Mehmet Kırkıncı, Risale-i Nur ve Said Nursi ile nasıl tanıştı?
Kırkıncı Hocaefendi ilginç ayrıntıları Risale Haber'e anlatmıştı
Risale Haber-Haber Merkezi
Dün Hakkın rahmetine kavuşan Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, Risale-i Nur ve Bediüzzamaman Said Nursi Hazretleri ile nasıl tanıştığını Risale Haber'e anlatmıştı. 2011 yılındaki ayrıntılı röportajdan ilgili bölümler şöyle:
Hocam, kaç yılında doğdunuz?
1928
İlkokul okudunuz mu?
Yok. Hiç okula gitmedim.
Ama sizin çok kitaplarınız var. Telif ettiğinizi epey kitap var.
Medrese tahsilimiz var. O zamanlar çok iyi bir devre değildi. Ezan yasak. Ezan, “Tanrı uludur” diye okunuyordu. Kur’an okumak yasak idi. Arapça okumak külliyen yasak. Ezanı kaldırmışlardı. Öyle kötü bir devrede babam bizi Hacı Mustafa Necati isminde bir zatın yanına tahsile verdi. 1940’tan 1944’e kadar o zatın yanında kaldım, tefsir yaptım.
NİYET, BABASININ KİTAPLARI YETİM KALMASIN!
Biraz peder ve validenizden bahseder misiniz?
Benim çocukluk zamanlarımda dedem hocaymış. Onun kütüphanesi vardı, kitapları vardı. Biz Erzurum’un köyündeydik, Güllüce Köyü. Babam bize derdi ki; ‘Ben sizi Erzurum’a götüreceğim. Orada Mustafa Efendi diye tanınmış genç bir hoca var. Onun yanında tahsil edersen, okursan babamın kitaplarını yetim bırakmazsın.’ Bunda niyet, babasının kitapları yetim kalmasın yani.
Aslen Erzurumlu musunuz yoksa herkes başka bir yerden mi oraya geldiniz?
Öteden beri gelmişiz.
Erzurum’a nereden gelmiş nesliniz?
Onu da bilmiyorum. Erzurum’un köyünde doğdum. Babam, Erzurum’a götüreceğim, dedi. Ondan sonra da aldı, Erzurum’a getirdi. Erzurum’a geldik. Sonra Hacı şeyhinde ilk tahsilimizi yaptık. Biz orada dört yıl okuduk. O, ‘Ben burada kalamam. Ezan okumak yasak. Kur’an okumak yasak. Dinimizi gizli yaşıyoruz’ dedi.
RİSALE-İ NUR’U O’NUN SEBEBİYLE TANIDIK
Babanız mı söyledi?
Mustafa Hoca söyledi. Benim hocamdı 1940’tan 1944’e kadar. Burada ben duramam, gideceğim, dedi. O zaman da yine Risale-i Nur’u O’nun sebebiyle tanıdık.
Siz 1940’ta Hoca Mustafa Efendinin yanına gittiniz. Ama 1928 doğumlusunuz. Buradaki o 12 sene... Biraz onu konuşmak istiyorum. Yani Mehmet Kırkıncı’nın çocukluğu nasıl geçti?
Çocukluğumuzda biz köyde kaldık. Koyun otlattık. Çobanlık ederdik.
Annenizin ve babanızın bir tarikata, cemiyete mensubiyeti var mıydı?
Hayır. Hiçbir tarikata mensubiyetleri yoktu.
İbadetleri?
İbadetleri vardı. Fevkalade ibadet ederlerdi.
Babanızın ismi neydi?
Celal.
Annenizin?
Hatice. Babam her gün Muhammediye’yi okurdu. Her gün onu hatmederdi, okurdu. Sonra Kara Davud’u okurdu.
Çocukluğunuzda, yani siz yedi-sekiz yaşlarındayken köyden hatırladığınız arkadaşlarınız var mı?
Var tabi.
Onlardan bir yere gelmiş, tanınmış olan var mıdır?
Birkaç arkadaşımız vardı. Onlarla beraber derslerde istifade ettik Erzurum’da.
Medresede mi?
