ediyordu. Dolayısıyla Zübeyir ağabey kendisi satmadı o gazeteleri öyle. Kendisi değil. Sadece bize tavsiye etti. “Risâle-i Nur’un böyle bir zamanda intişarını, reklamını, tanıtımını yapan mevcut gazete Zülfikâr veya daha evvel Uhuvvet veya ihlâs… Böyle yapmak lazım Kardeşim!” diye tavsiye ettiğini ben hatırlıyorum. Ve gençler bunu benimsediler. Ben de o gençlerden biri olarak Süleymaniye Cãmi’ni hatırlıyorum. Süleymaniye Cami’nin önünde satardı gençler… Yoksa buradan iade edildiğini, geri gönderildiğini ben hatırlamıyorum…
O ZAMAN AĞABEYLER MABEYNİNDE MEŞVERETLER OLUYORDU
Bu haberi iki ayrı insandan dinledik. Burada bir su-i niyet yoktur. Belki de o zaman meşveret kararı olmadığı için oldu iadeler…
O zaman genel meşveretler yoktu ama ağabeyler mabeyninde meşveretler oluyordu. Ve o bakımdan bunlar herhalde konuşarak bu işi yapıyorlardı. Biz İstanbul’da kendi yaptığımız hizmetlerde meşveret ediyorduk… Ama genel hizmetler için ağabeyler karar alıyordu. Zübeyir ağabey geldikten sonra ağabeyler toplanıyordu. Biz de bulunurduk ama onlar karar verirlerdi.
Hatta konuşmalarda bazı tarih yanlışlıkları olunca, ben çay dağıtırken düzelttim. “O öyle değil, şöyle oldu” diye. Ondan sonra Zübeyir ağabey, “Bu toplantılarda mutlaka sen de bulunacaksın” dedi ve beni o toplantılara katılmaya mecbur etti. Çünkü “Fırıncı tarih düşürür” diyorlardı.
Bir defa akşamdan Edirne’ye gittik. Sabahleyin Edirne’de mahkeme var. Bekir Berk ağabeyle gittik. Zeki Demir kardeş götürmüştü. Gecenin bir yarısında telefon geldi postaneden. Zübeyir ağabey hemen sabahleyin ilk arabayla dönmemi, ağabeylerin toplantısında mutlaka benim de bulunmam gerektiğini söyledi. Ben de hemen döndüm. Mahkemeyi beklemedim. Sabah 6’da geri döndüm İstanbul’a…
EĞER BENDENSE KABUL ETMEYİN ÜSTADDAN OLDUĞU İÇİN KABUL EDİN VE AMEL EDİN
Uzun yıllar boyunca Zübeyir ağabeyle beraber hizmet ettiniz. Onunla alakalı neler anlatmak istersiniz?
Gerektiği kadar hizmetini yapamadık ama elimizden geldiği kadar yapmaya çalıştık. Zübeyir ağabeyin hizmet hususunda çok özel şekilde bizi istihdam ettiğini söyleyebilirim. Biz de hakikaten elimizden geldiği kadar onun gösterdiği istikamette gitmeye çalıştık. Bir kısım genç kardeşlerimiz de bu hizmetin bazı yerlerinde bazı zamanlarda bulundular. Bizim hizmetler hususundaki konularda Zübeyir ağabey Allah razı olsun bizi yönlendirirdi.
“Kardeşim! Bu tamamen Üstaddandır. Kitaplarda da yeri vardır. Eğer bendense kabul etmeyin. Üstaddan olduğu için kabul edin ve amel edin” derdi. Biz de onun tavsiyelerine uyarak saadetli bir şekilde hizmet edebildik çok şükür.
TARİHÇE-İ HAYAT AMERİKA’DA NEŞREDİLDİ
Yurt dışına 1972 yılında çıktığınızı, bazı malzemeler almaya gittiğinizi belirttiniz…
Evet. O zaman Türkiye’de bazı ithãlât, ihracat zorlukları vardı. Gidelim, oradan bir kutu içinde gelirken getirelim dedik. Daha ziyade onun için gittik. Bu benim ilk yurt dışı seyahatim oldu. Daha sonra Berlin’deki Kur’an-ı Kerim baskısı için kurulan matbaaya beni yolladılar. Ondan sonra artık devamlı gittik, orada bir buçuk ay kadar kaldık. Daha sonra burada Kur’an-ı Kerim hazırlama çalışmaları vardı. Onlar, “Sen gelmezsen, yürümüyor” dediler. Ben de geri geldim. Berlin’de binayı tuttuk, kiraladık. Makineleri kurduk. Sonra artık devamlı gitme gelme oldu. 1975’de Amerika’ya gittim. Bir sene evvel Osman Bilgeoğlu gitmişti. Küçük bir tarihçe neşretti. Hatta çalışırken zamanı bitti. Geri dönüyor. Ali Uçar kardeşi Almanya’dan oraya gönderdik. Ve orada Tarihçe-i Hayat İngilizce olarak neşroldu.
