Osman ÇAKMAK
Muallim ve talebeyi kaybeden ‘omurgasız’ eğitimden kendi ilim ve maarif dünyamıza
“Felsefesi olmayan milletin mektebi olmaz” demişti merhum Nurettin Topçu. Şöyle devam etmişti.
“Bize bir insan mektebi lazım. Bir mektep ki, bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin.”
Merhum Cemil Meriç yıllar önce öğretmen kelimesinin “muallim” yerine kullanılması karşısında isyan etmişti. Duygusunu şöyle dile getirir: "Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime." Bu sözleri o zaman çok tepki almıştı.
Haysiyetli aydınlarımız tehlikeyi bütün gerçekliği ile dile getiriyorlar.
Farkına bile varamadı öğretmenler. Sizi yüceltiyoruz diye sıradanlaştırıldı. Ötekileştirildiklerinin farkında bile olamadılar.
Mektep medrese kaldırıldı. Okul oldu. Sonra talebe kelimesi aradan kaldırıldı. Yerine öğrenciyi buldular.
Öğrenci; öğrenen, öğrenecek yaşta veya sıfatta olandı. Oysa talebe talep edendi. İlmi, irfanı talep edip, isteyendi. Bunun farkında değildik. İlim ihtiyaç odaklı, merak merkezli olmaktan çıkınca sınavlardan ve bilgi yüklemekten ibaret kaldı. Kuru mekanik bilgiye, hikmetten uzak malumatı talim eder olduk. Eğitim öğrenci için bir “bela” sınavlar ise “yük” halini aldı.
Talebe öğrenci, muallim ve hoca da öğretmen olunca, o yüce değerlerin içi zemberekten boşalır gibi boşalmıştı.
Şimdi içini doldurmak için arayışlar içindeyiz. Ama bir türlü kaybettiğimiz, içini boşalttığımız şeylere dönüp bakamıyoruz.
Cemil Meriç "kamus namustur" demişti.
Peyami Safa ise, "Yabancı istilasına karşı koruması lüzumu bakımından lisanın toprağımızdan farkı yoktur" sözü ile “namus” ile kastedilene açıklık getiriyor ve tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekiyordu.
Kaybettiklerimizi yeniden fetih için hazır mıyız?
Örf, adet, giyim, kuşak gibi şeylerde yabancılara özenmekle yavaş yavaş kendi kimliğimizden uzaklaşan neslimiz başka bir kimliğe büründü. Farkına varmadan zaman içinde Batılıların değerlerini benimseyen bir duruma geldik.
Lisandaki taklit ise çok daha dehşetli değişime yol açtı. Doğrudan doğruya “genetik kodlarımız” değişikliğe uğradı. Düşünceyi esir aldı ve hayatına tamamına hakim oldu.
Hangi milli eğitim bakanı da geldiyse Avrupa ülkelerinin “çağ atlatan” eğitim paketini Türkiye'ye monte etmekten başka işe vakit bulamadı. Yangına körükle gittiklerinin farkına varamadılar.
Kendi eğitim modelimiz var, kendi milli müfredatımız var diyemediler. Kendi kültürünü ve kendi değerlerini o eğitimin içine yerleştirmeyi akıl edemediler.
“Genetik kodlarımıza” tekrar dönmek için ciddi bir hamleye ihtiyaç var.
Fetih harekatı sadece eğitim ve kültür alanı ile sınırlı kalmayacak.
Bilimi kendimize mal etmek için kendi referans sistemlerimizi kurmak zorundayız.
Bilim sizin kültürünüzün, inandığınız değerlerin, ekonominizin, sanatınızın emrinde olacak.
Bilim evrenseldir dediğinizi duyar gibi oluyorum. Tabi bence de öyle, ama hedeflerinin “milli” olduğunu unutuyoruz.
Gençlere “ithal” bilimi okutarak “milli” ve “yerli” düşünmesini, memlekete faydalı olmasını beklemek bir yanılgı. Bu yanılgı sürüyor.