Evet. Çok arkadaşlarımız vardı o zaman. Bizim Hafız isminde bir zat vardı. Beraber onunla okurduk. Tefekkür eden vardı. Başka köylerden Hoca efendi, Hacı Halit Bey, Erzincan içerisinde ev vardı. Altı-yedi yıl onun yanında kaldık, okurduk. Biz tek Erzurum’daydık. Hoca efendinin medresesinde şahsi talebeydim.
FITRATEN MÜSPET HAREKETÇİYDİM
O zaman tabi tehlikeli bir dönemdi. Nasıl bu durumdan sizi muhafaza ederek okutuyordu?
Hoca efendi bambaşka bir adamdı. Lise öğretmenliği yapmıştı.
Arkaya baktığınızda altı-yedi yaşındaki, on yaşındaki Mehmet Kırkıncı nasıl bir çocuktu?
Çocuktuk. Kuzularımızı otlatırdık.
Haylaz mıydı? Kavga eder miydiniz?
Yok. Hiç kavga ettiğim yoktur.
Yani fıtraten müspet hareketçisiniz.
Çok. Yani çobandık köyde.
Köydeki arkadaşlarınız arasında nasıl bilinirdiniz?
Köydeki arkadaşlarımızın arasında birbirimize ismiyle hitap ederdik. İyi geçinirdik. Bizim köyde bir kişi öldü mü her odada hatim okunurdu. Biz de hatime giderdik. Hatim okunduktan sonra bizi ayağa kaldırırlardı. Kamet getirmemizi isterlerdi. Ezan okuttururlardı. Namaza nasıl başlayacaksın? Böyle başlayacaksın ilk tekbirde. Nedir ilk tekbir? Allahu Ekber. Bunları öğretirlerdi. Namazın sureleri. Hatimlerden sonra bir iki ders de o idi.
KÜRTLER ÇOK KUR’AN OKURLARDI
Gelenek halindeydi
Evet. Gelenek halindeydi. Her odada hatim okunurdu. Hatim okunduktan sonra da ayrıca Kürtler Kur’an okurlardı. Kürtler çok Kur’an okurlardı. Muhammediye her odada vardı köyde.
Kaç oda vardı?
Sekiz-on oda vardı.
BİRİNCİ CUMHURBAŞKANI YASAK ETTİ MUHAMMEDİYE OKUMAYI
Bugünkü medreseler yani.
Evet. Öyle. Her odada illaki Muhammediye vardı. Birinci cumhurbaşkanı yasak etti Muhammediye’yi okumayı.
Muhammediye, Osmanlı’da birlikteliği sağlayan bir şeydir. Bunlar çok mühim. Toplumda müşterek bir vicdan ve müşterek bir hedef var etme çabasına yönelik bir kitaptı. Her yerde okutulurdu o.
Bizim Erzurum’da her köyde illa Muhammediye vardı. Her köyde Muhammediye okunurdu.
HANIMLARIN ÇARŞAFLARINI YIRTTILAR
Ondan sonra 10-12 seneniz böyle geçti.
Şimdi ezan yasak. Köyün hocası ezan okurdu “Allahu Ekber, Allahu Ekber” jandarma geldi mi hemen değiştirirdi “Tanrı uludur, Tanrı uludur” acayip şeyler vardı.
Acaba yabancı ülkelerden mi getirilmiş?
Yok. Çok zalim adamlardı.
Bulgarlardan geldiğini söylüyorlar.
Köyümüzde bizim hanımlar hep çarşaflı idi. Çarşaflarını yırttılar. Hanımlar giderken başlarındaki bütün çarşafları tutup yırttılar. Yaşadık bütün bunları.
O askerlerin, jandarmaların dışarıdan getirtilme ihtimali var mı acaba?
Bilemiyorum. Komiserimiz de iyi değildi. Erzurum’a geldik. Risale-i Nur’u üç kişi ile okumaya başladık. Bir medresede okuyoruz. Sabahları ifade; niye okuyorsunuz? Niye bunun peşinden gidiyorsunuz? Bizim de ilim adamlarımız var.
Siz Erzurum’a geldiniz. Mustafa Efendinin yanına gittiniz. Orada eğitime başladınız. Nerede kaldınız orada?
Babam; “Sizi götüreceğim. Orada okuyacaksınız. Babamın kitapları yetim kalmasın” diye.
Sizin için Erzurum’a götürdü.
