Mehmet Kırkıncı’nın yeni anayasa önerisi
Mehmet Kırkıncı Hocaefendi de yeni anayasa ile ilgili önerilerini kaleme aldı
İbrahim Mert’in haberi:
RİSALEHABER-Türkiye yeni bir anayasa yapma arefesinde. TBMM, 2012’de yeni bir anayasayı bitirmek kararlılığında. Ancak bu süreçte bir çok bilinçli provokasyonlar da yaşanıyor. Buna rağmen gayret ve himmet ehli görüşlerini, tekliflerini TBMM’ye sunuyor.
Mehmet Kırkıncı Hocaefendi de yeni anayasa ile ilgili önerilerini kaleme aldı. Hukuki ve şekli inceliklerden ziyade ideal bir anayasanın ihtiva etmesi gerektiği esas umdeleri hatırlatan Kırkıncı Hocaefendi, görüşlerini TBMM Başkanlığına da iletecek.
İşte Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’nin yeni anayasa önerileri:
Yeni anayasa nasıl olmalıdır?
Yeni anayasa çalışmalarının yapıldığı bu dönemde meselenin hukukî ve şeklî incelikleri üzerinde duracak değilim. Ancak, maksadım milletten bir fert olarak, hasretini çektiğim ve bu milletin fıtratına uygun olacağına inandığım ideal bir anayasanın ihtiva etmesi gerektiği esas umdeler üzerinde sadece, bir fikir beyan etmekten ibarettir.
Kanaatimce, hazırlanacak anayasanın şu ana esaslar üzerinde kurulması gerekir:
-Vicdan-ı umumîye tercüman olmalı
-Kâinattaki kanun-u fıtratı esas almalı
-İnsan unsurunun terbiye ve eğitimini ön planda tutmalı
-Hürriyet ve lâiklik mefhumlarına ölçü ve açıklık getirmeli
-Milletimizi millet yapan başlıca unsurlardan biri olan, başta yaşayan Türkçe olmak üzere ,diğer ana dilleri de teminat altına almalı.
-Milletin maneviyat ve ahlakının, din ve mukaddesatının mukavimi (kuvvetlendiricisi) olmalı.
1-Anayasa vicdan-ı umumiye tercüman olmalıdır.
Vicdan-ı umumî milletin basiret gözü, hakikatin sönmez şimşeğidir. Bakışı net, feraseti keskin, şuuru küllî, teşhisi isabetlidir. Vicdan-ı umimi yanılmaz. Değerlendirmelere açık ve mübâlâğâsızdır. Bir pusula gibi daima istikameti gösterir. Vak’a ve hadiseleri tartmada emsalsiz bir mihenk taşıdır. O, her şeyi olduğu gibi gösteren parlak bir aynadır. Ne küçüğü büyültür, ne büyüğü küçültür. İkaz ve tebliğini çoğu kere sükût ve acı tebessümle de ifade eder. Bazen konuşmaması, lakaytlığının değil, hoşnutsuzluğunun ifadesidir. Hakikatleri lisan-ı hal ile kelimesiz, fakat müessir ve muknî olarak konuşur. Onun muhalefeti hiçbir şeye benzemez. Onun ‘iyi’ dediğine, kimse ‘kötü’ diyemez. Onun bir kere ‘mahkûm’ ettiğini de kimse ‘hâkim’ kılamaz. Dinini hafife alanları, mukaddesatına saldıranları, millet ve vatanına ihanet edenleri, engin denizler gibi sessizce boğar, tarih sahnesinden siler.
Evet, şurası bir hakikattir ki; bir milletin devam ve bekası, hikmet ile kuvvetin bir noktada imtizacından hasıl olur. Hikmette, kuvvette vicdan-ı umumînindir. Bunların bir noktada toplanmasıyla hâkimiyet-i milliye hâsıl olur. O nokta ise devlettir. Yani devlet vicdan-ı umuminin, bir cihette yed-i kudretidir, bir cihette de, şuurudur, aklıdır. Devlet, vicdan-ı umuminin hem düşünce ve inancını, hem de kuvvet ve dirayetini temsil eder. Millet, devletine verdiği verginin hesabını rahatça sorabilmeli, devlet de şeffaf olup hesap verebilmelidir. Tıpkı hutbe irad ederken halifeye hesap soran sahabeye, halife Hz. Ömer’in dürüstçe hesap vermesi gibi. İşte anayasanın ana felsefesi bu olmalıdır. Ne zaman, devlet, vicdan-ı umumiden aldığı kudret ve kuvvet ile onun şuur ve temayülünü tahakkuk ettirirse işte o zaman, içtima-i bünye sıhhatli ve muhkem olur. Ferdi ve içtimai huzur tevellüt eder. Zira beynelmilel bir hukuk-u mütearifedir ki, her milletin kanunları, o milletin örf, adet ve inancından teşekkül eder, onlardan kaynaklanır ve onlara tercüman olabildiği nispette müessir olur ve devam eder.
