Modern Tıbbın İslâmî Kökleri
Geoffrey Chaucer, The Canterbury Tales’in giriş bölümünde, “hekimlerin üstadı” ünvanına sahip olanların arasında dört Müslüman hekimin de isimlerini zikreder: Jesu Haly (İbn İsa), Razi (El-Razi), Avycen (İbn Sina) ve Averrois (İbn Rüşd)
Bu dört isim, Chaucer’in listesine 14. yüzyıl edebiyatına egzotik bir hava katsın diye eklenmedi. Bu isimler hakikaten antik dünyanın ve Avrupa Ortaçağı’nın büyük tıp bilginleri olarak kabul ediliyordu. Yazdıkları kitaplar, Avrupa’nın tıp okullarında yüzyıllarca ders kitabı olarak okutuldu. Avrupa’nın kaybetmiş olduğu klasik Greko-Romen mirası önce toplayan, sonra tercüme eden, sonra da yeniden yorumlayıp sistemleştiren bu dört hekim, sekizinci yüzyıldan on birinci yüzyıla yayılan çalışmalarıyla, modern tıp bilimi ve kurumlarının temellerini attılar.
Beşinci yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, Avrupa entelektüel mirasıyla temasını kaybetti. Yunan biliminden geriye sadece Pliny Ansiklopedisi ile Boethius’un mantık ve matematik risaleleri kalmıştı. Latin kütüphanesi o kadar zayıflamıştı ki, Avrupa teleogları bilgilerini geliştirebilmek için kendi yazdıklarından başka bir malzeme bulamıyorlardı.
Avrupa’nın dünya görüşünün merkezi, kiliseydi. Hristiyanlık, sevgiyi ve hastalığı tedavi etmeyi önemsediği için manastır idarecileri niyet olarak hastane kavramına iyi yaklaştılarama asla bugünkü gibi hastaneler kuramadılar. Kurdukları hastaneler, hasta insanı ciddiye alan, ama Allah’ın dilemesiyle insanların iyileşeceği veya öleceğinin beklendiği (sadece beklendiği) yerlerdi.
Hristiyan kilisesi, ruhu bedenden çok daha önemli ve öncelikli gördüğü için tıbbî tedavi, hatta beden temizliği bile, layık olduğu ilgiyi görmedi; bedenin aşağılanması bir azizlik işareti olarak görülüyordu.
Zamanla, her hastalığın velisi konumuna bir aziz yerleşti. O hastalığa yakalanan hasta, ailesi, arkadaşları ve toplum tarafından o azize yönlendirildi. Üst solunum yolu hastalıkları, Aziz Blaise’in kandillerle boğazı kutsamasıyla savuşturuldu. Aziz Roch, veba hastalarının velisi oldu. Aziz Nicaise, çiçek hastalığından korunma vesilesiydi. İlahi olarak atanmış olan kralların, “asil dokunuş”ları ile pek çok hastalığın yanı sıra, sıraca ve deri hastalıklarını da tedavi edebildiklerine inanıldı.
Aynı zamanlarda, doğuda başka bir medeniyet yükseliyordu. İslâm doğuşundan itibaren bir yüz yıl boyunca sürekli genişledi ve ilmin her alanında tahmin dahi edilemeyecek bir ilerleme yaşandı. Müslümanlar rastladıkları tüm kültürleri İslâm potasında eritti ve Kur’an dili olan Arapça, evrensel bir dil oldu. Onuncu yüzyılda tek bir dil, Hindistan’dan Fransa’nın güneyine kadar insanları birbirine bağlıyordu.
Müslüman bilim adamlarının Yunan bilimleri arasında ilk çalıştıkları alan, tıptı. 529’da Plato’nun Akademisi kapandıktan sonra oradaki bilim adamlarından bazısı İran’ın eski Sassani başkentindeki Jundişapur Üniversitesi’ne sığınmışlardı. İki yüzyıl boyunca burası İslâm dünyasının en büyük tıp merkezi oldu. Orada, Müslüman hekimler, ilk defa Hipokrat, Galen ve diğer Yunan hekimlerini tanıdılar. Ve aynı zamanda Bizans, İran, Hindistan ve Çin’in tıp birikimine ulaştılar.