Evet. Kardeşimle beraber.
İSMİNİ İLK KEZ ORADA DUYDUM
Risale-i Nur’u Mustafa Efendi mi tanıttı size?
1942-1943 arasıydı herhalde. Bir gün okurken bize ilk defa İşaratü’l-İcaz’ı gösterdi. Dedi ki; “Bunu Bediüzzaman Hazretleri Cihan Harbinde at koştururken, Pasinler dağlarında yazmış.” Anaa, Bediüzzaman ismini ilk kez orada duydum. Bize kitabı gösterdi. Biz de böyle hayretler içinde kaldık. “Nerede bu zat?” “Isparta havalesine devlet nefyetmiş.” “Niye nefyetmiş?” “İslamiyet’i yaymasından dolayı.” Gitsek, görsek dedik. Birdenbire Üstadın muhabbeti kalbime yerleşti. O kitabı gösterdi iki-üç dakika. “Keşke Kur’an böyle tefsir edilseydi” dedi Mustafa Efendi. Onu da öyle duyunca artık Üstadın muhabbeti kalbime yerleşti o hayırla yatıp kalkıyordum. Hep hayalimde O vardı. Bir gün rüya gördüm. Bizim orada toprak bir kale var. Rüyamda o kalenin içinde çok fazla insan var, ben de o insanların içindeyim. Herkes semavata bakıyor. Semavat da bulutlarla kapalı. ‘Niye bakıyorsunuz semaya?’ ‘Peygamber gelecek, O’na bakıyoruz.’ Ben de çok heyecanlandım. Birden dediler ki ‘Bediüzzaman, Bediüzzaman’ uyandım.
Önce ruhunuza geldi.
Uyandım rüyadan. O ne tatlı bir rüyaydı. Böylece Üstada bağlandık ama eser bir şey yok elimizde. Hacı Mustafa Efendi gitti. 1944’te Hacı Faruk isminde bir hocaya bizi götürdü.
Kendisi Medine’ye mi gitti?
Evet.
İsmi neydi hocanın?
Faruk Bey. Engin bir adam. Çok büyük bir ilmi vardı. Çok enteresan. Çok varlıklı, çok zengindi. Sonra birden kapı çaldı, orta yaşlı bir adam geldi, hocanın elini öptü. “Ben, Isparta’dan geliyorum. Bediüzzaman’ın size selamı var” deyince ben de düşündüm ‘Allah Allah burada da karşıma çıktı, hayırdır inşallah’ diye düşündüm ve “Kardeşler, bir uğrayalım” dedim. Hoca, ayağa kalktı, selamını aldı ve oturdu. “Hayırdır hocam?” “Ben, O’na 35 gün medreselerde hizmet ettim?” “Nasıl oldu?” “Bediüzzaman Hazretleri Van’da, Tahir Paşanın konağında iken, Tahir Paşa'ya demiş ki ‘Bizim şarka bir darülfünun açmak lazım, sadece Kur’an-ı Azimüşşan’ın ilimleri okunarak olmaz. Biz dünyada yaşıyoruz. Avrupa teknikte terakki ediyor bizi. Şarkta bir darülfünun açmak lazım ki, o ilimler de okunsun. Yani burada darülfünun açılırsa, İran’dan gelen talebeler de burada okur, Arabistan’dan gelen talebeler de burada okur. Hem de İttihad-ı İslam’ın temelini atmış oluruz.’ Üstad da ‘Olsun. O zaman ben gideyim padişahtan izin alayım.’
