Musa Kazım YILMAZ

Musa Kazım YILMAZ

Mevlana ve Bediuzzaman'da Hikâye ve Temsil Yoluyla Anlatım Metodu

(Şeb-i Arûz münasebetiyle)

Hikâye ve temsil yoluyla anlatım hem Kur’an’ın hem de diğer semavi kitapların örfünde var olan ve çokça kullanılan bir anlatım biçimidir. Bu kutsal kaynaklarda geçen hikâyelerin çoğu peygamberlerin, bazen bir Allah dostunun, bazen de sıradan bir insanın başından geçen ilginç kıssalardır. Kur’an-ı Kerim münafıkların iman karşısındaki iki yüzlüklerini, ehl-i kitab âlimlerinin Kur’an’a karşı inatçı tavırlarını ve müşriklerin akılsızlıklarını birer temsil ile anlatır. Özellikle zülcenaheyn olan, yani hem âlim hem mürşit olan İslam âlimleri de kitaplarında bu metodu kullanmışlardır. Bunu anlamak zor değildir. Çünkü hikâye ve temsil yoluyla anlatım hem hakikatin anlaşılmasını kolaylaştırıyor hem de, o hakikatin uzun süre akılda kalmasını sağlıyor.

Hz. Mevlana 1207 yılında bugünkü Afganistan’da doğmuştur. Ailesi Moğol istilasından kaçarak önce Larende’ye (Karaman’a), ardından Konya’ya gelmiştir. Esas adı Muhammed’tir; Celaleddin ise kendisine verilen bir lakaptır. Özellikle batı dünyasının ve birçok İslam ülkesinin onu anmak için kullandığı “Rumi” lakabı ise “Rum ülkesi Anadolulu” manasını taşıyor. Ömrünü Konya’da geçirdiği için hep “Celalettin Rumî” ismiyle anılmıştır.

M. 17 Aralık 1273'de (H. 672) Pazar günü akşamüstü bu âlemden göç etmiştir. Mevlânâ ölümünü, sevgiliye kavuşma anlamına gelen "Şeb-i Arûs" günü olarak kabul eder. Onun en büyük eseri, bir divan şeklindeki Mesnevi’sidir.

Hz. Mevlana Celalüddin Rumî, Mesnevî’de çok sayıda temsil ve hikâyelere yer vermektedir. Ancak hiç kuşkusuz ki amacı okuyucuyu eğlendirmek değildir. Hz. Mevlana’nın amacı, Allah’ın sıfatlarını, itikadî bir meseleyi, peygamberler ya da velilerle ilgili bir konuyu, hayattan seçtiği temsillerle açıklamak ve bu yolla müritlerine Kur’an’ının mesajını ve hakikatleri iletmektir.

Denilebilir ki, Mesnevi hikâyelerinin büyük bir kısmı ayetlere veya hadislere dayanır. Ancak Mesnevî hikâyeleri genellikle uzundur. Hz. Mevlana bu hikâyeleri bölümlere ayırır, bazen hikâyenin henüz başında iken, bazen de ortasında iken mesajlarını temsil yoluyla verir. Bazen vermek istediği mesajı vecizeler ve küllî kaideler halinde vermeye çalışır. Bazen de bir hikâye henüz bitmeden kinci bir hikâyeye başlar. Sonra bu hikâyeyi bitirir ve eski hikâyesine tekrar döner, kaldığı yerden devam eder. Hikâyelerin uzatılmasından maksat, mesajın tekrar tekrar ve güçlü bir şekilde verilmesidir.