Bilindiği üzere; Peygamber Efendimiz (sav) kendisinden sonra gelecek halifeleri işaret buyurmamış, tayin etmemiş, dört halife de seçimle, insanların rızası ile işbaşına gelmişlerdir. Yani ülke yöneticilerinin seçiminde rıza esası, kul hakkına giren bir husus olması hasebiyle son derece ehemmiyetlidir. Seçilecek olanları, millet kendi hür iradesiyle belirleyebilmelidir. Seçilenler memur tayin eder gibi olmamalı ve millet de noter gibi tasdik makamı olarak telakki edilmemelidir. Milli irade seçilenlerin tespitinde de devrede olmalıdır. Bu safhada kul hakkı, rıza ve helallik söz konusu olacağından, bu konu ehemmiyetle dikkate alınmalıdır.
2-Anayasa kâinatta ki kanun-u fıtratı esas almalıdır.
Evet, her devirde değerini muhafaza eden ve hükümferma olan içtimai bir ferman olarak telakki edilen Üstad Bediüzzaman Said Nursi’ye ait bir ifade olan “hayat-ı içtimaiye-yi beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinatta ki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz.” Zira her milletin kameti, ayrı bir libas ister. Öyleyse anayasa, kendi örf ananemize, ruhi temayüllerimize, kısacası milletin bünyesine münasip olmalıdır. Ferdi ve içtimai bünyede, yapılacak köklü ıslahatlar için, batı dünyası ile olan ittihat ve imtiyaz noktalarımızın çok iyi tespit edilmesi gerekir. Elbette onlarla müşterek cihetlerimiz olacağı gibi, onlardan ayrı ve müstakil hususiyetlerimiz de olacaktır.
Bu bakımdan, anayasa hazırlanırken, bizi batı dünyasından ayıran yapı farklarının gözden uzak tutulmaması icap eder. Milletçe şahsiyet ve bekamız buna bağlıdır. Bilindiği üzere; bugün Avrupa’da herhangi bir Fransız ile bir Alman aynı dine mensup oldukları halde, yaşayışları, kültürleri, felsefeleri, ananeleri hatta mutfakları itibariyle birbirlerinden çok farklıdırlar. Hal böyle iken, anayasa, şark ile garbı aynı terazide tartan bir anlayış ile hazırlanırsa, korkarım ki tesiri sathi ve muvakkat olur. Milletimiz için içtimai bünyenin sıhhat ve muhafazası cidden müşkülleşir. O halde, anayasa milletin temayüllerine ve içtimai bünyesine uygun olmalıdır. İçtimai bünyemizin kayyumu ise inanç, ibadet, adalet, hürriyet ve şefkat, örfi ve ahlaki değerler, kul hakkına riayet, ferdi mülkiyet, mesailerin tanzimi, asayiş ve emniyetin tesisi gibi vazgeçilmez esaslardır. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin beyan ettiği “nev’i beşer esir olmak istemediği gibi, ecir (ücretli) olmak da istemez.” ifadeleriyle, bu yeni dönem insanlık âleminin serbestiyet ve malikiyet dönemidir. Yani serbest, hür teşebbüs dönemi. Bu dönemde yeni anayasa hür teşebbüse azami destek veren bir hüviyette olmalıdır. Rızkın onda dokuzu hür teşebbüste, ticaret ve ziraatta olduğu hakikati unutulmamalıdır.