Uzman olması için yurt dışına (Avrupa/ABD) gönderdiklerimiz (doktora dahil) kendi kültürünü tanımadan gitmişlerse aşağılık kompleksleri artarak geri dönüyorlar. Ülkemizde onları yetkili ve etkili makamlara getirdiğinizde bir çoğu “milli ve yerli” davranamıyor. Her sıkıştıklarında “dışarıdan” destek almaya çalışıyorlar. YÖK’te, MEB’de TÜBİTAK’ta vd kurumlardaki sıkıntı bu. Milli ve yerli kaynaklara dönmeyi akıl edememek.
Aklı başında ülkeler işe önce bilimi millileştirmekle başlıyorlar. Örneğin Ruslara bakalım. En basit bir örneğini vereyim. Newton Kanunu’nu bile Newton Kanunu ve prensibi diye ders kitaplarına almamışlar. “Newton-Chelowski Kanunu” diye ad veriyorlar. Böylece fiziği “milli” ve “yerli” hale getirmek istiyorlar.
Kendi ülkesinden bir ismi yanına koymuşlar. Böyle yapmakla kendi insanına şunu demek istiyor: Bizim kültürümüzde de böyle buluşçu insanlar var.
Hâlbuki Batı, bilimi Müslümanlardan alırken o insanların ismini söylemedi. Müslümanların isimlerini eserlerine yazmadı. Kopernik’in buluşları aslında İbn-i Şatır’dan aşırmadır.
Bize geçerken, Kopernik’in yanında İbni Şatır’ın da ismi yer almalıydı.
Hiçbir zaman kitabında İbn-i Şatır demiyor. Leonardo Da Vinci’nin buluşlarını El-Cezeri’den aşırdığına dair belgeler var. Mühendislik dehası El-Cezeri’den 250 yıl sonra gelen Da Vinci’nin aynı şeyleri çizmesi tesadüf olabilir mi?
Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda; Fransızlar Descartes ve Pascal’ı, Almanlar Leibniz’i, İngilizler de R. Bacon’ı öne sürseler de ilk ortaya koyan Cezerî’dir. İlim dünyasına sunan ilk araştırmacı odur. Aynı zamanda ilk sistem mühendisi, ilk sibernetikçi ve elektronikçi ve bilgisayarın babasıdır Cezerî.
Bizim kitaplarımız Batı ile aynı dili kullanır ve bilgisayarın babası olarak İngiliz matematikçi Charles Babbage öne sürülür.
Günümüz fizik ve mekanikçileri, “ısı etkisiyle haberleşerek denge kurma” sisteminin, ilk olarak J. Watt'ın 1780’de regülatörü keşfiyle başladığını söylerler. Fakat bunun da yine Cezerî’ye dayandığı, onun meşhur eseri Kitabü’l-Hiyel’de açıkça görülür.
Böyle daha yüzlercesi var. Bunlar denizden damladır.
Biz ne yaptık? “Hazret-i Batı her şeyin en iyisini bilir” felsefesi ile hareket ettik. Çünkü kendimizi tanıtan bir tarih eğitiminin hala çok uzağındayız.
Kendi milli müfredatımızı oluşturmak sıradan çalışmalarla yapılacak bir iş değil. Hele ki kendi kültürünü ve tarihini gerçekten tanımayan yarım aydınlarla olacak iş değil.
Sistem, liyakatlıların ve çaplıların çözüm mevkiinde olmasını engelliyor dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Evet. Ancak bu “çemberleri” aşmak zorundayız.
Bir kere medeniyet adına, modernlik adına bize yutturulan ne varsa gözden geçirilecektir. Bilim diye önümüze konulan her şeyin “bilimselliği” ve “fıtrata uygunluğunu” araştıracak hasbi çalışan yeni kadrolara ihtiyaç vardır.