Mesela Mesnevi’nin 1. Defterinin hemen baş taraflarında “Taasup Nedeniyle Hıristiyanları Öldüren Yahudi Padişahının Hikâyesi” başlığı altında anlatılan ve yaklaşık 450 beyitten oluşan uzun hikâyenin içinde tam 30 başlık bulunmaktadır. Bu başlıkların altında bazen hikâyenin ana temasıyla alakasız zannedilen başlıklar da yer alır. Bu hikâyede, Yahudilerin Hıristiyanlığı nasıl bozdukları ve hile yoluyla Hıristiyanlık dinini nasıl Roma paganizmine çevirdikleri anlatılmaktadır. Hikâyede, Hz. İsa’nın zamanında Yahudiliğin hamisi durumunda olan, yüz binlerce mazlum mümini öldürecek kadar kin ve öfke kusan ve adalet duygusunu tamamen yitirmiş olan Yahudi bir padişahtan söz edilmektedir. Ancak müminlere karşı kin kusan Yahudi padişah, mümin Hıristiyanları nasıl yok edeceğinin bir yolunu bulamıyor. Onun veziri ise padişaha şöyle bir hile öğretir:

Hıristiyan bir mümin olarak elimi kolumu kes ve başımı yar. Sonra da bağışlanmam için araya şefaatçiler girsin. Güya sen benim gibi dinine bağlı, aşırı dindar bir Hıristiyan’ı bağışlıyorsun, sonra da beni uzak bir memlekete sür. Ben orada mazlum ve ihlaslı bir Hıristiyan olarak insanları kandıracağım. Sonra sen arzu ettiğin gibi katliamı yapabileceksin.”

Hz. Mevlana hikâye esnasında bazen küçük temsillerle bazen de vecizeler halinde önemli mesajlar verir. Nitekim zalim ve Hz. İsa düşmanı olan Yahudi padişahını anlatırken Hz. İsa’yı ve Hz. Musa’yı birbirinden ayırmasını şaşı gören bir adam misaliyle dile getirir:

Bir usta şaşı gören bir çırağına ‘o şişeyi odadan getir’ demiş. Her şeyi çift gören şaşı çırak ise, ‘O iki şişeden hangisini sana getireyim’ demiş. Usta, ‘Oğlum o bir şişedir, önüne bak ve fazla görme’ demiş. Şaşı çırak mahcup olmuş ve ‘Usta, orada iki şişe var. Lütfen beni kınamaktan vazgeç’ demiş. Bunun üzerine usta, ‘O zaman o iki şişeden birini kır, bir tanesini de bana getir.’ demiş. Şaşı çırak bir şişeyi kırmış, ancak diğeri de görünmez olmuş.

Yahudi kral da İsa’nın mesajını kabul etmeyince Musa’dan da mahrum kalacağını anlayamayacak kadar aptalca bir işin içine girmiş. Dolayısıyla bir peygamberi inkâr eden bütün peygamberleri inkâr etmiş sayılır. Onun için Allah (كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِهٖ وَكُتُبِهٖ وَرُسُلِهٖ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهٖ) “Allah’ın elçisi ve müminler Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandılar ve ‘O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız’ dediler[1] buyuruyor.

Hz. Mevlana’nın Hikâye Esnasında Söylediği Hakikatler

Hz. Mevlana hikâyeye devam ederken bir taraftan da şu hakikatleri dile getirir:

خشم و شهوت مرد را احول کند ز استقامت روح را مبدل کند

Öfke ve şehvet kişiyi şaşı yapar, ruhunu istikametten çevirir.

چون غرض آمد هنر پوشیده شد صد حجاب از دل به سوی دیده شد

Garaz olunca hüner görünmez olur; gönülden göze doğru yüz perde oluşur.

چون دهد قاضی به دل رشوت قرار کی شناسد ظالم از مظلوم زار

Kadı gönlünde rüşvete karar verince, zalimi, inleyen mazlumdan nasıl ayırır?

Hikâyenin devamında, Yahudi kralın lanetli vezirine aldanan Hıristiyan müminlerin durumunu ve nasıl kandırıldıklarını anlatır. Bu vesileyle kandırılmanın insanoğlunun en büyük baş belasından biri olduğunu vurgular ve şöyle der:

Ey Allahım! Yüzbinlerce tuzak ve yem vardır, Biz ise ihtiraslı ve azıksız kuşlar gibiyiz.”

