Mevlana hakkına yanlış bilinenler
Mevlânâ Celaleddin Rûmî, vefatından yüzyıllar sonra bile dünyada en çok satan kitaplar arasındaki Mesnevisi ile gönülleri fethetmeye devam ediyor.
Arife Kabil'in haberi:
Ancak popüler kültürün malzemesi haline geldikten sonra, Kur’an ve sünnet çizgisinden çok felsefî söylemlerle anılır oldu.
Allah ile kul arasındaki münasebeti açıklayışı ve tasavvufta açtığı yol ile yüzyıllar öncesinden bugünün insanını kuşatan Hazreti Mevlânâ, mirası popüler kültür tarafından da sahiplenilince birçok konuda yanlış bilinir oldu.
Kendisini ifade ederken Kur’an-ı Kerim’in hizmetçisi ve Peygamber Efendimiz’in ‘yolunun tozu’ diyen Mevlânâ, olacakları görmüşçesine “Biri benden bundan başkasını naklederse ondan da şikâyetçiyim, o sözden de şikâyetçiyim.” sözleriyle muradının sadece sünnet ve Kur’an ışığındaki hayatıyla aktarılmak olduğunu söyler. Ancak Mevlânâ, bazılarının gözünde neredeyse bir yaşam koçu ya da guru kimliğine bürünmüş durumda. Bugün resimlerinden hayatına kadar pek çok konuda yanlış bilgilerle anılıyor.
Popülist ifadelerin bolca kullanıldığı kitaplarda Mevlânâ, okura adeta bir Hint filozofu gibi sunuluyor. Tasavvuf kültüründen çok uzak olan bu kitaplar, onunla ilgili yalan yanlış bilgilere sebep oluyor. Ömrünü nefsî arzulardan sıyrılmaya çalışarak geçiren Hz. Mevlânâ’nın mirası bugün sosyetik mekânlara maneviyat katmak için kullanılıyor. Sadece ney dinletisi ve sema gösterileriyle tasavvuf ehli olunmaya çalışılıyor...
Resimlerdeki gibi şişman değildi
Bugün Mevlânâ deyince aklımızda postun üzerinde, uzun sakallı, epey kilolu bir şemail beliriyor. Ancak hayatı riyazetle geçen Mevlânâ, kemikleri belli olacak kadar zayıftı. Vefatından 80 yıl kadar sonra yazılan menkıbelere göre onun perhizden dolayı çok zayıf, 1.65 boylarında, kısa sakallı, hafif çekik gözlü olduğunu söyleyen Selçuk Üniversitesi Mevlana Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Nuri Şimşekler, “Bugün resmedilenler, fiziki özelliklerin tam tersi.” diyor.
Mevlânâ Hazretleri, hayattayken birkaç kez resmedilmeye çalışılır. Selçuklu sarayının en meşhur ressamı Aynüddevle lakaplı ressam, vezir Pervane’nin hanımı Gürcü hatunun isteği üzerine Mevlânâ’yı resmetmeye çalışır. Ancak her başladığında Mevlânâ’nın şemaili farklılaşır. Bu yüzden resim tamamlanamaz. Şimşekler, bu denemelerin tamamlanamamış 20 kadar eskiz halinde kaldığı bilgisini veriyor. Bugün yaygın olarak kullanılan ve gerçek Mevlânâ’yı yansıtmayan resim ise 1960’lı yıllarda İran’da Mevlânâ resmi yarışmasında birinci olan resim...
Sema yaparken bir usule bağlı kalmazdı
Merak edilen sorulardan biri de Mevlânâ’nın semayı, günümüzdeki gibi tertipli bir şekilde yapıp yapmadığı. Şimşekler, Mevlânâ’nın sema yaptığını ancak belli bir usul ve mekâna bağlı kalmadığını anlatıyor. “Sokakta, evde, sofrada, sohbette, dükkânda gönlüne gelen İlahi mananın yansıması olarak olduğu yerde semâ etmeye başlayan bir Mevlânâ var.” diyen Şimşekler, semanın o dönemde din âlimleri tarafından yasaklandığına da dikkat çekiyor. Ancak Mevlânâ, bunlara aldırmadan Selçuklu sarayında bile sema yapar.
Günümüzdeki sema mukabelesi ise Mevlânâ’nın vefatından sonra Mevlevilik tarikatının XIII. yüzyılda ilk tesisinin ardından XV. yüzyılda son halini aldığı ve belirli bir düzen içine yerleştirildiği şeklidir. Bu konudaki diğer yanılgı ise Mevlânâ’nın semayı Şems-i Tebrizi’den öğrendiği. Oysa Mevlânâ Hazretleri, semayı ilk olarak kayınvalidesinden öğreniyor. Ancak 1244 yılının 30 Kasım’ında Şems’le karşılaşmasının ve dostluğunun ardından daha çok semâ yapıp şiir söylemeye başlıyor.
‘Gel ne olursan ol gel’ sözü ona ait değil
“Gel ne olursan ol gel. İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel” sözleriyle başlayan rubainin yıllarca Mevlânâ’ya ait olduğu zannedildi. Eski yazma divanlarda böyle bir rubainin olmadığını belirten Şimşekler, ancak Hz. Mevlânâ’nın ‘gel’ vurgusu yaptığı onlarca gazeli olduğuna dikkat çekiyor. Bunlardan anlaşıldığı kadarıyla Mevlânâ’nın insanları Allah’ın vahdet denizine, O’nun birlik çağrısına davet ettiğini anlatan Şimşekler, “Kendi mezarına, türbesine değil.” diye ekliyor.
