Mehmet ERDOĞAN
Meşrutiyet ve Demokrasi (II)
Aslında mefhumlar, kullanım ve uygulama durumuna göre değerlendirilmelidir. Batı ülkeleri, bu mefhumları yanlış veya farklı uygulamış olabilir. Bu durum; mefhumların kötü olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu kavramlar, yönetim aracı olan sistemlerdir. Bundan dolayıdır ki batı; krallık sisteminden meclis sistemine, yani demokrasiye geçtikten sonra, her alanda sıçrama ve ilerleme kaydetmiştir.
Araçlar; hem iyi hem de kötü kullanılmaya müsait olan alet ve vasıtalardır. Tıpkı bir bıçağın faydalı ve zararlı kullanılması gibi... “Meşrutiyet-i meşrua”; bu sistemin şeriata uygun olarak, tatbik edilen şeklidir ki, Bediüzzaman’ın savunduğu sistem budur. İslam’a aykırı olmayan pek çok yenilik, teknolojik gelişme ve ilmi araştırmalardan istifade etme; nasıl ki şeriata aykırı değilse, meşrutiyetin yani demokrasinin de şeriata uygun olarak kullanılması pekala mümkündür. Bunda İslam’a bir aykırılık söz konusu değildir. Nitekim Bediüzzaman -aşağıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi- meşrutiyeti bu anlamda alkışlamış ve bu konuda büyük mücadele vermiştir. Keza yaklaşık olarak aynı anlama gelen “Cumhuriyet hakkındaki görüş ve düşünceleri de gayet açıktır:
“Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Şualar, 363)
Bu manadaki cumhuriyet terimini de, Risalelerin pek çok yerinde meşrutiyet anlamında kullanmıştır. Hal böyleyken, meşrutiyeti (demokrasi) ve cumhuriyeti savunmasını, şeriata aykırı telakki etmek, büyük bir yanlışlık ve hatadır. Üçüncü bölümde belirtileceği gibi meşrutiyet (demokrasi) hakkında bu kadar müsbet açıklama yapan başka bir İslam alimi göstermek çok zordur. İşin ilginç tarafı Bediüzzaman’ın eserlerini defalarca okuyan, samimiyet ve iyi niyetlerinden asla şüphe etmediğimiz bazı Nur talebelerinin, bu konuda, Bediüzzaman’a ters düşen beyanlarda bulunmalarıdır. Kusura bakılmasın da, “kurun-u vusta” yadigarı; “dinde hassas muhakeme-i akliyede noksan” olan bu Molla Kasımlar’ın, Bediüzzaman’ı kendi dar anlayışlarına uydurmağa çalışmaları; kendilerini ”sadık’ül ahmak” ifadesinin muhatabı yapar ki, bu anlayışın adüvvü’ddinden daha fazla İslama zarar verdiğini, bizzat Bediüzzaman ifade etmektedir.
Nitekim medreselerde yapılan Risale derslerinde belli konuların dışına çıkılmaması, Üstadın siyasi ve içtimai konulardaki görüşlerinin okunmaması, Eski Said dönemine ait Risalelerin adeta saklanması, yok sayılması ve ambargolanması, bu anlayışın mahsulüdür. Hatta Risale-i Nur hakkında araştırma ve akademik çalışmaların önündeki en büyük engel de ne yazık ki bu bağnaz ve taassubi anlayıştır. Meşrutiyetin (demokrasinin) şeriata aykırı olduğunu savunan bu kimseler; saltanatın, padişahlık sisteminin, diğer adı ile “mutlakiyet ve monarşik” sistemin, adeta İslami bir sistem olduğunu ifade etmiş olmaktadırlar. Halbuki bu sistemin İslam kaynaklı olmadığı açıktır. Bu durumda, İslami olmayan monarşi (Saltanat) sistemi ile altıyüz sene hüküm süren Osmanlı Devleti, monarşi sistemi ile İslam’a hizmet etmiştir.