Yunan eserlerini Arapça’ya tercüme etmenin ve bunları yaygınlaştırmanın önemini kavrayan Abbasi halifesi Harun el-Reşid (786-809) ve oğlu el-Me’mun (813-833), Bağdat’ta “Beyt-ül Hikme” (Hikmet Evi) adında bir tercüme bürosu kurdular ve Bizans İmparatorluğu’na Yunan bilim eserlerini toplamaları için elçiler gönderdiler. Bu çabalar sonucunda İslâm tıbbının ilk dönemi yaşandı: “Tercüme ve Derleme Dönemi”
Mütercimlerin en önemlisi, Huneyn ibn İshak el-İbadi (809-73) idi. Hazırladığı kitapların ağırlığınca kendisine altın ödenmesiyle ünlüydü. O ve yanındakiler, dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar Yunan tıp metinlerini Arapça’ya tercüme etti. Bunların içinde Galen, Oribasius, Egeli Paul, Hippocrates’in kitapları ve Dioscorides’in Materia Medica’sı da vardı. Bu tercümeler, Müslüman tıbbının temellerini oluşturdu.
Müslüman tıp pratiği, büyük ölçüde Galen’in insan anlayışını kabul etti. Buna göre, insan vücudu dünyayı oluşturan dört elementten oluşmaktaydıtoprak, hava, ateş ve su. Bu elementler değişik oranlarda karıştırılabilir ve bu farklı karışımlar farklı huy ve mizaçlara yol açabilirdi. Bedenen yaratılışı dengeli olan kişi sağlıklıydı. Hastalık, doğaüstü kuvvetler tarafından değil, hormonal dengesizliklerden ileri geliyordu ve bu dengesizlik doktorların müdahaleleriyle iyileştirilebilirdi.
Müslüman doktorlar, bu yüzden tıbba, insan vücudunun anlaşılabileceği ve sağlığın korunması için vücudun gözlenebileceği ve eğer hastalık baş göstermişse yeniden sağlığın kazanılabileceği bir bilim olarak bakmaya başladılar.
Böylece, daha Tercüme Dönemi sona ermeden, sağlıkla ilişkili sahalarda büyük ilerleme sağlandı. Harun el-Reşid, Bağdat’ta modern anlamda ilk hastaneyi kurdu (805). On, on beş yıl içinde İslâm dünyasında 34 hastane daha hizmete girdi. Bu sayı, her yıl katlanarak arttı.
Bu hastaneler, ya da kendine has adıyla, bimaristanlar, Avrupa’daki hastanelere çok az benziyordu. Hasta, buraları hekimler tarafından tedavi edileceği yerler olarak görüyordu. Hekimler ise sağlığın teşvik edildiği, hastalıkların tedavi edildiği ve tıp bilgisinin çoğaldığı ve yayıldığı kurumlar olarak. Tıp okulları ve kütüphaneler, büyük hastanelere bağlanmıştı ve tecrübeli hekimler öğrencilere ders veriyorlardı. Bimaristanlar, tıp öğrencileri için imtihan edildikleri ve diplomalarını hak ettikleri yerlerdi. On birinci yüzyılda seyyar klinikler bile kuruldu; bimaristanlar tarafından çalıştırılan bu klinikle, hastaneye gelemeyen hastalara tıbbî tedavi hizmeti sundu. Bimaristan, özetle, İslâm tıbbının beşiği ve modern hastanenin ilk prototipiydi.
Hastane gibi, eczacılık da İslâmî gelişmenin bir ürünüydü. “Allah her hastalığın bir çaresini vermiştir” inancına sahip olan İslâm’a göre, Müslümanlar bu çareleri araştırmalı ve kullanmalıdır. Arap simyasının babası kabul edilen Cabir ibn Hayyam (776), ilaç tedavisini ilk uygulayanlardan biriydi. O döneme ait Arap ecza kitapları çoktu ve ilaçların coğrafi kökenlerini, yapılışını, uygulanış şekillerini ihtiva ediyordu. Arap eczacılar ya da saydalanî, aralarında sinemaki, kâfur, sandal ağacı, misk otu, mür, demirhindi, küçük hindistan cevizi, karanfil, kurtboğan, amber, yer fesleğeni olmak üzere çok miktarda yeni ecza bitkileri buldular. Saydalanîler, ayrıca çeşitli şuruplar ürettiler. İngilizce’deki syrup kelimesinin kökü buradan gelmektedir. Ayrıca yine gül suyu ve turunç çiçeği gibi hoş rahatlatıcılar buldular. Bunlar Hint keneviri ve banotuna benzer şekilde hem sıvı olarak hem enfiye yoluyla (burna çekilerek) alınabiliyordu.