SAİD NURSİ BU CAMİDE’ DEYİNCE HERKES O CAMİYE KOŞARDI
Tahir Paşa aslen Erzurumlu. Der ki; ‘Önce Erzurum’a git. Benim orada hocam var. Sana bir mektup vereyim, hocaya misafir ol. Oradaki ulemalarla görüş onlara da anlat, onların da duasını al. Padişahın yanında sözün geçerli olsun.’ Hocam anlatırdı; “Bir gün saat 9.30–10.00 sıralarında iken kendi hocamızın huzurunda ders okuyoruz. Kapıdan içeri bir zat girdi. Kabarık bıyıklar, çizmeleri var. Başında agal var. Elinde de ince şırva bir baston var. Tahir Paşa’nın mektubunu hoca efendiye verince, biz o zaman duymuştuk, Bitlis’te bir genç çıkmış sual sormaz ama her suale cevap verirmiş Said isminde.” Sonra gidip kendisine sormuş: “Sen, Said Efendi misin?” hocası da benim hocama; “Sen tanıyorsan, senin medresende kalsın. Sen iyi hizmet edersin” demiş. Bediüzzaman geldi, yatağını yaptık. Her akşam bir ağanın evinde ulema toplanıyorlar, Üstad hazretleri onlara darülfünunun ehemmiyetini anlatıyor. 23 yaşlarındaymış o zaman. 65 yaşlarındaki bütün ulemalar hep O’nu dinliyorlar. Bir gün bir ağanın evinde, bir gün bir ağanın evinde, 35 gün böyle devam etti. Gündüzleri de ikindi vakitlerinde bir cami vardı, oraya giderdi. Esnaftan birisi ‘Said Nursi bu camide’ deyince herkes o camiye koşardı.” Böyle anlatmıştı hocam.
Said-i Meşhur…
Evet, Said-i Meşhur. O zaman böyle anlatılırdı. “Şimdi sağda otursan böyle, solda otursan böyle, buna bakıyorlar hep. Cuma namazını da Eşref Paşa var, orada kılıyor. Her gün akşam sohbetlerinde doyurdu bizi 35 gün. Sabahları camiye gider namazını kılardı, gelir virdlerini çekerdi. Ben, O’nun kahvaltısını hazırlardım, kahvaltısını ederdi. Kahvaltıdan sonra bir sigara içerdi, sonra Kur’an okurdu. Kur’an’dan sonra kahvesini yapardım, Üstad böyle” diyordu hocam.
SAİD NURSİ’Yİ ERZURUM VE BAYBURT’TAN SONRA TRABZON’A YOLCULADIK
Üstad Hazretleri gençliğin de hakkını vermiş. İlim tahsil etmiş ama hakkını da vermiş.
Erzurum’da hocam anlatırdı, “Yarı paçalarımız hep çamurdu. Herkes dışarı çıkardı paçaları çamurlu olurdu, O’nun paçaları tertemizdi. Her zaman çamaşırlarını yıkardım. Temizliğine çok dikkat ederdi.”
Isparta’dan o selamı getiren başka bir hoca, değil mi?
Evet. Başka bir zat geldi ‘Bediüzzaman’ın selamı var’ dedi. Biz de dersteyiz, hocam ayağa kalktı, oturdu. Sonra 35 günün sonunda Erzurum’dan yolcu etmişler. Oradan Bayburt’a iniyor. Bayburt’ta da birkaç gün kalıyor. Bayburtlu terzi Hasan Efendi vardı, onlardan dinledim. Terzi Hasan Efendi ama ne terziydi? İlim, irfan sahibi. Ondan işittim. Millet toplanmış bir yerde Üstadı bekliyorlar. Bayburtlu ulemalar, âlimler hep orada. Demiş ki; “Şimdi bir zat gelse ki bir elinde Ağrı dağı, bir elinde Süphan dağı. Dese ki, ben Bayburt’un kalesini kaldıracağım, inanır mısınız?” ‘Nasıl inanmayalım?’ Devam etmiş; “Bakın, bu kâinat, Allah’ın kudretinde. Bütün bu kâinat Allah’ın kudretinin hariçte tecessüm etmişliğidir.”
Bunu kaldırıp ta ahireti kuramaz mı?
Ahireti kuramaz mı? Evet. Mesele burada. Burada hayran oluyorlar ve Trabzon’a uğurluyorlar. Trabzon’da da Abdurrahman Efendi vardı, tarikat sahibi bir hocaydı. Dersler verirdi. Trabzon’da O’nu dinlerdik. Bir gün kardeşlerden bir tanesine dedim ki; “yahu biz bu Üstad’ı bir ziyarete gidelim. Hiç ziyaret etmedik.” Yıl, 1955.
1955’te ilk defa Üstad’ı ziyaret etmeyi düşünüyorsunuz?
Evet.
‘SEN, SUNGUR AĞABEY OLMAYASIN?’ ‘TA KENDİSİYİM’
Trabzon’a mı gittiniz?