Osman Kardeşten evvel Hasan Kondu gitmişti. Orada “Nur” adında bir mecmua çıkarmaya çalışmış. Ben Almanya’daydım. Telefon etti, “Biz burada bir makine alacağız. Baskı makinesi… Bize para gönder.” “Biraz durun” dedim. “Peki, bekleyelim” dedi ama bir de baktım, “Biz makineyi aldık” dedi. “Light” adında mecmua çıktı… Bu esnada Amerika’ya Osman kardeş ikinci defa gitti. Ve orada tercüme hususunda çalışmalara devam etti. Sonra Almanya’da Kur’an basılıyor. Başında bulunmamız lazım. Birinci ağabey de orada, ben de oradayım... Çünkü ilk defa basıldığından hareke noksanlıkları oluyor. Netice, dedim, “İşler tam yoluna girsin, ondan sonra gidelim.” Çünkü sürekli Amerika’dan çağırılıyorum. Rahmetli Mehmed Büker ağabeyle Kur’an-ı Kerim baskısının bitmesini bekledik. Ve Amerika’ya gittik.
Orada Profesör Hamit Algar var, İngiliz asıllı Müslüman… Başka tercüme edecek kimse yok. O da Kaliforniya eyaletinde San Fransisco civarında. Onun yanına gitmekten başka çaremiz yok. Telefonla irtibatlaşıyoruz. Biz oraya gittik. Hamit Bey’le tanıştık. Aslında o Türkiye’de kalmıştı. Merhum Musa Haspolat’la görüşme esnasında onunla da karşılaşmışız. Sonradan Hamit Bey anlatınca, hatırladım. Daha sonra Hamit Bey Ayetel Kübra, Haşir Risalesi gibi bazı risaleleri tercüme etti. Bu arada Ümit Bey gitti. Daha sonra ben bir daha gittim. Osman Bilgeoğlu devamlı oradaydı. Matbaa daha büyütüldü. Elhamdülillah İngilizce neşriyatlar başladı orada… Almanya’da da Kur’an matbaası hãlâ faaliyettedir…
AMERİKA’DA ÇIKAN O KİTAPLAR, İNGİLTERE’YE GELİYOR
Bir de İngiltere seyahati var…
Evet. O günlerde Niyazi Bey doktora yapıyordu İngiltere’de... Ben oraya gittim. Hatta oradan da Amerika’ya geçmiştim. Bir hafta kaldım orada. Niyazi Bey bitirdi döndü, Halis Bey gitti oraya. Halis beyin yanına gittik. Gayri müsait bir yerde kalıyorlar. Ama Tabiî Halis Bey biraz cevelanlı bir insan… Durmuyor… Mütemadiyen faaliyette… Şimdi olduğu gibi… Fakat acıdım. Büker ağabey de Amerika’da… 1978’de ikinci defa gidişimizde yani, bir bina almayı düşünüyordu. Orada bir türlü nasib olmadı.
Döndük… Dedi, “Bari İngiltere’de alalım. Çok iyi yaparız.” Halis bey de, “Siz orada bir yer bulun” dedi. Elhasıl İngiltere’de bir bina satın aldılar. Allah razı olsun… Ve çok hizmetlere vesile oldu o bina. Medrese olarak, kaç sene çok kimseler orada yetişti.
Amerika’da çıkan o kitaplar, İngiltere’ye geliyor. Bütün Üniversitelerin İslam talebe teşekkülleri vardı. Halis bey hepsine dağıtıyordu. Onlar da bir kutu koyuyorlar, kitapları da koyuyorlar. Herkes satın alıyor. Parasını da kutuya atıyorlar…
62 YAŞINDA YAPILAN HİZMET EVLİLİĞİ
Bu arada mı evlendiniz?
Evet. Bu evlenme hadisesi şöyle; Ben 62 yaşında evlendim. Bazen Birinci ağabeyle konuşurken, “Benle istişare edersen, 62’ye kadar beklemen lazım. Eğer Birinci ağabeyle istişare edersen hiç yok” diye latife yapardım.