Bediüzzaman; sui istimale ve istibdada müsait, babadan oğula intikal tarzı olan “mutlakıyete” karşı; Meşrutiyeti şeriata uygunluğu açısından ideal bir sistem olarak görmekte ve hatta kaynağının da İslamiyet olduğunu hararetli bir şekilde savunmaktadır. Kendilerini Bediüzzaman yerine koyan ve adeta Risaleleri tekeline alarak, bu konuda nihai söz sahibi olduğu intibaını vermeye çalışan bu “ehassü’l-havas”sın, Bediüzzaman adına yaptıkları, bu bağnaz, sathi açıklama ve yorumlar ne yazık ki Bediüzzaman ve Risalelerin yanlış anlaşılmasına sebebiyet vermektedir. Bu anlayış; Risaleleri ve Bediüzzaman’ı takip ettiği tarz ve metoddan farklı değerlendirmektir ki onun meslek ve meşrebini tağyir ve tahrif anlamı taşır.
Çünkü Bediüzzaman’ın; demokrasiyi aynı anlamdaki meşrutiyet kelimesini kullanarak savunduğu gayet açıktır. Bunu başka türlü anlamak ve yorumlamak, o konudaki ifadelerin tamamen değiştirilmesi anlamına gelir. Bu kişiler, kendi düşünceleri olarak, demokrasiyi farklı değerlendirebilir, hatta karşı da olabilirler. Buna kimsenin bir diyeceği ve itirazı olmaz. Ancak Bediüzzaman’ın bu ifadelerini gördükten sonra, onun demokrasiye karşı olduğunu söylemek, bu konudaki beyanatlarını yok saymak, çarpıtmak ve yanlış anlamaktır.
Bu konuyu “En iyi ben anlıyorum” iddiasında elbette ki değilim. Böyle bir iddiada bulunmaktan Allah’a sığınırım. Ancak aşağıdaki beyanlardan, Bediüzzaman’ın meşrutiyete, demokrasiye karşı olduğu manasını çıkarmak için anlama özürlü olmak gerekir. Bediüzzaman, konulara, sathi ve yüzeysel olarak bakan kişiler hakkında aşağıdaki değerlendirmeği yapmaktadır:
“Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir: Fahr olmasın; zaman-ı sabavetimden beri üssülesas-ı meslekim; ifrat ve tefrit ile hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlarına saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i Arz gibi bedihî bir mes'eleyi zikrettim. O mes'eleye temas eden mesail-i diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve muhibb-i dinin vesveselerini def' eyledim. Nasılki mesailde mufassalan gelecektir. Sonra gulyabanî gibi, hayalâta alışan zahirperestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebeb başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsaid bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki; ehl-i diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve ehl-i hamiyeti,İslam terakkiyatından me'yus ettiler. Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mes'ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki, sa'yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; medreseler hayatlanacaktır vesselâm... (Muhakemat, 50-51)
Sual: “Hürriyet veMeşrutiyeti takdir etmeyenler kimlerdir?.
Cevap: “Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklid hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba’-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cem’iyettir.) Benî-beşerde ona intisab eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatına feda etmeyen; hem de menfaatını ızrar-ı nâsta gören; hem de müvazenesiz, muhakemesiz mâna veren…” (Münazarat, 47)
Tam da bu ifadelerin muhatabı durumundaki bu kişiler “demokrasi”nin küfür sistemi olduğunu, şeriata aykırı olduğunu, Bediüzzaman’ın bu sistemi savunmadığını ve savunamayacağını” ileri sürerek, güya Bediüzzaman’ı tezkiye etmeğe çalışıyorlar. Halbuki Bediüzzaman, ne dediğini, neyi savunduğunu ve niçin savunduğunu gayet iyi bilmekte ve iddia ettiği hakikatlere de, ömrü boyunca sahip çıkmaktadır:
”Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü' ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.” (Tarihçe-i Hayat, 76)
Bu ifadelerinden bunu sarih bir şekilde anlıyoruz. Gazetelerdeki makalelerine dahi sahip çıkan bir Üstadın, kitaplarındaki hakikatleri reddetmesi mümkün mü?