Şura ve istişare Allah’ın (cc) ve onun Rasulunun (sav) çok önemli emirlerindendir. Peygamber efendimizin (sav) devamlı istişare etmesi ve şuraya ittiba etmesi bu konunun ehemmiyyetini bizlere gösteriyor. Şura meclislerinde, iktidarlar kadar, muhalefetlerde hür vicdanlarıyla serbestçe konuşabilmeli, çalışabilmeli ‘’hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilmez’’ düstüruyla hareket edebilmelidir. Şuraya itibar etmeyen zalim yöneticilerin firavunlar gibi feci sonlarını tarih bize göstermektedir. Allah (cc) biz kullarına adil olmayı emretmektedir. Her Cuma namazında hutbede okunan’’innallahe yaeğmuru bil adli” (Allah kullarına adil olmayı emrediyor) ayeti kerimesi bu hususun ehemmiyetine binaendir. Bu sebeble devlet nizamının temeli adalettir.
Peygamber efendimiz (sav) veda hutbesinde beyan buyurdukları temel insan hakları olan değerlerden yararlanılmalıdır. Bunlardan bazıları, can ve mal güvenliği, ırkçılığın reddedilmesi, anadillerin korunması, kul hakları, ailenin korunması, kadın hakları, gibi hususlardır.
3-Anayasa, insan unsurunun terbiye ve eğitimini ön planda tutmalıdır.
Cenab-ı Hak (cc) manzume ve sistemleri ile bu âlemi hep insana göre tertip ve tanzim etmiştir. Bu kâinatta hâsıl olan, bütün nimetleri O’na teveccüh ettirmiştir. Kısacası kâinatın yaratılmasından maksat insandır. Kâinatın en büyük neticesi, en ehemmiyetli gayesi insandır. İnsan, kâinattan süzülen en latif maya, en kıymetli hakikattir. Öyleyse en büyük himmet ve gayret, insan unsurunun ıslahına, terbiyesine, ahlak ve faziletinin tekmiline sarf edilmelidir. Anayasa, bunu deruhte ve tekeffül etmeli; dâhi, âli ruhlu, ulvî kalpli, vatanperver, şahsi menfaatlerini umumun menfaatlerine feda eden, karakter sahibi nesillerin yetişmesine zemin hazırlamalıdır. Bozulan ve laçkalaşan bütün içtimai çarkların yenilenmesi ve hayat bulması için tedavi, kalp ve dimağdan başlatılmalıdır. İnsan unsurunu terbiye ve ıslahı, anayasada temel bir politika olarak benimsenmelidir. İnsan unsurun terbiyesinde, akıl ile kalbin, ilim ile inancın imtizacı zaruridir. Ta ki, alicenap hassas ruhlar, fazıl dimağlar, ateşîn kalpler, ahlaklı ve necip simalar yetiştirebilsin.
Şurası açıktır ki, eğitim ve öğretimde, sadece akıl nazara alınırsa, genç nesiller şüpheci, isyankar ve anarşist olurlar. Yalnız kalp nazara alınırsa, o zaman da mutaassıp olurlar. Anayasada bu muvazenenin dikkate alınmasında bilhassa zaruret vardır. Ancak bu muvazenenin teessüsüyle, milletimizin cevher-i ruhunda temerküz eden rabbani ve lahuti bir feyz ve fazilet, mevcudiyetimizin sütun ve rükünlerini teşkil eden sınıf ve tabakaları ziyasıyla ihata edip, taht-ı murakabesinde terbiye etmekle -biiznillah- sadetli ve şeametli bir medeniyeti tevlit edecektir. Anayasanın istikbale matuf tarihi en büyük fonksiyon, insan unsurunun yetişmesine gereken önemi vermesi olacaktır. Zira insan dünyada mihrak ve merkez noktadır. Cenâb-ı Hak (cc) dünya ve ahrette ki nimetleri, insan için yaratmıştır. İnsanı da Yaradanını tanıması, sevmesi ve emirlerini tutup nehyettiği şeylerden kaçınması için yaratmıştır. Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakkın cinler melaikeler gibi birçok mahlûkları da vardır. Fakat bu mahlûklar içerisinde Cenab-ı Hakkın en çok sevdiği ise mü’min insanlardır.