Ali Mermer kulakları çınlasın, şu anda da Amerika’da… O İngilizce eğitimi tamamladı. Ardından doktoraya başladı. Ve orada Muhammed Colin vardı Üniversite’de profesör. Onlar üniversitenin mescidinde ders yaparken, Şükran Hanım da o üniversitede şark dilleri üzerine, yani Arapça, Farsça, Türkçe dillerinde doktora yapıyor. Doktorasını bitirmek üzere…
Ayetel Kübra ve Tabiat Risalesi’ni bir sene onlarla beraber okuyor. Ve Müslüman olmaya karar veriyor. Sonra bir ara buraya geldi. On beş gün kaldı. Orada tabiî Ali ağabey, “senin çok suallerin var. Bu suallere ancak Mehmed Fırıncı ağabey cevap verir” demiş. Sonra bizim aile meclisini topladık. Rahmetli validem de sağdı o zaman. Cemal Hoca tercüman… O da İngiltere’de İngilizce öğrendi… Gece geç vakitlere kadar, sual-cevap, sual-cevap… Derken Şükran hanım gitti. Sonra Ali Mermer doktorasını bitirdi. Zaten Emine hanımla evlenmişlerdi. Türkiye’ye geldi. Şükran Hanım, “Ben de geleyim sizinle beraber” demiş. Ve oraları terk ederek Türkiye’ye geldi. Ardından Anadolu hisarında yedi ay kadar kaldı. Sonra Beyazıt’da Abdülhamit Doğan’ın dairesini kiraladık. Daha sonra Fatih’te kaldı… Yani altı sene filan bu şekilde… Risaleleri tercüme etmeye başladı. 15 adet küçük kitap ve Tarihçe-i Hayatı telif etti. Sözler’i, Mektubat’ı, Lemalar’ı tercüme etti. Bir gün bazı arkadaşlar beni çağırdılar, isim vermek istemiyorum, “Seninle konuşacağız” diye…
“Sen kendine bakamıyorsun. İhtiyarladın. Senin Şükran Hanımla evlenmeni uygun görüyoruz” dediler. Ben de “Biraz sabredin. Belki olabilir. Ama şu esnada değil” dedim. Ve iki sene sonra böyle bir evliliğe karar verdik…
Yani böyle bir hizmet evliliği oldu öyle mi?
İnşallah…
Şükran hanım hãlâ hizmetine devam ediyordur…
Tabiî. Bazen ben laklakiyatla zaman geçiriyorum da, fakat katiyen laklakiyat onun yaşantısında olamaz. Laklakiyat derken boş konuşmalar değil her zaman olduğu gibi arkadaşlarla hizmet üzerinde sohbetler idi.
Bizim takip ettiğimiz kadarıyla zaten sizin boş geçen bir dakikanız yok… Okuyucular sizin hayatınızı merak ettiği için biraz magazinvârî konuştuk. Fakat biz biliyoruz ki 62 yaşında nasıl evlilik olursa, sizin izdivacınız da öyledir. Kesinlikle nefsanî bir şey olmadığını o gün de biliyorduk, bu gün de biliyoruz. Eğer öyle olsaydı Birinci ağabey sizi tabancasıyla vuracaktı zaten…
Zaten ona haber vermediğim için kızmıştı. “Ya bu adamla konuşulmaz” diyordu. (Gülüyor) İki sene kadar çok sert tavırları oldu. Ancak iki sene sonunda yumuşayabildi…
RİSÂLE-İ NURDAN BAŞKA ÇARE GÖRMÜYORUZ
Kaç ülke dolaştınız?
Avrupa, Almanya, İngiltere, Belçika, Hollanda, Kuzey Afrika, Fas, Malezya, Endonezya, Filipinler, Balkanlar’da Yugoslavya, Bulgaristan, 4 defa Bosna- Hersek’e gittim. Daha sonra Zagrep’e… En son programı da Hırvatistan’da yaptık…
Allah size uzun ömürler versin. İnşallah daha uzun seneler bizlere faydanız olur. Her zaman sizi aramızda görmekten mutluluk duyacağız. Fakat ağabey, hãlâ bu yaşta neden hizmetlere devam ediyorsunuz. Neden evinize çekilip dinlenmiyorsunuz? Sizin yerinizde kim olsa “ben vazifemi yaptım” diyerek, kabuğuna çekilirdi…
Geçen gün Rüstem Paşa Medresesi’nde İstanbul İlim Kültür Vakfı’nda laik görüşlü bir profesör geldi. Hanımı da Japon… Sizin sorunuza benzer bir ifadeyle, “Nedir sizin bu Said Nursî’yi, Risâle-i Nur’u dünyaya tanıtmak için çırpınışınız? İlla başkaları da öğrensin diyorsunuz?” diye sordu. Ben de, “Ben 50-60 senedir Risale okuyorum. Bu kitaplardan aldığım ders, devamlı insanlara şefkat, merhamet, iyilik… Ve büyük bir huzur içinde herkesi sevmek, herkesle beraber hayra, iyiye, güzele doğru bir adım atmak… Ben bunları öğrendim. Bakıyorum benim dışımda da okuyanlar aynı şekilde oluyorlar.” Burada isim vermeyeyim İslam dünyasından bazı isimleri söyledim, “Ama onları okuyanlar…” Kendisi yumruğunu kaldırıp, “Onları okuyanlar böyle oluyorlar” dedi. “İşte bu yanlışlığı izale etmek için Risâle-i Nurdan başka çare görmüyoruz.