Bir arkadaşa söyledim. O biraz dışarıyı bilirdi. Ben ilk defa Erzurum’dan çıkacaktım. Trabzon’a gittik. Oradan da İstanbul’a geçtik. Evvelde, Samsun’da Mustafa Sungur ağabey askermiş. Ağabeyleri duymuştuk ama tanımıyorduk.
İsimlerini biliyorsunuz.
Evet, isimlerini biliyoruz. Duyduk, Samsun’da askermiş, önce onu ziyaret edelim dedik. Önce Trabzon’a geldik. Orada Abdurrahman Efendi ile görüştük.
O ne anlattı Üstadla ilgili?
Çok şey anlattı. “Hayret ettik, o kadar sevdik ki. Fakat O’nu burada durduramadık” dedi. Sonra Samsun’da Sungur ağabeyi bulursak ziyaret edelim, dedik. Oradan Samsun’a geldik. O kardeşin de ağabeyleri orada. Onlara misafir gidecektik. Bir cami var, orada akşam namazımızı kılalım da öyle gidelim eve, dedi. Gittik. Baktım bir adam var, elinde bir pardesü ile ayakta duruyor. ‘Siz akşam namazınızı kılmadınız mı?’ ‘Hayır.’ ‘Beraber kılalım.’ ‘Sen, Sungur ağabey olmayasın?’ ‘Ta kendisiyim.’
Sungur ağabey ile tanışmanız böyle mi?
Ahh, şimdi hayalimde canlandı! Ne namaz… O kardeşin de ağabeyine bugün gidelim, yarın gidelim dedik, gidemedik.
Sungur ağabeyin cazibesi tuttu.
Evet. Her akşam dersler falan. Neyse. Bizi uğurladı, Üstad Hazretlerine ziyarete gidiyoruz ya.
ÜSTAD EMRETMİŞ, YENİ YAZI İLE BASILSIN SÖZLER” DEDİ
Siz demek ki Üstad Hazretleri ile görüşmeden önce Sungur ağabey ile görüştünüz öyle mi?
Evet, öyle. Bize adres verdi. “Ankara’da Samanpazarı var. Orada Atıf Ural, Said Özdemir, Mustafa Türkmenoğlu var. Sözler’i basıyorlar. Üstad emretmiş, yeni yazı ile basılsın Sözler” dedi. “Yeni yazı ile mi basılıyor Sözler?” “Evet” o kadar çok sevindim ki. Bizden de para topladılar Erzurum’da iken. Para gönderdik ki, Sözler basılacaktı. Geldik, Samanpazarı’nda ağabeylere misafir olduk. ‘Burada birkaç gün kalın da ayet-i kerimeler var. Onların basımında yanlış hareket etmeyelim’ dediler. Birkaç gün kaldık. Bunlar matbaaya giderler, sabah namazında bize seslenirlerdi. Atıf Ural sabah namazımızı kıldırırdı.
Atıf Ural mı kıldırıyor namazı?
Evet.
E, siz hocasınız…
Yok canım, ne hocası. Atıf Vural oradayken hocanın ne ehemmiyeti var? (Gülüşmeler…)
ÜSTAD SİZİ KABUL EDER AMA BİR FORMA VEREYİM
O zaman genç tabi biraz.
Evet, genç. Neyse. Bize, ‘Üstad sizi kabul eder ama bir forma vereyim Üstad’a götürün. Herkese sormayın, polisler sizi götürür’ dedi. Formayı verdi, Isparta’ya geldik. Isparta’ya geldik ama kime soralım. Keşke ‘herkese sormayın, polisler sizi götürür’ demeseydi. Ne olur ne olmaz, korkuttu ya bizi. Camiye geldik. ‘Burada bir kuşluk namazı kılalım, bakalım ne yapalım diye’. Kuşluk namazımızı kıldık. Artık ne kadar kıldıysak. Üç kişi de geldi, karşımızda oturdu. Bir tanesi sordu ‘Ağa nerelisin?’ ‘Erzurumluyum.’ ‘Hayırdır, niye geldin?’ ‘Üstad’ı görmeye geldik’ ‘Haa, pekâlâ.’ ‘Bizi Rüştü ağabeye götürebilir misin?’ ‘Hay hay’ götürdü bizi. Biz Üstadı hep sarıklı gördük. Neyse götürdü bizi Rüştü ağabeyin dükkânına. ‘Selamün Aleyküm. Rüştü ağabey sen misin?’ ‘Evet.’ ‘Üstad’ın yanındaki Rüştü ağabey sen misin?’ ‘Evet.’ Sakallı, sarıklı bekliyorum ya ne sakal var ne sarık. Benim ismin de gitmişti oraya Erzurum’dan Mehmet, diye.