Mesela başta peygamberimiz (sav) ve diğer peygamberler, evliyalar, asfiyalar ve diğer mü’min kullar gibi. Cenab-ı Hakkın mü’min insanlara merhameti ve şefkati sınırsızdır. İnsana öyle bir istidat ve kabiliyet vermiştir ki dun deve ile giden insan bugün bulutların üstünde uçakla istediği yere seyahat edebilmektedir Bu istidatin semeresi bu gunki teknolojik gelişmelerdir İnsanın Cenâb-ı Hakkın ind-i manevisinde öyle bir itibarı vardır ki o itibar sayesindedir ki felekleri, feleklerde ki melekleri, cinleri, hâsılı tüm mahlûkatı, dünya ve ahireti, cennet ve cehennemi onun için yaratmıştır. Cenab i hak mümin insanları günahkarda olsa melaikelerden daha çok sevmektedir Bunun bir sırrı olsa gerek Anladığımıza göre müminler günahkar olmasaydı Allah (cc) kimi affedecekti? Gafur ismi tecelli etsin diye affetmek çimende şüküfeye (tomurcuk çiçek) benzer şüküfe de, rayiha ı tayyibeye (temiz ve güzel koku) benzer.
4-Anayasa hürriyet ve lâiklik mefhumlarına ölçü ve açıklık getirmelidir.
Malumdur ki, herhangi bir hakikat tam bir tarifle açıklığa kavuşturulamaz, hudut ve çerçevesi çizilmezse, pek çok tefsir ve tevillere uğrar. Çeşitli şekillerde mütalaa edilir ve değişik renklere sokulur. Bu ise istismara en büyük zemin hazırlayan bir vasat meydana getirir. Bu durum neticede, mefhumlar anarşisini tevlit eder. Ve nihayet, içtimai, idari ve hukuki kargaşalıklar ve çıkmazlar meydan alır.
Bunlardan, hürriyet mefhumu üzerinde ki düşüncelerimi esas itibariyle şöyle hülasa etmek isterim. Hürriyet, çok değişik şekillerde tarif tefsir edile gelmiştir. Hürriyetin üzerinde ittifak edilmiş en doğru ve en makul tarifi “ ferdin ne kendisine, ne başkasına maddi ve manevi zarar vermemesi, hem hukukullaha, hem hukuk-u ibada müraat etmesidir. Kanaatimce, menfaatleri celb, mazarratı def eden hürriyet anlayışı budur. Evet, hürriyet bir fazilettir. Fakat hüsn-ü istimal edilmek şartıyla. Hürriyet edebe, akla, hikmete muhalif olmamalıdır. Zira sınırsız hürriyet, hukuk-u beşeriyeyi iptal, ahlak-ı insaniyeyi ifsat, nizm-ı alemi ihlal eder. Böyle bir hürriyet anlayışı, ferdi ve içtimai bünyeyi zedeler. Bir fert “ben başkasına zarar vermemek şartıyla dilediğimi yapmak hürriyetine sahibim” diyemez. Zira insanlar doğuştan medenidir. Cemiyet halinde yaşamak mecburiyetindedirler. İhtiyaç, onları tek bir vücut haline getirmiştir. Fertler bu vücudun hücreleri yahut azaları hükmündedirler. Bu bakımdan kendine zarar veren bir kimse, neticede cemiyetin sıhhat ve selametine de zarar vermiş olur. Gittikçe ilerleyen uzvî hastalıklar cemiyetin bünyesini kemire kemire sonunda onu -Allah korusun- öyle bir noktaya getirir ki bütün azaların meflûç eder, artık hürriyetten de bahsedilmez olur.
Mazi, hürriyet mefhumunun tefsirlerinin acı neticeleri ve ibretli tabloları ile doludur. Sınırsız ve sorumsuz hürriyet anlayışı, nice namus ve haysiyetlerin payimal olmasına, nice servetlerin yağma edilmesine, nice ocakların sönmesine ve nihayet nice devletlerin dünya haritasından silinmesine sebep olmuştur. Yakın ve uzak tarihimizde bunların hazin levhalarını ibretle seyrediyoruz.