Eğer Risâle-i Nur dünyaya yayılırsa bu şefkat, muhabbet, merhamet, insanları birbirine kaynaştırma fikri tüm dünyaya yayılır. Bu meselelerin Risâle-i Nurla halledileceğini düşündüğümüz için biz böyle yapıyoruz. Başka hiçbir şey için değil. İnsanlığın hayrına, güzele, iyiye, hizmet etmek için… Valla bu zevk, insan değil seksen yaşına girse, yüz seksen yaşına da girse, insanı koşturabilir. Hakikaten büyük huzur duyuyorum. Ve o hizmetle meşgul olduğum zamanlarda emin olun ben kendimi yirmi yaşında hissediyorum.
RİSÂLE-İ NUR HİZMETİNDEN BAŞKA HİÇBİR ŞEY İÇİN GİTMEDİK
Eşiniz Şükran Hanımın, “Çok geziyorsun, yoruluyorsun. Biraz dinlen” gibi şeyler söylediği oluyor mu?
Bazen, “Ne olur biraz dinlenin” dediği oluyor. Çünkü bazen çok yoruluyorum. Gece ikilerde eve geldiğim oluyor. Ama Risâle-i Nur aşkıyla ayaktayım çok şükür… Bütün insanlar da böyle olur inşallah…
Sizin diz ağrılarınızın olduğunu da biliyoruz. Sungur ağabey de aynı şekilde rahatsız... Buna rağmen hizmetleriniz devam eder…
Sungur ağabey Allah razı olsun bizden çok daha ilerde. Şartları çok ağır olmasına ve hasta olmasına rağmen hizmetlere devam ediyor…
Gittiğiniz yerlerde hep Risale-i Nur hizmeti mi yaptınız?
Risâle-i Nur hizmetinden başka hiçbir şey için gitmedik.
YİRMİNCİ ASIRDAN SONRAKİ GELEN ASIRLARIN MEDENİYET PROJESİ BU BİNADA ÇİZİLDİ
Üstad hazretlerinin en büyük arzusu olan Medresetüzzehra projesinin hayata geçirilmesi için neler yapılmalı sizce?
Üstad Hazretleri zaten o projesini Risâle-i Nur’la tahakkuk ettirmiş. Yani, “Aklın nuru ulumu fenniye, kalbin nuru ulumu diniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” diyor. Şimdi Risâle-i Nur’a baktığımızda bu imtizaç en fevkalade şekilde görülüyor. Bu üniversiteyi sadece Van’da, Diyarbakır’da, Bitlis’ te değil… Bütün dünya çapındaki üniversitelerde… Mesela düşünün şimdi Kahire’de Ezher Üniversitesinde okuyan kaç milletten insan var… O talebelerin hepsinden gençler medreseye geliyor. Beş katlı bir bina var, alınabildi elhamdülillah. Orada 50-60 tane her milletten gençler geliyor, hem okuyor, hem de üniversiteye devam ediyorlar. Tabiî kabiliyetli çocuklar… Memleketlerine gittiler miydi her biri Risâle-i Nur’un bir naşiri hükmüne geçiyorlar. Üstad o şekilde düşünmüş… Yani Ezher Üniversitesi de aynı hizmeti şu anda görüyor…
Tabiî Üstadımız madden öyle murad etmiş… Geçenlerde Tahir Paşa konağını gördüm. Resimlerini çektim… Çünkü Üstad o projeyi on beş yaşlarındayken Tahir paşa’nın konağında yapmış. Bu sebeple Konağın ihya edilmesi gerekiyor… “Yirminci asırdan sonraki gelen asırların medeniyet projesi bu binada çizildi” diye konağın alnına büyük yazılarla yazmak lazım diye düşünüyorum.
“İNGİLTERE RİSÂLE-İ NUR ENSTİTÜSÜ” KURULUYOR
Şu an dünyanın birçok yerindeki üniversitelerde Risâle-i Nur okutuluyor dediniz. Birkaç örnek verebilir misiniz?