Cemaat zaten bir avuç, tanıyorlardır sizi.
Evet.
ASKERDE RİSALE-İ NUR’DAN YAKALANDIM
Belki Üstad da biliyordur sizi?
Üstad çoktan biliyordu bizi.
Sizin mektubunuz var, Üstad’a yazdığınız değil mi?
Askerde Risale-i Nur’dan yakalandım. Astsubaylara Risale-i Nur verdim. Akşam evlerinde toplanıp ders okuduğumuzdan şikâyet ettiler, yakalandık. Yakalandıktan sonra da hapse girdik tabi. O zaman Üstad Hazretleri Süleyman Efendi isminde Süleyman Kaya’yı yanıma gönderdi. Ben askerim, hapse girdim. Üstad gönderdi onu. Biz tedbirsiz gittik tabi. Bu dedi ki; “Biz devenin üzerinde bir hazine götürüyoruz. Deve yumurtaların üzerinden gidiyor. Ne yumurtalar kırılacak, ne deve duracak.” Tedbirsiz gittik, Süleyman Kaya bizim yanımıza geldi, dersler okuduk. Bir gün ikindi namazına geliyoruz beraber. Sünnetten sonra ayağa kalktık, imama uyduk. Veccehtu… ‘Süleyman ağabey, bu Üstad mürşid de ama makamı ne?’ ‘Mehdi.’ Bir heyecanlandım namaz kılarken. Mehdi… Allah Allah… Duyduk, kabul ettik.
DEVLET BAKTI Kİ BU CEMAAT MÜSPET BİR CEMAAT
Üstad’ın bu ihtiyat mevzuu çok hassas. Yani sürekli ihtiyatı koruyor. O ihtiyat hükmü bugün Risale-i Nur için kalktı mı? Yoksa devam ediyor mu?
Yok, artık gitti o günler. Üç kişiyle ders okunurdu hapislerde, evlerde. Şimdi binlerce kişi. Üç kişi ile okuduğumuz zaman bizi hapislere atıyorlardı. Artık devlet baktı ki bu cemaat müspet bir cemaat. Anarşiye karşı, teröre karşı, devlete itaat eden bir cemaat var, bıraktı bizi. Müspet harekete koşuyoruz. Yüzlerce, binlerce ders okuyoruz. Ben bir aydan fazladır güneydoğuyu dolaştım. Antep, Urfa…
Onlarla ilgili sorumuz olacak. Rüştü ağabeyde kalmıştık…
Bizi Üstad’a götür, dedik. ‘Gidemeyiz, ikindiden sonra gidelim’ ‘Niye gidemiyoruz?’ ‘Keçiler burada’ ‘Keçi ne?’ Meğerse polislere keçi diyormuş. İkindiden sonra götürdü. Kapıyı vurduk, Tahiri ağabey kapıyı açtı. İlk defa Tahiri ağabeyi gördüm, çok heybetli bir adam. İçeri aldı bizi ‘Burada biraz oturun, Üstadım şimdi gelecek’ dedi.
BİR ZAMAN GELECEK RİSALE-İ NUR ALTINDAN SATIRLARLA YAZILACAK
Üstadın şimdiki bildiğimiz evinde, değil mi?
Evet, tam o ev. Bekliyoruz Üstad gelecek. İnce kilim gibi bir şey serili. Başka da bir şey yok. Birden kapı aralandı. Ben zannettim ki bulutlar yarıldı da bir ay parçası çıktı ortaya. Hulusi ağabeye anlattım, yazmamı istedi. Bunları yazdım kitaba. Zübeyir ağabey yazdırdı, İttihat’ta neşrettirdi.
Üstadı ilk gördüğünüz an kalbinizde ne oldu?