Netice olarak diyebilirim ki, geçmiş tecrübelerin ışığında artık yeni anayasanın hürriyet mefhumuna yeni bir mahiyet ve hüviyet kazandırması, devlet, millet ve vatan menfaati ve demokrasinin geleceği namına elzemdir. Üzerinde en çok münakaşa edilen ve istismara fevkalade müsait diğer bir mefhum da “laiklik”tir. Laiklik, her şeyden önce din hürriyetidir. Dinsizlik ve ahlaksızlık değildir. Laiklik dini siyasete alet etmemektir. Laiklik dinin devlet işlerine veya devletin din işlerine müsbet veya menfi surette karıştırılmamasıdır. Geniş manada laiklik devletin dine karşı istilali, dinin de devlete karşı istiklalidir. Fakat bu anlayış ve tarif, hukuk bakımından kat’i olarak bir mana ifade etmez. Çünkü, laikliğin şümulu, muhtevası her yerde bir ve aynı değildir. Laiklik hakkında herkes ce beminsenen müşterek bir anlayışa varmak bugüne kadar mümkün olmamıştır. Laiklik muhtelif memleketlerde de, Tarihi, içtimai ve siyasi sebeplerle muhtelif şekillerdi anlaşılmıştır. Anayasada Türkiye Devletinin laik olyduğu yazılmış, fakat laikliğini mahiyeti, şümulu ve hududu tayin edilmemiştir. Kanunlarda da laikliğin bir tarifi yoktur.
Bu gün batıdaki laiklik din ve vicdan hürriyeti manasında kabul görmüş olup, şu dört esas üzerine bina edilmiştir.
-İman etme hürriyeti (Serbestçe inanma, inancını açıklamaya zorlanmama ve kanaatinden dolayı kınanmama.)
-Bağlı bulunduğu dinin esaslarına göre amel etme hürriyet (İbadet, dini ayin ve tören yapma hürriyeti.)
-Dinini öğrenme, öğretme ve telkin hürriyeti
-Dinin emirlerin yerine getirme hürriyeti.
Yukarıda zikredilen esaslar bizzat devletin himayesindedir. Batı dünyasında devlet, kainatta en mukaddes, en temiz, en ulvi, en nezih bir fıtri hakikat olan din hissini sadece kabul etmekle kalmayıp, aynı zamanda terğib, taltif ve teşvik etmekte ve hatta dinin tamim ve neşrine çalışan misyonerlik müessesesine destek olmaktadır. Hukukçu ve içtimaiyatçıların üzerinde ittifak ettikleri “laik devlet, din hürriyetini ve dindarları her türlü tecavüze karşı koruyan devlettir” şeklinde ki tarif batıda tam manasıyla tarif edilmektedir. Komunist ülkeler hariç, dünyanın hiçbir yerinde laiklik, lâdinîlik olarak kabul edilmemiş, din ve dindarlar için bir tahakküm vasıtası olarak kullanılmamıştır. Ülkemize gelince, laiklik, bizde bazı kasıtlı çevrelerce, yıllardır bir plan dahilinde menfi bir tatbikatın içine itilmiştir. Vatan ve milletine can-ı gönülden bağlı olan ve dini her türlü şahsi nüfuz ve menfaatin üstünde tutan bir kısım dindarlar, “devletin temel nizamını dini esaslara uydurma” bahanesiyle bir dizi tezyif, tahkir ve takiplere maruz bırakılmışlardır. Bu cürüm maalesef laikliğin gölgesinde işlenmiştir. Cay-ı dikkattir ki menfi ideolojileri neşir ve ilan etmeyi fikir hürriyeti içinde mütalaa edenler, sıra dine, dinin yaşanıp yaşatılmasına gelince, laikliği dindarlara baskı unsuru olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bunu yapanlar, aslında laikliğin ne olduğunu bildikleri halde tevile çok müsait olan bu mefhumu kendi menfi ideolojileri namına, ustaca istimal edebilmişlerdir.
Şu halde, anayasada laiklik kavramına artık her türlü tahakküm ve istismara imkan vermeyecek şekilde bir açıklığın kazandırılması zaruri bir hal almıştır. Bu mevzuda şunu da belirtmek isterim; kanaatimce, “diyanet işleri başkanlığına, ciddiyet ve vakarına yaraşır özerk bir statünün kazandırılması ve böylece, mukaddesatımızı temsil eden bu müessesemizin her türlü şaibe, istismar ve siyasi baskıdan uzak tutularak muhafaza edilmesi şarttır.
5-Anayasa, milletimizi millet yapan başlıca unsurlardan biri olan başta yaşayan Türkçe olmak üzere,diğer ana dilleri de teminat altına almalıdır.