Önce tarih kitaplarının doğruları yazması sağlanacak. Doğru bir bilim tarihi okutacağız.
Yakın tarihimizin, günümüzün çaplı devasa bilim insanlarına da sahip çıkma adına neler yapabildik? Örneğin daha yakın bir zamanda vefat eden Fuat Sezgin... Bilimin kurucularının Müslüman bilim adamları olduğunu, Avrupa’nın bilimi gerçekten İslam dünyasından ve Müslümanlardan öğrendiğini dünyaya ispat etti. Hâlbuki bilim kurumlarımızın “Batıya teslimiyetçi” yapısı devam ettiğinden Sezgin’in çalışmalarına sahip çıkamadık.
Fuat Sezgin’in ortaya koyduğu şekilde, okullarımızda doğru tarih dersi verebilsek, gerçek bilim tarihi okutabilseydik… Mevcut müfredatın pompaladığı o aşağılık kompleksleri bir bir kalkacak. Gençlerde kendine güvenle genişleyen düşünce ufku ve yeniden doğan girişimcilik ruhu tüm engelleri kaldırıp atacaktır.
Newton’un yanına bizim tarihimizden bir isim verebilirdik. Örneğin Nasiruddin et-Tusi ve İbni Sina gibi. Mikrobu ilk bulan Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemsettin’dir. Bizim ders kitaplarımız mikrobun mucidi olarak Pasteur’u okutur.
El-Kindi, Einstein’dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır. Behram Kurşunoğlu, Einstein ile çalışmış. Onun eksikliklerini tamamlamış bir bilim adamı. Ders kitaplarımızda Einstein’in teorilerinin yanına El-Kindi’nin ve Kurşunoğlu’nun ismini ilave edebilirdik.
Oktay Sinanoğlu, moleküler biyolojide, fizik ve matematik alanında büyük buluşların sahibi. Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Bölümünde çalışırken bölümde maruz kaldıklarını Türk Aynştaynı adlı kitabında anlatır. Bölümde kendisine türlü türlü tacizler edilmiş. Daha başka ayrıntılarını meşhur beyin Cerrahı Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın’dan dinlemiştim.
Sinanoğlu aynı zamanda Batı’nın, özellikle ABD’nin iç yüzünü ve niyetini deşifre eden adam. Bilimde ve teknolojide yarışa girmek ve yerliye dönüş için Sinanoğlu’nun fikirlerinin değerini son günlerde daha iyi takdir etmeye başladık.
Liyakatsizliğin pirim yaptığı bir üniversite düzeni içinde bir adım ileri gidemeyeceğimizi ve bu yüzden dışarıda çalışmak zorunda kalan çaplı hocaları buraya getiremeyeceğimizi anlatmaya çalışıyorum.
En başta soracağımız bir soru:
Sinanoğlu çapında büyük bilim adamları niçin bizim üniversitelerde yer bulamamaktadır?
Neva Çiftçioğlu’nun hikayesini okudum geçenlerde. Nobele aday olmuş, NASA’da çalışmış büyük buluşları olan bir bilim kadını. Finlandiya’dan döndükten sonra Ülkemizde üniversitelerimizin birisine çalışmalarını devam ettirmek ister. Hangi üniversiteye başvurmuşsa kapılar yüzüne kapanmış.
Atatürk Üniversitesinde aldığım yüksek seviyeli mastır ve doktora çalışmaları sayesinde Almanya Alexander von Humboldt bursunu kazanmıştım. Erzurum’da aldığımız eğitimin Almanya’dan hiç de geri olmadığını gördüm.
Demek ki çözüm, dışarıya eleman göndermek değil. Çözüm başarılı bilim adamlarının ülkemizde istihdamının önünü açmak. Onları yetkili ve etkili kılmak.
Bir kere çalışkan ve üretken bilim adamlarının üniversitelerde başına bir sürü çoraplar örmeye “müsaade eden”, “bu amaçla” kurulduğu belli olan 12 Eylül darbe anayasasının YÖK düzeni son bulacak. Çünkü bu düzen çalışanla çalışmayanı bir tutmaktadır. Hatta çalışmayan daha makbul hale gelmektedir.