Dokuzuncu yüzyılın başlarında ilk eczane Bağdat’ta açıldı. İlaçlar ticarî olarak üretiliyor ve satılıyordu. O bakımdan, doktorlar ve eczacılar tarafından ilaçlar çok çeşitli biçimlerde yaygınlaştı; merhemler, haplar, iksirler, bonbonlar, tentürler, fitiller, enfiyeler.
Müslüman tıp düşüncesinin çiçeklenmesi, dokuzuncu yüzyıla rastladı. İlk büyük eser, Ebu Bekir Muhammed ibn Zekeriya el-Razi’nin (841-926) tıp çalışmalarıyla ortaya çıktı.
Batı dünyasında Rhazes olarak bilinen el-Razi, İran’da doğdu. Gençliğinde müzik, matematik ve kimyayla uğraşan Razi, tıp eğitimi almak için kırk yaşında Bağdat’a gitti. Çalışmalarını tamamlayarak Rey’e döndü ve bir hastanenin başına geçti. Şöhreti çabuk yayıldı ve birkaç yıl içinde Bağdat’ta inşa edilen yeni bir hastanenin başına getirildi. Bu hastanenin nereye kurulacağını tespit etmek için şehrin değişik yerlerine et astırdı ve etin en geç koktuğu yere hastaneyi inşa ettirdi.
El-Razi, İslâmî tıpta en büyük tedavi uzmanı ve orijinal düşünür olarak kabul edilir. Üretken bir yazar olarak ondan geriye 237 kitap kaldı. Bunların yarısı sağlıkla ilgilidir. Onun Çocuk Hastalıkları kitabı, bazı tarihçilere göre Razi’nin “pediyatrinin babası” olduğuna delalet etmektedir. Bahar nezlesi ve sebebini teşhis eden ilk kişi Razi’ydi. Böbrek taşıyla ilgili çalışması, hâlâ bir klasik olarak kabul edilmektedir. Ayrıca, uyuzun tedavisi için geliştirdiği cıvalı merhem çok önemli bir buluştu.
El-Razi, geçmiş otoritelerden ziyade, kendisini gözleme adamıştı. Tecrübî tıbbın güçlü bir savunucusuydu, test edilmiş tıbbî bitki ve diğer ilaçların sağlıkta kullanılması için yıllarca çalıştı. Sahte doktorlar ve şarlatanlara karşı yapılan mücadelede en öndeydi. Hekimlerin uygulamaları için yüksek profesyonel standartları ve metotları içeren bir kitap bile kaleme almıştı. Razi, ayrıca, ruhsatlı hekimlerin eğitimlerine devam etmeleri hususunda ısrarcıydı. Karşılıklı güvenin değerini ve hasta tedavisinde hekimlerin birbirlerine danışmasını (konsültasyon) vurgulayan ilk kişi de oydu. O dönemde, bu standartlar oldukça yüksek standartlardı.
Bağdat’taki hastane idaresini takiben Razi, Rey’e döndü. İlk büyük eseri, on ciltlik “el-Mansuri Kitabı”ydı. Eserin ismi, Rey’in idarecisi Mansur ibn İshak’tan geliyordu. Razi, bu eserde, genel sağlık teori ve tanımları; diyet, ilaçlar ve bunların insanlar üzerindeki etkileri; anne ve çocuk bakımı; deri hastalıkları; ağız sağlığı, iklim ve çevrenin sağlık üzerindeki etkisi; salgın hastalık ve zehirlerle ilgili çeşitli konuları etraflıca ele aldı.
Razi, ayrıca çiçek ve kızamık hastalıkları üstüne yazılmış ilk bilimsel çalışma olan el-Judari ve’l Hasbah’ı yazdı. Bu iki hastalığı birbirinden ayıran ilk hekim de oydu. Aynı zamanda, Razi, her iki hastalığın tedavisinde bugün dahi geçerli olan prensipleri ortaya koydu.