Dil, bir milleti millet yapan başlıca unsurlardan biridir. Dil, bir milletin hassasiyet ve heyecanını, karakter ve seciye-i milliyesini duruş ve düşünüşünü tezahür ettirir, onlara ayna olur. Dil, bir killetin en büyük hazinesi olan kültürünün anahtarıdır. Bir milletin tefekkürü, edebiyat ve sanatı dilinin zenginliği, zarafet ve zevk-i bedii ile ölçülür. Biz, deryalar kadar derin, semalar kadar engin bir medeniyetin sahibiyiz. Edebiyatı, estetiği, tarihi, mimarisi, sanatı, felsefesi ve tasavvufu ile nâmütenahi zenginliğe sahip bu medeniyetin terennüm ve tercümanlığı ancak fesahat ve belagatı ile cezalet ve selaseti ile cami ve zengin bir lisanı gerektirir. Bizim lisanımız, (yaşayan Türkçe) kütüphanelerimizin şehadeti ile engin medeniyetimize ayna olacak vüs’attedir. Onun her kelime ve tabiri arkasında bir tarih yatmaktadır.
Bizi bu mefahirden uzaklaştırmak, kökümüzden koparmak isteyen bir kısım karanlık emel sahipleri, dessasâne, planlı bir şekilde dilimizi bozmak ve zaafa uğratmak için olanca güçleri ile çalışmış ve el’an çalışmaktadırlar. Bizde ki dil tahripçileri şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardım etmektedirler. Şurası da dikkate şayandır ki, dilimizi tahribe çalışan güçler, kendi dillerini muhafazada azami hassasiyet göstermektedirler.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Van’da açmayı planladığı üniversitede Türkçe, Arapça ve Kürtçe eğitim yapılmasını savunarak, milletimizin kahir bir ekseriyeti tarafından konuşulan yaşayan Türkçemizin yanında, ana dili Kürtçe ve Arapça olan vatandaşlarımızın da ana dillerinde eğitimlerinin de, vacib, lazım ve caiz olduğunu beyan etmesi, günümüz Türkiyesi için menfi ırkçılığa karşı bir şifa reçetesi hükmündedir.
Yani, resmi lisanımız yaşayan Türkçe olmalı, bunun yanında ana dilleri Kürtçe, Arapça ve diğer diller olan vatandaşlarımızın ana dillerini kullanmaları ve yaşatılması anayasanın teminatı altında olmalıdır.
6-Anayasa milletin maneviyat ve ahlakının, din ve mukaddesatının mukavimi olmalıdır.
Biri diğerinin lazımı olan iki hakikat vardır. Hayat ve din. Din, hayatın mukavimi ve ruhudur. Hayatın dine olan ihtiyacı, tarihin her döneminde devam etmiştir. Hayat ile din ceset ile ruh gibidir. Ne zaman cemiyet, dini hissiyatı ihmal etmişse, maddi terakki durmuş, toplum zillet ve meskenete düşmüştür. Ve yine ne zaman ki, cemiyet kendini yalnız maddeye hasredip manayı ihmal etmiş ise, o zaman da insanlar maddi ve ihtirasının esiri, menfaatlerinin zebunu olmuşlardır. Din ile hayatı muvazene ile götüren milletler daima maddi manevi terakki etmişlerdir. Dinin beşer için nasıl vazgeçilmez ebedi ve ezeli bir hakikat olduğunu, ana hatları ile belirtmeye çalışalım:
-İnanmak, yaradılışın bir gereğidir.
Din, insan ruhu için fıtri ve ebedi bir ihtiyaçtır, asla terk edilemez, kesilip atılamaz, yok edilemez. Onun yerini içtimai disiplin, kanun hakimiyeti, ilim ve felsefe dolduramaz. Şu halde hayat onsuz olamaz. Elem ve izdiraplar içinde kıvranan, sürekli olarak bunalımlar içinde çalkalanan bu asrın insanına din-i hak, hava ve sudan daha lüzumludur. Bu muzdarip beşeri tatmin ve teskin edecek en kuvvetli his din hissidir. Teknolojinin baş döndürücü gelişmesi, boğucu ve bunaltıcı bir ortam, korkunç maddi ihtiras ve çekişmeler, aşırı yorgunluk ve ruhi depresyonlar ile örülü bir cemiyette teneffüs etmek isteyenlere, din-i hak ne kadar kuvvetli ir istinatgâh, ne kadar güçlü bir hami, ne kadar büyük bir huzur kaynağıdır. Ruhların her gün biraz daha boğulduğu, bunalımların şiddet kazandığı cemiyet hayatında dine olan ihtiyaç gittikçe daha da artmaktadır. Bu artış yukarıda da belirttiğimiz gibi fıtri ihtiyacın zaruri bir sonucudur. Her ihtiyaç ve arzusunu tatmine çalışan bu asrın insanı elbette ruhunun ebedi ihtiyacına karşı da kalamayacak, maddi dünyasında bulamadığı bu ebedi hakikati mana dünyasında arayacak ve ancak dinde bulacaktır. Nitekim beşerin bu manevi boşluğunu doldurmak için din-i hakkın gönüllerde daha fazla taht kurduğunu, çok kuvvetli bir cazibe unsuru olarak içtimai hayatın her tabakasında hükmettiğini ve derinleştiğini görmekteyiz. Bu temayül gösteriyor ki gelecek yüzyıllarda din, bütün şaşaasıyla hükmedecek, beşerin en büyük gayesi Allah’a iman ve rızasını tahsil olacaktır.