Biz Endonezya’nın Lampung şehrine gittik. Orada Şerafettin Bey var. Şu anda dekan olmuş. Biz Kediri’ye gittiğimiz zaman o da geldi anlattı. “Ben şimdi büyük bir odayı Said Nursî köşesi yaptım. Bütün kitapları dizdim. O’nun resimlerini astım” dedi. Yani, Ali Uçar’ın daha ilmisi Şerafettin Bey… Dünya üzerinde bu şekilde Risâle-i Nur’a sahip çıkan insanlar var… Filipinler’de üniversitelerde ders kürsülerinde alınan notlar, resmi değerlendirmelere giriyor. Amerika’da gene zeki kardeşin bulunduğu üniversite de bir risale kürsüsü var… Yani öyle çok ki, başımız döndü bunlardan elhamdülillah… Şu an Durhaim’da bir Enstitü kuruluyor “İngiltere Risâle-i Nur Enstitüsü” diye… Yine bir Tarihçe-i hayat çıktı… İngilizlere ait bir üniversitenin yayınlarından çıktı.
İSLAM DEVLETLERİ RİSALE-İ NUR’U PROGRAM YAPMALI
Siz üzerinize düşen vazifeyi fazlasıyla yapmışsınız zaten. Biz bunlarla iktifa mı etmeliyiz? Ya da İslam Birliği’ne giden yolda bizim döşememiz gereken taşlar nelerdir?
Çok daha şümullü ve geniş hale gelmesi lazım… Biz bunu eğitim sahasında düşünüyoruz ama bu hizmetin değişik merhalelerde olması lazım… Üstadımızın Risale-i Nuru İslam Devletlerinin evvela programı olması lazım. Onların gaye programı olması lazım adeta… Hem eğitimde, hem de aralarındaki münasebetlerde… Hutbe-i Şamiye’nin yüzüncü yılı dolayısıyla, iki sene evvel Suriye’de okundu. Bütün İslam uleması oradaydı. Suudi Arabistan’dan ve çeşitli ülkelerden katılanlarla öyle bir tahliller, o kadar güzel izahlar yapıldı ki Hutbe-i Şamiye üzerine… Ve bunun tesirlerini şimdi yavaş yavaş görmeye başladık, İslam milletleri mabeyninde Elhamdülillah.
RİSÂLE-İ NURLAR SUUDİ ARABİSTAN’DA DA YAYINA GİRDİ ELHAMDÜLİLLAH
Suudi Arabistan’da Risâle-i Nurların basılması gibi büyük bir başarıya da imza attınız siz… Bunun Fırıncı Ağabeyin gayretleriyle olduğunu biliyoruz. Bu konuyu anlatır mısınız biraz?
Estağfirullah… Risâle-i Nurlar neredeyse yirmi senedir zaten Kahire’de basılıyor. Suudi Arabistan’sa neşriyatlar, bütün yayınlar ve İslami yayınlar hususunda biraz daha disiplinli bir ülke… İlk olarak orada vezaretül ilam, bir turizm ve tanıtma bakanlığı gibi diyelim… Kitaplar önce orada tetkikten geçiyor, ondan sonra Suudi Arabistan hudutlarından içeriye kanuni bir şekilde girebiliyor. Ve neşredilecekse ediliyor, dağıtım olacaksa kitapçılara dağıtılıyor.
Risâle-i Nur’ların orada basılıp dağıtılması hususunda bir teşebbüste bulunduk. Aslında orada kardeşler Vezaretül ilam’a vermişler kitapları. Oradan müsbet rapor çıktı. Yani, “Burada basılabilir ve dağıtımı yapılabilir” diye… Bunun üzerine ben üç defa gittim. Ve hamdolsun neşroldu. Orada bir yayınevinin sahibi aynı zamanda izin teşkilatının da başkanı… Çok mübarek bir zat… İki tane de okulu var Mekke-i Mükerreme’de. Onun Cidde’deki kısmı sadece reklam üzerine işler… “Kitap yok bizde” dedi. Biz de konuştuk. “Siz de kitabını yapın” dedi. Ve onun ismiyle “Darul Huneyn” ve “ Sözler” beraber… Kahire’de basıldı. Zaten Suudi Arabistan kitapları ya Kahire’de, ya Beyrut’ta basılıyor. Orada da var matbaalar ama çok pahalı… Netice iki yayınevinin de iştirakiyle Risâle-i Nurlar Suudi Arabistan’da da yayına girdi elhamdülillah…
Bir de tabiî Mekke-i Mükerreme’ye, Medine-i Münevvere’ye kadar geliyor o kitaplar. Risâle-i Nur’ların oradaki kitapçılarda bulunması çok önemli bir husus…
EN BÜYÜK HAYALİM
Peki, ağabey bu zamana kadar Risâle-i Nurlara hizmet ettiniz. Üstad’ı gördünüz. Bütün ömrünüzü bu uğurda vakfettiniz. Şu an için en büyük hayaliniz nedir?