YÖK sisteminin kalite ve liyakat kriterlerini çalıştırmaması (yanlış çalıştırması) yüzünden kimse kendisini aşan ve kendisinden üstün olanı bölümünde bulundurmak istememektedir. Bu yüzden dışarıdaki değerleri ülkemizde istihdam yolu kapanmaktadır.
Neden kıskançlık hakim durumdadır? Neden bilim adamı sıfatlı insanlarımız böylesine dar kalıplar içinde kalabiliyorlar, hamiyetten ve himmetten yoksun ve gayretsiz hale düşüyorlar?
Kendi kültürünüzle yetiştiğinizde “büyük” düşünebiliyorsunuz.
O takdirde kendi toplumunuzdan mucit insanlar, büyük sanatçılar çıkarabiliyorsunuz. Kendi milli üniversitenizi kurabiliyorsunuz, dünya çapında üniversiteleriniz oluyor.
Çünkü kendi metafiziğinize sahipseniz, teknik üretime geçebilirsiniz. Teknik, kendi kültürümüzden ve imanımızdan doğacak. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimizle ayağa kalkacağız. Kendi modellerimizi ortaya koyacağız. Her bilimsel ifade, eğitime dair her metot kendi kültürümüzün çocuğu halini alacak.
Kendi milli üniversitemizi kurmanın yolu, üniversitelerimizin bilimsel varlığını Batı’ya transferde aracı olan Darbe anayasası ürünü olan YÖK düzeninden kurtulmaktır.
Bilime medeniyet ve kültür meselesi olarak baktığımız takdirde sanatta ve düşüncede özgün ve doğru eserler verebiliriz.
Eğitim sisteminde felsefe olmayınca düşünce üretilemiyor.
Yunan düşüncesinde Eflatun önemli bir isim. O, “Geometri bilmeyen bu akademiye giremez” demişti. İbn-i Haldun ise “İnsan eğer düşüncelerini geometriye endeksleyebilirse, o düşünce kolay kolay yanılmaz” diyor.
Geometri göze hitap ediyor, her şeyden önce akla hitap ediyor. Sanat eserleri esasen geometriden ibaret. Osmanlı binalarının bir geometrisi var; kemeri, sütunu ve pencereleri var.
Eski Osmanlı binalarındaki pencereleri karşısında hislerimiz ve heyecanımız neden farklı?
Bir de şimdiki pencerelerle kıyasladığımızda mühendislikte geometrinin önemli olduğunu anlıyoruz değil mi? Geometrinin dinlere ve kültürlere göre farkını daha iyi fark ediyoruz.
Şu hâlde mühendislik alanında, bizim kültürümüzde unutulan üç şeyi görüyoruz:
Birincisi “tahayyül”dür. Mühendisliğin başı hayal etmeyi öğrenmektir. Geometri bilmekle iş bitmiyor. Birincisi hayalse ikincisi “tasavvur”. Şimdi tasavvura tasarım diyoruz. Hayal ettiğine bir şekil veriyor insan. Geometri onu kılıfa sokuyor. Tasavvur, surettir. Görüldüğü gibi geometri bilmekle iş bitmiyor. Hayalimiz ve tasavvurumuz zevkimiz gelişmediğinde ve geometri bilmediğimizde binalarımız ve şehirlerimiz bir medeniyet değeri taşımıyor.
Üçüncü adım ise “tefekkür”dür. İslam dünyasında neden atom keşfedilmedi diye soruyorlar. Hâlbuki tahayyül edenler ve tefekkür edenler olmuş. Eski Yunan’da atom parçalanamaz deniliyordu. Hâlbuki kimyanın babası olarak bilinen Cabir bin Hayyan şunu demişti: “Eğer atom bir parçalanırsa Bağdat’ta taş taş üzerinde kalmaz.” Yani atomu daha o zamanlar düşünmüşler.