-Din, insanın en büyük istinat ve istimdat noktasıdır.
İnsan, acz ve zaaf üzerine yaratılmıştır. Hâlbuki hayatı bela ve musibetler, keder ve elemlerle doludur. Bu fıtrattaki bir insan kendisini teselli edebilecek, nihayetisiz ihtiyaçlarını görüp, onu nihayetsiz düşmanlardan emin kılabilecek bir merciye, bir istinat ve bir istimdat noktasına her zaman muhtaçtır. Bu bütün insanların ortak mizacıdır. Evet, insan sıkışıp daraldığı, ümitleri yıkıldığı, düşünceleri tahakkuk etmediği, üzerine hastalık ve musibetlerin bütün ağırlıkları ile çöktüğü hengâmda, ruhunu saran kâbusları dağıtacak, kalbini teskin ve teselli edecek bir dergâha ilticaya muhtaçtır. Bu dergah ise “her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nazır, her mekanda hazır, mekandan münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan mualla bir Kadir-i Zülcelal, bir Hakim-i Zülkemal, bir Rahim-i Zülcemal’in dergahıdır.”
-Din içtimai hayata disiplin getirir, müşterek rabıtaları kuvvetlendirir.
İtaat ve istikameti emreden din, insanlara vicdani murakabe getirmekle içtimai nizamı korur ve cemiyette ahengi tesis eder. Din-i hak, bunalan ruhları inşiraha, kararan kalpleri nura, meyus gönülleri feraha kavuşturmakla, içtimai huzuru temin eder. Artık böyle bir cemiyette anarşiden bahsedilemez. Zira anarşi, dini terbiyenin kırıldığı, ahlaki müesseselerin çalışamaz hale geldiği toplumların karakteristik vasfıdır. Bilinen bir gerçektir ki bir cemiyette din, şuurlu olarak yaşanmazsa o cemiyet tedricen yıkılmaya doğru gider. Önce dini şuur yerini “alışkanlık ve taklide” terk eder. Bunu “lakaytlık ve laubalilik” takip eder ve en nihayet cemiyette anarşi baş gösterir.
Öte yandan din hissi toplumda müşterek rabıtaları kuvvetlendirir. Kaynağını dinden alan şefkat, fedakarlık, uhuvvet ve muhabbet gibi hisler, milli tesanüdü ve muhabbeti tevlit eder. Kalp ve gönülleri bir tek sevgi mihrakında birleştirerek milli tesanüdü perçinler, milli karakter ve şahsiyeti teşekkül ettirir.
-Yüksek idealler, ulvi hisler din ile verilebilir.
Vatanperverlik, hamiyet, feragat, fedakarlık gibi ulvi hisler, nesillerin kalp ve dimağlarına en kamil manada, ancak din ile verilebilir. Dinin kalp ve dimağlar üzerinde ki alevlendirici fonksiyonu her devirde büyük idealistler, kahramanlar, kumandanlar, alimler, edipler, mürşitler ve dâhi şahsiyetler doğurmuştur. Din duygulara şekil verir, ölçü kazandırır, istidatları inkışaf ettirir, mesuliyet duygusunu geliştirir. Fert, bu seciyeler ile teçhiz edilirse, varlığın vatanın hizmetine vakfeder, himmetini milletinin saadetine hasreder. O zaman bir millet kadar kıymet kazanır.
-Din içtimai yapıda bütünleyicidir.