Önceki hayalim iki yerde birer bina teşkil ederek, yayınevi ve Risâle-i Nur merkezi tarzında bir yer kurmaktı. Birisi Kahire’de, birisi Cakarta’da… Çünkü Cakarta dünya’nın en büyük İslam ülkesinin kenti… Kahire’de oldu. Yayınlar da oldu, bina da oldu… Cakarta’da da yayınevi hemen hemen teşekkül etti. Şu anda Mesnevi-i Nuriye çıktı. Sözler, Mektubat gibi eserlerin de tercümesi bitmek üzere… Ama hayaller bitmez… Şimdiki hayalim Amerika ve İngiltere… Birisinde de olsa yeter. Ama hakikaten büyük bir yayınevi, büyük bir merkez olacak… Orada çok mükemmel İngilizce bilen elemanlar ve bütün İslami kuruluşlara internetle lojistik destek sağlayarak bu çalışmayı yapmak lazım. Çünkü Müslümanların düşünce yapısı dağınık…
Risâle-i Nur’larla bunları bir istikamete sokmaya ihtiyaç var. Risâle-i Nur’u okuyan tüm ilim adamları bu konuda müttefiktirler… O gün Mısır Edebiyatçıları Dernek Başkanı, aynı zamanda Ezher’de Profesör, “Ben size tavsiye ediyorum. Selef-i Salihin’in kitaplarını okumak isteyenler Risâle-i Nuru okusun. Ben bütün Selef-i Salihin’i okudum. Sonra Risâle-i Nur’u okudum. Baktım ki hepsini toplamış. Onlarla uğraşmayın. Bunu okuyun. Kâfidir” dedi. Şimdi biz bunu söyleseydik, meşrep taassubu falan denilebilirdi, ama böyle bir ilim adamının söylemesi beni cidden ağlattı.
Onun için bu insanları, bütün düşünenleri farklılıklardan kurtarıp, aynı maksada, bir mercekten geçen güneş ışığı gibi aynı noktaya odaklamanın tek yolu Risâle-i Nur’dan geçer. Ben buna da kaniim. Sadece ben değil, İslam dünyasında ve Batı’da okuyan, ilimle meşgul olan ve Risâle-i Nur okuyan herkes bunda müttefiktirler…
EN ACI VEREN OLAY
Bu uzun hizmet hayatında size acı veren, sizi çok üzen bir hãdise oldu mu?
Risâle-i Nur’u elde edip de sonradan ondan bazı sebeplerle, bizim yanlışlıklarımızla da olabilir ayrılan birisi olursa, en büyük acım o… Ben iki tanesine sebep olmuşum, daha doğrusu ben o kişileri tanımamışım. O gün de 20 saat çalışmışım. O kişi sırf beni görmek için gelmiş. “Hoş geldiniz kardeşim” demişim. Diğer odaya geçmişim. Sonradan o zavallı kırılmış. O kadar üzüldüm ki, hãlâ üzülürüm. Bana acı veren bu ve bunun gibi şeyler… Yoksa diğer şeyler geçici oluyor.
Bu dünyadaki en hassas insanlardan biri olduğunuzu birçok kimse biliyor. Tabiî ki böyle bir hãdise karşısında çok üzülmüşsünüzdür…
Ben daha sonra o hãdiseyi tamir etmek için çok uğraştım. Fakat o kardeş bir kere benden kırılmış.
HİZMET HAYATINDA EN MUTLU EDEN HÃDİSE
Soruyu tersinden sorarsak, hizmet hayatınızda sizi en mutlu eden hãdise nedir?
Almanya’dayız. Gene Kur’an basımı için çalışıyoruz. Avusturya’dan Kur’an basma hususunda bir arkadaş geldi. Haber aldık ki İstanbul’da, İstanbul Basın Savcılığı, İstanbul Üniversitesi’nin verdiği 22 sayfalık rapora 7 sayfalık bir takipsizlik kararı çıkartarak, Risâle-i Nurlar’ı hürriyetine kavuşturmuş. Bu 22 sayfalık ve 7 sayfalık yazıları o gece sabaha kadar okudum. Stutgard’da Medrese’de… Onun zevkiyle… Çünkü o raporda hakikaten Üniversitenin üç tane profesör sadece Hanımlar Rehberiyle, Gençlik Rehber’inde biraz açıklama getirmişler. “Yani diğerlerinde suç yok, bugünkü hürriyet zemininde bunlarda da yok” diye… Yedi sayfalık bir karar…
Onun başlangıcı şöyle; Etap Marmara’da fuar açıldı. Fuarda Cumhuriyet Gazetesi’ne bir ilan verdik. Tabiî kitapların resimleriyle beraber… “Kararı siz verin” diye… Cumhuriyet gazetesinde çıktı ilan. Sıkıyönetim de var İstanbul’da o sırada. Sıkıyönetim diyor ki birinci şubeye, “Böyle yasak kitaplar reklam ediliyor. Sizin haberiniz yok.” Sonra geldiler. Sözlerden külliyatı aldılar. Sözler yayınevi de faaliyette o sırada… Onlar kitapları öyle alınca, biz Safa ağabeyi çağırdık. O zaman Bekir ağabey Suudi Arabistan’da. Bütün mahkeme kararlarını da dosya haline getirerek Genelkurmay başkanlığına gönderdik Ankara’ya. Oradan Adalet Bakanlığı’na gitti. Adalet bakanlığı tekrar İstanbul başsavcılığına gönderdi. Ve yayınevi İstanbul’da olduğu için, İstanbul Üniversitesi hukuk Fakültesi profesörlerine gelmiş. Onlar da, “Hiçbir suç yoktur” diye rapor verince ben o gece sabaha kadar uyuyamadım. Ve Sevincimden ağladım. Sene 1983. (Mehmed ağabey’in sesi burada titriyor, sarsılıyor ve ağlıyor.)