Atom bombası fikrinin ilk mucidi Cabir bin Hayyan’dır. Maddenin en küçük parçası olan atomun parçalanacağını bundan 1200 sene kadar öne söylemiş. Ama bizim tarihimizde bu bilgiler yoktur. Çünkü müfredatımız, kültürümüzün ve tarihimizin çocuğu değildir. Batı’dan nakil üzerine kuruludur.
Eğitim sisteminde felsefe olmayınca düşünce üretilemiyor.
Kuru bilgi ile bilim üretilemiyor. Bugün Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinde İlahiyat fakültelerine bakıyorsunuz. Ne görüyorsunuz? Fizik de matematik de öğretilmiyor.
Mühendisliğe geliyorsun ve yahut sayısal bölümlere geliyorsun burada mantık yok, felsefe yok. Mantık, felsefe verilmeyince genç ayağı üzerinde duramıyor. Hâlbuki her şeyden önce insan, ayakları üzerinde durmayı öğrenecek.
Mesela Karl Popper önceleri fizikçidir. Mühendisliği ve fiziği bırakıyor. Bilim Felsefesi ile uğraşıyor. İlahiyatçılarda mantık dersi var, felsefe dersi de var. Ama bu sefer mühendislikte bunlar olmayınca, mantar gibi mühendis yetişiyor.
Farabi, kitabına besmeleyle başlıyor; İbn-i Sina ve diğerleri hepsi besmeleyle başlıyor. Bediüzzaman da besmele ile başlıyor. Artık kitaplara, derslere besmele ile başlasak ne olur? Laiklik elden gider mi? 1000 yıllık bir medrese geleneğimiz var. Koskoca imparatorluklar kurulmuş, bu okullardan binlerce alim ve arif insanlar yetişmiş. Medrese geleneğini okullara getirmeye kalksak, karşı çıkanlar olur mu? Olur!
Acaba karşı çıkanlar, Amerika’da doktora ve master eğitiminin medrese sistemini esas aldığını biliyorlar mı? Oktay Sinanoğlu’nun kitabını okusunlar.
Bediüzzaman, medrese tecrübesini yeniden diriltmek istiyor. Onun için projesinin adına Medresetü’z-Zehra demiş. İlahiyat okullarında bile fen bilimleri okutulmasını istemiş. Sağlam bir Fen ve Matematik eğitimi verilmesi ile mantık dersinden beklenen neticelerin fazlası ile hasıl olacağına dikkat çekmiş. Hangi branşta olursa olsun fen eğitiminin zaruretine vurgu yapmış.
Medreselerde ahlâk dersi vardı. Adap öğretilirdi. Her dersin, önce usulü öğretilirdi. Şimdi ahlâk yerine etik diyoruz. Etik diye bir şey uydurulmuş. Hikmet insanı nasıl Allah’a bağlıyorsa, ahlâk da Allah’a bağlıyor. Etik denilen şey maddeyle ilgilidir. Maneviyatı ve ahlâkı dışlamak için etik denilmiştir.
Mesela pragmatizm diye bir şey var şimdi. Pragmatizm akımının öncü ismi “Charles Sanders Peirce” diyor ki: “Doğru yoktur, menfaatim neredeyse doğru odur.” İşte bakın Batı felsefesini aynı ile alırsak, menfaat esas olur. Böylece Batı’nın sömürü üstüne sömürü düzeninin aleti haline gelirsiniz.
Bunca tecrübelerden sonra, “omurgasız büyümenin” mümkün olmayacağını artık farketmeliyiz.
Modernleşelim… Ancak kendi kültürel, entelektüel paradigmalarımızdan yola çıkarak yapalım bunu. Kendi omurgamızı, kültürümüzü, değerlerimizi merkeze almak şartıyla diğer kültürlere açılalım.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.