Yine Mevlânâ’ya ait olmayan ancak onun fikirlerini barındıran, bir araya getirilmiş farklı sözler de var. Mesela, Mevlânâ’nın 7 Öğüdü buna en belirgin örnek. Sık kullanılan “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok”, “Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verilecek bir cevabım var. Lakin bir lafa bakarım laf mı diye. Bir de söyleyene bakarım adam mı diye?” sözleri de Mevlânâ’ya ait değil.
Mevlânâ-Şems buluşması
Şems-Mevlânâ münasebeti birçok tefsirata müsait sıra dışı bir münasebet ve dostluktur. Dönem kaynaklarının ‘merace’l-bahreyn’ (iki denizin buluşması) tabiriyle tarif ettikleri bu buluşma gerçekleşmeseydi ne olurdu? Abdülbaki Gölpınarlı’nın ifadesiyle Mevlânâ sıradan bir alim olarak tarihteki yerini alacaktı. Ya Şems? Kimse onun adını bile bilemeyecekti. Demek ki bu iki büyük gönülden biri sadece alıcı, diğeri sadece verici değil. Her ikisi de birbirinin manevi doğumuna ebelik yapmış, birbirlerini manen büyütmüşlerdir.
‘İlmihal seviyesinde bile ameli olmayanlar tasavvufu anlatıyor’
İlahiyatçı Prof. Dr. Abdulhakim Yüce de Hz. Mevlânâ’nın en büyük mutasavvıflardan olmasına rağmen onunla ilgili eserlerin tasavvufla ilgili hususları yeterince dile getirmediği görüşünde. Tasavvuf ehlinin birer eğitim metodu olarak geliştirdiği ‘seyr-u suluk’a dikkat çeken Yüce, “İçinde bir şeyhe intisaptan rabıtaya, zikir adedinden az yeme-az uyuma-az konuşmaya, semadan çile çekmeye, seyahatten sohbete varıncaya kadar birçok unsur bulunduran husus aslında tasavvufun kendisi değil tasavvufla hedeflenen amaca ulaşmak için yardımcı unsurlardır.” diyor. Bu şekilde nefs mertebeleri aşılarak neticede Allah’ın rızasına ulaşmak ise vuslatın tasavvuftaki karşılığı.
Bugün ney ile sema gösterisine katılıp biraz Mesnevi okuyarak tasavvuf ehli olmaktan bahsedenler hepimizin malumu. Abdulhakim Yüce, “İlmihal seviyesinde bile iman ve ameli olmayan kişiler tasavvufu anlatıyor ve tasavvuf ehli olarak lanse ediliyor.” diyerek, tasavvuf ehlinin kılı kırk yararcasına harama dikkat ettiğini vurguluyor. Bütün sünnetleri yerine getirdiklerini, hatta bununla da yetinmeyip ek ibadetler yaptıklarını anlatan Yüce, “Özellikle geceleri sabahlara kadar ney gibi inleyerek okudukları evrad ü ezkârları ise ciltlerle kitapları dolduracak kadar engin ve rengindir.” diyor.
Süleymanşah Üniversitesi Edebiyat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cihan Okuyucu ise tasavvufla özdeşleşen ‘Vahdet-i Vücud’u şöyle açıklıyor: “Varlığın birliği diye çevirebileceğimiz Vahdet-i Vücut, tekçi varlık anlayışı bakımından Batı düşüncesindeki panteizmle karıştırılan bir kavram. Bir sufi için eksiksiz bir varlıkla var olan tek varlık Cenab-ı Hak’tır. Varlığını ona borçlu olmaları bakımından diğer bütün varlıklar izafi/bir nevi gölge varlıklardır. Sufi cezbe anında kendi gölge varlığını o tam varlığın içinde erimiş yok olmuş hisseder. Böylece gölge kaybolmuş, vahdet-i vücut gerçekleşmiş görünür.”
Şeri esaslara son derece bağlı olan Hz. Mevlânâ, bu durumun bir yanılgıdan ibaret olduğunu şu misalle açıklar: Kızgın ateşe sokulan demir bir müddet sonra demirlik özelliklerini kaybeder ve bütünüyle ateş kesilir. Rengi, görünümü, yakıcılığıyla ateş neyse demir de odur. Yani o an için demirin ‘ben ateşim’ demesi makuldür. Ancak ateşten çıkarılan demir soğuyunca tekrar eski özelliklerine rücu eder. Demek ki demir demirdir, ateş ateştir. Bunun gibi ne kul Hak olabilir ne de Hak kula dönüşür. Olan biten şey sarhoşluk esnasındaki bir his yanılgısından ibarettir.
Ney üflemiyordu
Doç. Dr. Nuri Şimşekler, Hz. Mevlânâ’dan önce ve onun yaşadığı dönemde ney’in olduğunu söylüyor. Mevlânâ Hazretleri’nin metafor olarak Mesnevi’nin ilk beytinde bu müzik aletine yer verdiğini hatırlatan Şimşekler, “Ney üflediğini bilmiyoruz ancak ney kadar önem verdiği ve sıkça kullandığı rebabı çaldığını, hatta bir tel daha ekleyerek geliştirdiğini biliyoruz.” diyor.
Ancak burada Şimşekler’in dikkat çektiği bir ayrıntı var: “Dinle neyden çün şikâyet etmede, ayrılıklardan hikâyet etmede, diye başlayan beyit yanlış algılanıyor. Mevlânâ burada kendini ney’e benzetiyor ve sulak kamışlıktan kesilen ve asıl mekânına kavuşma özlemi çeken ney misali Mevlânâ da Yüce Allah’ın katına, ruhlar âlemine özlemini ney benzetmesiyle dile getiriyor.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.