Bundan 30-40 sene evveline gitseniz, neyi farklı yapmak isterdiniz? Yani pişmanlık duyduğunuz bir hãdise var mı?
Bilhassa Zübeyir ağabeyle beraber olduğumuz zamanda keşke daha mükemmel şekilde hizmet yapabilseydik. Ama takatimizin yettiği kadarını yapıyorduk zaten. Çünkü Zübeyir ağabey Risâle-i Nur hizmetini çok iyi bilen bir insandı… Etrafındaki bütün ekibi de mükemmel çalıştırabilen bir insandı. İnşallah ona da hürmetsizlik yapmamışızdır. Tekrar o zamana gitsem ben yine zevkle bu defa daha çok çalışarak hizmet ederdim.
Bizler şu an hizmetler hususunda anlaşmazlıklar yaşayabiliyoruz. Şu an hayatta olan ağabeyler bizlere yol gösteriyorlar, bizleri frenliyorlar. Fakat bundan sonra gelecek nesiller ne yapacak?
Zaten bu hususta bütün yapılacakları Üstadımız Lâhikalarda ve mektuplarda belirtmiş. Diyelim ki müsbet hareket, cihad-ı manevi, birbirine olan muhabbet…
NEDEN CEMAAT AYRILIKLARI OLMUŞ
Madem Üstad belirtmiş her hususu, o zaman neden onlarca ayrı gurup var?
Cenab-ı Hak’kın peygamberimizin kabul etmediği dualarından birisi bu. Yani başka var mı bilmiyorum da. “Ümmetin ihtilaf etmemesi” hususunda dua ediyor, o duası kabul olmuyor. Dolayısıyla peygamberimiz için öyle olduğu gibi, bizim bu hizmetlerde de… Hakikatte ihtilaf yok, hepsi Risâle-i Nur’un, iman derslerinin okutulmasında, okunmasında, neşrinde, cihad-ı manevi konusunda müttefik…
Üstad’ın kabul etmediği hususlara teşebbüs etmiyorlar. Fakat kendi aralarında, eskiden biraz daha fazla vardı, şimdi daha az… Eskiden bana selâm vermezlerdi, şimdi hangi gurup olursa olsun beni görünce boynuma sarılıyorlar. Allah razı olsun. Demek ki o eski problemler zamanla izale oluyor. Ben temelde bir ihtilaf görmüyorum. Meslekte değil, meşrep de bazı hususi şeyler hükmediyor. Ve birbirini bilmiyor… Hãlâ beni en büyük medya gurubunun başındaki bir gazeteci olarak görüyor…
Benim gazeteyle, şunla, bunla hiçbir alakam yok şu anda. Doğrudan Risâle-i Nur hizmetinden başka bir şey düşünmüyorum. Tabiî memleketimizin, vatanımızın, Âlem-i İslam’ın meseleleriyle alakadarız ama bizim yaptığımız iş bunları neşretmek, bunları düşünmek, bunları dünyaya yaymaya çalışmak… Kardeşler sağ olsun beni hãlâ İstanbul İlim Kültür Organizasyonunun başında tutuyorlar, orada göstermelik de olsa… Ama bizim işimiz Risâle-i Nur…
İnsanlar bilmediğinden, tanımadığından, böyle münaferetler oluyor. Esasında ben Nur talebelerinin on altı değil, otuz altı gurup da olsa bu esasları muhafaza ettikçe bir farklılık olarak görmüyorum. İnşallah bunlar ileride, “Ya biz ne lüzumsuz şeyler üzerinde farklılıklar çıkarmışız. Birbirimizi anlamada yanlışlıklara sebep olmuşuz!” diye düşünerek, tövbe istiğfar edip, hepsi birbirinin boynuna sarılıp, helâllaşarak hizmete devam edecekler diye ümit ediyorum…
RİSÂLE-İ NUR MESLEĞİNDEKİ GRUPLARA MEŞREP BİLE DENİLEMEZ MİZAÇTIR
Meslek ve meşrep nedir ağabey?