Razi’nin en çok saygı uyandıran eseri, el-Kitab el-Havi (Kapsamlı Kitap) adlı 25 ciltlik sağlık ansiklopedisiydi. Razi hayatı boyunca bu kitap için malumat topladı. Maksadı, döneminin bütün tıbbî bilgilerini kendi tecrübe ve gözlemlerini de ekleyerek, bu kitapta toplamaktı. El-Havi’de, Razi, hekimlerin hastaların kendilerine anlattığı öyküleri dikkate almaları gerektiğini vurguladı. Ona göre sadece geçmiş otoritelerin birikimine güvenmek yeterli değildi.
Razi’nin ölümünün üzerinden çok geçmeden, Ebi Ali el-Hüseyin ibn Abdullah ibn Sina (980-1037) bugün Özbekistan olarak bilinen Buhara’da doğdu. Sonraki çevirmenler onun ismini Latince’ye Avicenna olarak aktardı. Aristotle Yunan’a, Leonardo da Vinci Rönesans’a, Goethe Almanya’ya ne verdiyse, İbn Sina da Müslüman dünyasına onu verdi. Onun şöhreti sadece tıpla sınırlı kalmadı, aynı zamanda felsefe, bilim, müzik, şiir ve devlet idaresini de kuşattı. Çağdaşları onu “hekimlerin prensi” diye adlandırmıştı.
İbn-i Sina’nın hayatı aslında bir efsaneyi andırıyordu. Bir vergi memurunun oğluydu. Ama on yaşında Kur’an’ı tamamen hıfzetmişti. Daha sonra hukuk, matematik, fizik ve felsefe öğrendi. Aristotle’ın Metafizik’inde zor bir problemle karşılaşınca bu problemi başarıyla çözmek için kitabı 40 kez okudu. 16 yaşına geldiğinde, yönünü tıp bilimine döndü. 18 yaşında, hekim olarak ünü o kadar büyümüştü ki, prens Nuh ibn Mansur’u tedavi etmesi için kendisine çağrı yapılmıştı. Prensi başarıyla tedavi etmesi sonucu, Buhara’nın devlet kütüphanesinden istifade etmesine izin verildi. Bu kütüphane, döneminin en büyüklerinden biriydi.
Yirmi yaşında İbn Sina adlı hekim olarak atandı, İran’ın batısında bir bölgede iki kez vezirlik yaptı. Ömrünün kalan yılları maceralı ve zorlu yıllardı. Bununla birlikte, ilahiyat, metafizik, astronomi, dilbilim ve şiir alanlarında yirmi adet kitap yazacak zamanı buldu. Bunlardan başka, Kitab el-Şifa (Şifa Kitabı) başta olmak üzere yirmi kadar da tıp kitabı kaleme aldı. El-Şifa, bir tıp ve felsefe ansiklopedisiydi.
Ancak yine de, onun en görkemli eseri El-Kanun fi’l Tıb (Tıbbın Kanunu)dur. Bir milyondan fazla kelimeyle yazılan bu eser, o dönemde mevcut tüm tıp bilgisinin yazıya geçirilmesiydi. Hipokrat ve Galen birikimini özetleyen, Suriye-Arap ve Hind-İran uygulamalarını tanımlayan ve kendi gözlemlerini de bunlara ekleyen İbn Sina; anatomi, fizyoloji, teşhis ve tedavi basamakları arasında mükemmel bir uyum kurmaya çalıştı.
Tıbbın Kanunu, sağlık üzerinde diyetin önemiyle birlikte iklim ve çevrenin etkisini öne çıkardı. Eserde kuduz, göğüs kanseri, tümörler, doğum sancısı, zehirler ve bunların tedavilerine ilişkin bilgiler yer alıyordu. İbn Sina, menenjiti (beyin zarı iltihabı), diğer önemli hastalıkların iltihaplarından ayırdı; ve kronik böbrek iltihabını, yüz felcini, mide ülserini ve çeşitli karaciğer iltihabı türlerini tarif etti. Bunlardan başka, göz bebeğinin büyüme ve küçülmesini ve onun teşhis değerini ortaya koydu. Gözün, altı motor kasını tanımladı ve gözyaşı kanallarının işlevlerinden bahsetti. Ve bazı hastalıkların bulaşıcı özelliklerini belirtti. Bulaşıcılığın, hasta insanların havaya bıraktığı bazı “izler” yoluyla gerçekleştiğini yazdı.