Öyle bir hayal bana geldi. Öyle bir sevgi içerisinde. Formayı veriyor. Formayı sol eliyle tutuyor sağ eliyle vuruyor formaya. “Bir zaman gelecek Risale-i Nur altından satırlarla yazılacak.” Allah Allah, bunlar ne zaman olacak? Bir heyecan yaşadım ki. Zübeyir ağabeye okuttu formayı.
Getirdiğiniz Risaleyi?
Evet, okuttu.
Zübeyir ağabeye okuttu Üstad.
Evet, O’na okuttu.
Tashih etti yani?
Evet. Tashihini yapmış oldu.
Hangi bölümdü?
Hatırlayamıyorum.
Ne kadar kaldınız Üstadın yanında?
2-3 gün kaldık. Barla’ya gittik.
O 2-3 gün içerisinde Üstad Hazretleri ile namaz kılma imkânınız oldu mu?
Olmadı. Namaz kılamadık Onunla.
Ağabeylerle kılıyorsunuz.
Evet, tabii.
SİZ BURADA RİSALE-İ NUR, CEVŞEN OKURSANIZ RUSYA’DA KÜFR-Ü MUTLAK YIKILIR
Ama o arada görmeniz oldu mu?
Tabi. O zaman Rusya, komünistlik dünyayı sarsmıştı, hatırlıyor musunuz? Siz küçüktünüz, Rusya dünyayı sallıyordu. O zaman derdi ki Üstad Hazretleri, dün gibi aklımda, “Siz burada Risale-i Nur okursanız, Cevşen okursanız orada, Rusya’da küfr-ü mutlak, dağlar gibi yıkılır.” O zaman Üstadın yanında yirmi talebe ancak vardı. Benim gibiydi hepsi. Berber Mehmet vardı. Ne kadar Risale-i Nur okuyabilirdik ki? Mahvoldu gitti Rusya. Bu, Üstadın sözüydü. “Rusya yıkılacak, yerine İslamiyet neşrolacak orada.”
1955 yılında, değil mi?
1955 evet.
Siz Rusya’nın yıkılışını o zaman, 1955’te Bediüzzaman size söyledi.
Evet, söyledi. Bu nasıl yıkılır? Üstad söylüyor ama… Fesubhanallah.
Hayal gibi geliyor?
Nasıl yıkılır? Hayal gibi geliyor.
Barla’ya gittiniz.
Barla’ya gittik, Barla’yı da gezdik.
Size yol harçlığı vermem lazım, demiş.
Evet, öyle söyledi.
BARLA’NIN İNSANLARI ÜSTADI ANLATTILAR
Yani kendisini ziyarete gelenlere yol harçlığını veriyor.
Barla’ya gittik. Yanımıza bir kadın geldi. Üstada baktı öyle bir ah etti ki, Allah Allah.
Niye?
Üstadın talebeleri diye.
Sevindi yani?
Sevindi. O Barla’nın insanları Üstadı anlattılar. Bir çınar ağacı var medresenin kapısının önünde, görmüşsünüzdür. Barlalılar aynen anlattılar, dediler ki; “Biz sabah erkenden merkeplerle tarlaya giderdik. Üstad da bu ağacın başında ya Kur’an okurdu ya da Cevşen. Buradan giderken O’nun sesini dinlerdik. Sesi bize öyle bir zevk verirdi ki. Kuşlar da dinlerdi bir bir. Şimdi ne o kuşlar kaldı ne o yapraklar…” gözyaşlarıyla bunu anlattılar.
BİRBİRİNİZİ TENKİT ETMEYİN, TENKİT YARA YAPAR
Sonra oradan döndünüz. Dönerken, ayrılırken size ne dedi?
“Risale-i Nur’un hizmeti bu sırran tenevvere” dedi. “Allah sizi muhafaza etsin. Ama üç kişi bulursanız, olursanız okursunuz. Ama birbirinizi tenkit etmeyin, tenkit yara yapar” dedi.
İhlâs Risalesinin düsturu.
Öyle değil mi?
Evet.
Benim aklımda kalanlar işte.
AYRILIRKEN ÜSTADIN SON SÖZÜ BU OLDU
Ayrılırken size söylediği son şey bu muydu?
Son söz buydu evet. Unuttuk tabii daha başka şeyler de söyledi. Yazmadık o zaman.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.