Çok incesini bilmem. Kusura bakmayın. Meslek; bayağı ilmi, sistemleri olan yollardır. Meşrep de; hususi, kendi duygularını esas alarak hareket etmektir. Böyle insanlar vardır yani… Kendi duygularından çıkar hareketleri… Risâle-i Nur mesleğindeki gruplara meşrep bile denilemez, mizaçtır yani…
Az önce, “Cemaatler bana selâm vermiyordu, şimdi görenler boynuma sarılıyor” dediniz. Bu guruplar arasında kaynaşma başladı çok şükür. Peki, yardımlaşma da oluyor mu? Sizce bu yeterli mi?
Yeterli görülemez. Ama böyle güzellikler var…
BEKİR AĞABEY MAZLUMDU…
Risâle-i Nur’un büyük avukatı Bekir Berk, bir nevi sürgün hayatı yaşadığı gurbet hayatında gerekli ilgiyi gördü mü?
Buradan gidenler ve biz kendisiyle sürekli alakadardık. Zaten simitten başka bir şey istemezdi. Bir kitap, bir de simit… Biz de istediklerini gönderiyorduk. O daha kitaplar çıkmadan tesbit ederdi. Gazetelerden mi artık nereden buluyorsa… Daha kitap çıkmamış, yayınevleri kitap çıkmadan ilan vermişler… Biz o kitapların hepsini getirdik daha sonra buraya… Netice elimizden geldiği kadar bu hususta Bekir ağabeyin bütün isteklerine, duygularına cevap verirdik. Özellikle buradan gidenlere adres verirdik, gidip onu bulurlardı. O da onları sevgiyle kucaklar, yemeğe götürürdü falan… Ben yanlış bir tavır içinde olduğumuzu ve olduklarını görmedim Nur talebelerinin…
Bekir ağabey mazlum muydu?
Evet. Bu konuda hakikaten Bekir ağabey mazlumdu…
BÜTÜN DÜNYAYA TEŞEKKÜR EDERDİM
Sizinle bir hayal kuralım. Mısır’da Ezher Üniversitesinin ev sahipliğinde bir İslam kongresi kurulmuş. Bütün Dünya milletleri temsilcileriyle bu kongrede… Japonlar kesbi medeniyeti anlatıyorlar. Almanlar bahtiyarca hidayetlerini paylaşıyorlar. Amerikalılar İslami hürriyeti öğrenmeye çalışıyorlar. Ruslar Tabiat Risalesinden ders okuyorlar. Araplar İşarat-ül İ’cazın yeni ciltlerini hazırlıyorlar. Ve ittihad-ı İslama hazırlanıyorlar. İskandinav ülkeleri Risâle-i Nur’dan siyasi ve içtimai meselelere hazırlanıyorlar. Avusturalyalılar kendi kıtalarında yaptıkları Medresetüzzehrayı tanıtmaya çalışıyorlar. İranlılar Cevşenin manasını Risâle-i Nur’dan anlamaya çalışıyorlar. Ve tüm televizyon kanalları bu konuşmaları canlı yayından veriyorlar. Bütün dünya milletleri de tv başında bu kongreyi izliyor… Türkiye adına Üstad’ın talebesi Mehmed Fırıncı katılıyor. Mikrofonun başındasınız. Neler söylerdiniz?
Ben son defa Mısır’daki sempozyumda hiç düşünmediğim bir şekilde buradaki gibi, Profesör Abdulhalim Uveyş birden, “Mehmed Fırıncı konuşma yapacak” dedi. Şaşırdım. Ulemanın arasında benim gibi cahil bir adam ne konuşacak diye… İhsan ağabeye, “ne konuşayım?” dedim. O da “teşekkür et” dedi. O bir cümleyle birden ufkum açıldı. Ve hakikaten o sempozyumu tertip eden cemiyet erkanına, Ezher Üniversitesi erkanına, Mısır’ın devlet erkanına, böyle imkanları, böyle Üstad hazretlerinin dünyaya verdiği mesajları duyurma hususunda böyle bir sempozyum tertip etmeleri, vesile olmalarından ötürü kendilerine azami teşekkür ederim diye söylemiştim. Ve gene aynı şeyleri, buna benzer, sadece Mısır’a değil, bütün dünyaya teşekkür ederdim.
Çünkü Risâle-i Nur öyle ilahi bir Kur’an nuru ki, hakikaten her ruhun maşukası, her kalbin hırz-ı can edeceği bir hakikatlar manzumesi… Ve biz bunun hakikatini tam manasıyla anlayabilmiş değiliz. İnşallah bütün insanlığa bu hususta o saadet nurundan içmelerini tavsiye ederim.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.