Ayrıca, Tıbbın Kanunu, ilaç özelliği olan 760 bitki ve onlardan elde edilebilecek ilaçların tanımını da içermektedir. Tıbbın Kanunu, 19. yüzyıla kadar hem bir referans ve rehber kitap olarak hem tıp dersi kitabı olarak okunmuş ve okutulmuştur. Onun kadar uzun süre okutulan başka bir tıp kitabı yoktur.
10. yüzyılda Müslüman astronomi kitapları ilk kez Katalonya diline çevrildiği zaman, Avrupalılar Müslümanların entelektüel zenginliklerinin hasadını kaldırmaya başladılar. Ve bunu yaparken, kendi klasik miraslarıyla karşılaştılar. Galen ve Hipokrat’ın tıbbî eserleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika yoluyla tekrar Batı dünyasına dönmüş oldu. İslâmî hediyenin entelektüel mayası sayesinde, Avrupa kendi geçmişinin bir bölümünü yeniden kazandı.
İbn Sina’nın Kanun’u Avrupa’da ilk olarak 12. yüzyılın sonunda göründü ve etkisi çok çarpıcı oldu. Tekrar tekrar kopya edilerek hızla Avrupa’nın standart tıp referans kitabı oldu. 15. yüzyılın son otuz yılında, yani matbaanın icadından az bir zaman önce, 16. baskısı yapılmıştı. Bir sonraki yüzyılda ise 20. baskısı daha yapıldı. 12. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar, Kanun, Avrupa’nın ilaç kitabı olmaya devam etti. Ve 1537 gibi geç bir tarihte bile Kanun hâlâ Viyana Üniversitesi’nde okutulması gerekli görülen bir ders kitabıydı.
Razi’nin el-Kitab el-Havi ve öteki kitaplarının tercümeleri hızla yapıldı. Kitap basımı henüz emekleme döneminde olmasına rağmen, Razi’nin tüm eserleri geniş kesimlerce biliniyordu. Mansuri Kitabı’nın “Baştan Ayağa Hastalıklara Dair” isimli dokuzuncu cildi, Tübingen Üniversitesi’nde 15. yüzyılın sonuna kadar tıp müfredatı içinde yer aldı.
Çağdaş Avrupalılar İbn Sina ve el-Razi’yi tıpta en büyük otorite olarak gördüler. Nitekim bugün Paris Üniversitesi Tıp Okulu’nun büyük salonunda her ikisinin de resmi bulunmaktadır. Dante de, Cehennem adlı kitabında, İbn Sina’ya antik dönemin iki büyük hekimi Hipokrat ve Galen’in hemen yanında yer vermiştir. Roger Bacon da kendi düşüncelerinin bir vizyon kazanması için İbn Sina’ya başvurmuştur.
Bununla birlikte, Avrupa’yı etkileyenler sadece el-Razi ve İbn Sina değildi. Dört yüzden fazla Müslüman yazarın göz hekimliği, cerrahlık, eczacılık, çocuk bakımı ve kamu sağlığı konularında tercüme ettiği kitaplar, Avrupa biliminin yeniden doğuşunda çok derinden etkide bulundular.
Veba, difteri, cüzzam, kuduz, diyabet, gut, kanser ve saranın doğru teşhislerini yapanlar Müslüman Arap hekimleriydi. İbn Sina’nın enfeksiyon teorisi, bulaşıcı hastalıkların yayılmasını sınırlandırmayı sağlayan karantinayı yaygınlaştırdı. Arap hekimleri klinik inceleme ve ilaç kullanımı ilkelerini, prensipleri bildiler. Fıtık ve katarakt, altınla diş dolgusu operasyonlarında ustalaştılar ve görme kusurlarına reçete yazdılar. Ve bugün hâlâ geçerli olan sağlık, diyet ve hijyen kurallarını geliştirdiler.
Nitekim İslâm dünyası, antik Yunan ile Helen dünyasının tıp birikimi arasında ince ama nihayet başarılı bir geçiş hattı oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda bu birikimi Avrupa’ya taşımadan önce düzeltip muazzam ölçüde çoğalttı. O sıralarda, Avrupa neredeyse yüzyıllardır gözlem, deney ve ilerleme ruhunu kaybetmiş bulunuyordu. Farklı dil ve dindeki hekimler, sağlam bir yapı inşa etmede işbirliği yapmışlardı. Bu yapının iskeleti, günümüzün tıp uygulamalarında bile hâlâ görünür durumdadır. (David W. Tschanz)
Zafer Araştırma Grubu
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.