Meşrutiyetin, diğer ismiyle demokrasinin, görünüşte “batı, yani Avrupa“ menşeli olması, batının malı olduğu anlamına gelmediği gibi, onun uygulanması da batıcılık anlamına gelmez:
“Mehasin-i medeniyet denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir.” (Muhakemat, 47)
“Hıristiyanlık dini fen ve medeniyeti kendine mal edip,(bu) iki silahla galebe çaldı.” (Asar-ı Bediiyye, 681)
“Hiçbir mehasin-i medeniyet yoktur ki İslamiyet; sarahaten veya zımnen veya iznen onu veya daha ahsenini mütekeffil olmasın.” (Asar-ı Bediiyye, 512)
“Avrupa ve Amerika'dan getirilen ve hakîkatte yine İslamın malı olan fen ve sanatı, nur-u Tevhid içinde yoğurarak, Kur'an'ın bahsettiği tefekkür ve mana-i harfi nazarıyla, yani onun sanatkarı ve ustası namıyla onlara bakmalı .” (Tariçe-i Hayat, 140)
“Medeniyetin hiçbir mehasin-i hakikiyesi yoktur ki;şeriatta, sarahaten ve istilzamen veya iznen o veya daha ahseni bulunmasın.” (Asar-ı Bediiyye, 536)
“Bunu da inkâr etmem; medeniyette vardır mehasin-i kesîre.. Lâkin; onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa îcadı, Ne şu asrın san’atı.. Belki umum malıdır; telahuk-u efkârdan, semavî şerâyi’den, hem hacât-ı fıtrîden, hususan şer’-i Ahmedî. İslâmî inkılabdan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez.” (Asar-ı Bediiyye, 429)
“Ecnebiyyede terakkiyat-ı medeniyyeye yardım edecek (fünun ve sanayi gibi) noktaları maal-memnuniye alacağız.” (Asar-ı Bediiyye, 458)
Bu ifadeleri Avrupa ve diğer gayr-i müslim devletlere bakış perspektifini gösteren önemli kriterlerdir.
Keza; “Avrupa’dan mehasin-i medeniyetin (medeniyetin güzelliklerinin) iktibasına muhtacız.” (Asar-ı Bediiyye, 498) ve “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lazımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, bir kavmin ma bihil bekası olan adat-ı milliyeyi muhafaza ettiler.” (Asar-ı Bediiyye, 458) şeklindeki beyanlar; bu gibi konulara nasıl baktığını göstermektedir.
Şimdi bu ifadelerin sahibi, nasıl oluyor da; demokrasi hakkındaki sitayişkar açıklamalarından dolayı, şeriata aykırı hareket etmiş oluyor? Demokrasiye karşı çıkanlar, önce kendi kafalarındaki yanlış telakkileri düzeltmelidirler. Çünkü meşrutiyet (demokrasi) ahkam değil mücerred bir mefhum ve araçtır. Bu aracın kullanılması, kullanıcısının niyet ve amacına göre değerlendirilir. Yani sistemin içerisini, onu uygulayacak olan devlet doldurur. Meşrutiyet (demokrasi) batı menşe’li olsa bile; onun İslam’a uygun bir şekilde kullanılmasında, İslami açıdan ne gibi bir mahzur olabilir? İslam’ın yasaklamadığı bir hususu, yasakmış gibi göstermek, yeni bir hüküm koymaktır.
“Bizim maksadımız, meşrutiyeti şeriat kuvveti ile muhafaza ve kökleştirmektir.” (Asar-ı Bediiyye, 392)
“Şeriatın ve meşrutiyetin münasebat-ı hakikiyesini (Birbiriyle olan alakalarını) şerh ve teşrih ettim.” (Asar-ı Bediiyye)
“Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin düşmanlarını çok edenlerdir.” (Asar-ı Bediiyye)
“Ayasofya ve Bayezid ve Fatih’te ve Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile, Şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini şerh ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın (saltanat, monarşi sisteminin) şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim... Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka müzebzibler gibi, taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. (Asar-ı Bediiyye)
“Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz emir, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız!.. Zîrâ, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. İstibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.” (Asar-ı Bediiyye, 312)
S- Bazı adam, (Meşrutiyet) “Şeriata muhaliftir” diyor...?