Malumdur ki bir bedende, bütün azaların bir tek ruha bağlanmasıyla birlik hasıl olur, vücut kuvvet bulur ve sıhhat kazanır. Bedendeki azaların vazifeleri, fonksiyon ve hususiyetleri ayrı ayrı oldukları halde, tamamı bir tek ruha bağlıdır. Ondan medet alır, onun namına hareket eder. Vazifeleri, birbirinden ayrı olan bu azaların muvaffakiyetleri, bir tek ruhu kabul etmelerine ve ona bağlanmalarına vabestedir. O tek ruhu kabul etmeyen, ondan intisabını kesen aza, mefluçtur (felç olmuştur). Demek ki vücudun birliği ruhun birliğinden gelmektedir. Ruhun bu birleştirici ve hayati fonksiyonunu hiçbir aza yüklenemez ve kendisini onun yerine koyamaz. Mesela “göz olmazsa, vücut mevcudiyetini, noksaniyetle de olsa devam ettirebilir. Ama ruh olmazsa artık vücudun varlığından söz edilemez. Her bir aza ruhun hayat ve feyzinden nasibini almakla memnun ve mesut olur. Her azanın kendi uhdesine düşen vazifeyi yapmasıyla hâsıl olan semereden, şereften, kemalden bütün azalar hisselerini ayrı ayrı alırlar. Bir millet bütün efradı, bütün sınıf ve tabakaları ve bütün müesseseleri ile vücut gibidir. Bunların hayat, ittihat, devam ve bekaları da hepsini ihata edebilecek mukaddes bir mefhuma, bir şahs-ı maneviye bağlanmaları ile mümkün olur. İşçiler, işverenler, köylüler şehirliler, hocalar talebeler… Hâsılı bütün içtimai sınıflar o şahs-ı manevinin birer azası hükmündedirler. Biri dimağı ise, diğeri kalbi, biri gözü ise diğeri kulağı, biri eli ise diğeri ayağıdır…
İşte bütün bu azaların huzur ve sükûnunu, ittihat ve tesanüdünü, uhuvvet ve muhabbetini, mahiyetinde taşıyan ve onlardın ruhu hükmünde olan ancak din-i haktır. İslam dinidir. Din, bu azaların mutlak tesanüdünü temin etmekle hayat-ı umumiyenin ahenk ve intizamını tesis eder. Dinin bu fonksiyonunu mesela ilim yüklenemez. Çünkü cemiyetin bütün fertlerinin âlim olması düşünülemez. Irkçılık ta yüklenemez. Çünkü ırkçılık ihtilafın menşeidir, ittifak imtizacı temin edemez. Bu fonksiyonu meslek birliği de yüklenemez, Çünkü cemiyetin bütün fertlerinin işçi, çiftçi yahut doktor olmaları da tasavvur edilemez. Kısacası bir milleti meydana getiren hiçbir organ kendi unvanını, kendi vasfını şahs-ı manevisini millete ruh yapamaz. Ama bütün bu organlar o mukaddes ruhu kabul edebilir ve ona bağlanabilir. Malum olduğu üzere, iki bin yıldır dünyanın her tarafında meskenet ve zillet içerisinde yaşayan Yahudileri, bugün devlet haline getiren gücün temelinde din hissi yatmaktadır. Tahrif edilmiş Tevrat, müntesiplerini böyle bir neticeye götürürken, en son ve en mükemmel kitap olan Kur’an’ın hakikatleri cemiyetin tedavisinde kullanılsa elbette içtimai bünyemiz fevkalade perçinlenecek, sağlam ve metin olacaktır. Milletimiz, milli mizacımız için her devirde müessir olan ve hiçbir devirde kıymetini kaybetmeyen bir reçete vardır. “İhya-yı din, ihya-yı millettir” Bu milletin dirilişi, dinin dirilişi ile mümkündür.
Evet, din hayatın hayatı
Hem nuru, hem esası
İhyay-ı din ile olur,
Bu milletin ihyası…
Yapılacak yeni anayasanın yukarıda ana umdelerini belirttiğimiz çerçevede hazırlanmasını ümit ve temenni ediyor, hayırlı çalışmalarınızda Cenab-ı Hak’tan muvaffakiyetlerinizin devamını diliyor, memleketimiz ve milletimiz için hayırlara, huzura, ittifaka, kardeşliğe ve barışa vesile olmasını bütün ruh-u canımla temenni ediyor, selam ve arz-ı hürmetlerimi bildiriyorum.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.