C- Ruh-u meşrutiyet, Şeriattandır. Hayatı da ondandır. Fakat ilca-ı zarûretle; teferruat olabilir, muvakkaten muhalif düşsün. Hem de her ne hal ki, meşrutiyet zamanında vücûda gelir, meşrutiyetten neşet etmesi lâzım gelmez. Hem de hangi şey vardır ki; her cihetle Şeriata muvafık olsun. Hangi adam var ki; bütün ahvali şeriata mutabık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi masum olamaz. Ancak Eflâtun-u İlâhînin Medine-i fazıla-i hayaliyesinde masum olabilir. Lâkin meşrutiyet ile su-i istimalatın ekser yolları münsed olur. İstibdadda (Monarşi sistemi) ise açıktır.” (Münazarat, 38-39)
Bu ifadelere göre, meşrutiyet ve demokrasinin İslam’a aykırı olduğunu iddia etmek mümkün mü? Bu aykırılığı; ömrü boyunca, İslam’a uymada azami hassasiyet gösteren Bediüzzaman görememiş de sizler mi farkettiniz?
Mercedes marka arabayı, Avrupalı imal ediyor diye Müslümanın kullanmasında bir mahzur olmadığı gibi İslam’a aykırı olmayan sistem veya araçların kullanılmasının da, İslami açıdan herhangi bir mahzuru yoktur. Batı bu arabayı sarhoş olarak veya kuralları ihlal ederek kullanıyor olabilir. Bundan dolayı, Mercedes marka araba suçlanabilir mi? Aslında, Meşrutiyete karşı çıkmak, istibdat sistemi olan mutlakıyeti savunmak anlamına gelir ki; aklı başında ve muvazeneli hiç bir Nur talebesi, böyle bir yanlışa düşmemelidir.
Peki, Osmanlı devletinin sistemi ne idi? İdareciliğin, babadan oğula intikal şekli olan “monarşi”nin (krallık ve padişahlık sistemi) menşei, kaynağı nedir? İslamiyet mi?
“Hem de Şeriatla münasebet-i vehmîden başka irtibatı olmayan istibdad, o kadar zamanda o derece dahil ve haric mühacemata karşı kendini muhafaza ettiğinden, şimdi Şeriâtın has abd-i memlûkü ve münasebet-ı hakikî ile merbut olan Meşrutiyet-i meşruâ bu kuvvet-i azîme-i şeriyeye isnad ve istimdad etmek zarurîdir.” (Asar-ı Bediiyye,529)
Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi asıl, İslam menşe’li olmayan sistem padişahlık (monarşi ) sistemidir. Halbuki bu sistemin İslami olup olmadığı konusu, hiç mevzubahis edilmiyor ve tartışılmıyor. Niye? Çünkü bu sistemi Osmanlı Devleti, batıdaki krallık şeklinde uygulamamıştır. İslam’a hizmette (tam olmasa da)kullanmıştır. Bu durumda, Osmanlı devleti altı yüz sene boyunca, küfür rejimi ile mi idare edildi denilecektir? İşin enteresan olan tarafı; bazılarına göre, padişahlık sistemi İslami bir sistem olarak bilindiği için, meşruti sistemin savunulmasının şeriata aykırı olduğu telakki edilmektedir.
Bediüzzaman’ın en büyük özellik ve meziyetlerinden birisi, onun gerçek meşrutiyeti, monarşiye karşı, İslam adına savunmuş olmasıdır. Üçüncü bölümde, Bediüzzaman’dan iktibas ettiğimiz ifadelerden anlaşılacağı gibi, Meşrutiyetin yani Demokrasinin esası, İslam’a dayanmaktadır. Mana ve ruh itibariyle kaynağı Kur’an ve Hadistir. Birilerinin bu ifadeleri çok yadırgayacağını, hatta hakarete, tahkir ve tekfire varan yorumlar yapacağını biliyorum. Varsın olsun. Önemli olan Bediüzzaman ve mefhumların doğru anlaşılmasıdır.
Devam edecek...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.