Her birimiz doğan ve simurg kuşu bile olsak, her an yeni bir tuzağa yakalanmaktayız.

Biz bu ambara buğday koyuyoruz, fakat toplanmış buğdayı kaybediyoruz.

Fare bizim ambarımıza kadar delik açmış ve ambarımız onun marifetiyle harap olmuştur.”

Ey Can! Önce farenin şerrini def et. Ondan sonra buğday toplamakta çaba göster.”

O efendiler efendisinin hadislerinden birini dinle: “Namaz ancak huzurla tamam olur.[2]

Hz. Mevlana hikâyeye devam ederken insanın amel yapmasının yeterli olamayacağını, amelimizi bütünüyle yakacak olan laubaliliklerden uzak durmak gerektiğini, fare ve ambar temsiliyle latif bir şekilde dile getiriyor. Sonunda

Eğer ambarımızda hırsız fare yoksa kırk yıllık amellerimizin buğdayı nerede?” diyerek iletmek istediği mesajı ifade eder.

Bediüzzaman’da Temsil

Üstad Bediüzzaman tıpkı “Üstatlarımdan biridir”[3] dediği Hz. Mevlana Celaleddin Rumî gibi temsil ve hikâye yoluyla anlatıma çok önem veriyor. Ona göre temsil, i’câz-ı Kur’ân’ın en parlak bir aynasıdır.[4] Hatta haşir ve ahirete dair onuncu sözün başında temsili bir hikâye anlatır ve 12 suretle haşrin ve kıyametin varlığını ispat eder. Daha sonra bu 12 suretlere karşı 12 hakikat ile meseleyi canlandırır. Risalenin başında şöyle der: “İhtar: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi, hem teshil, hem hakàik-ı İslâmiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanit olduğunu göstermektir. Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyât kabilinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.”[5]

Buradan anlıyoruz ki, Bediüzzaman’ının anlattığı hikâyeler hayali ve eğlencelik hikâyeler değildir. Belki, hakikatlere delalet eden suretlerdir. Ancak Üstad genellikle çok uzun ve iç içe girmiş hikâyeler anlatmayı tercih etmez. Sadece 24. Sözün ikinci dalında, Hz. Mevlana’ya benzer bir tarzda, ehl-i fikir, ehl-i velayet ve nübüvvetin gaybî hakikatleri anlama kabiliyetlerinin anlatıldığı, hakikatle karışık uzun bir temsile yer vermektedir. Temsilin sonunda, diğer temsilî hikâyelerde yaptığını yapmaz ve hakikati anlatma kısmına geçmez. Şöyle der: “Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsil ile iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.[6]

Üstad Bediüzzaman çok yüksek hakikatleri birer temsil ile anlatır. Mesela “Allah’ın insanoğluna şah damarından daha yakın olduğu halde insanın Allah’tan uzak olması ne demektir?” şeklindeki bir soruya şu temsil ile cevap verir:

Evet, nasıl güneş, kayıtsız nuru, maddesiz aksi vasıtasıyla, sana senin gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyet olduğun için ondan gayet uzaksın, ona yaklaşmak için çok kayıtlardan tecerrüt etmek, çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım gelir; âdeta manen yer kadar büyüyüp kamer kadar yükselip, sonra doğrudan doğruya güneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir ve perdesiz görüşebilirsin; öyle de, Celil-i Zülcemal, Cemîl-i Zülkemal, sana gayet yakındır. Sen Ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa, temsildeki noktaları hakikate tatbike çalış.”[7]

Bediüzzaman’ın haşir ve Allah’ın varlıyla ilgili olarak verdiği birkaç misal:

1)Nasıl ki bir taburun askerleri, istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır; öyle de, bir bedende birbiriyle imtizâc ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrât-ı esasîye, Hazret-i İsrafil Aleyhisselâmın Sûr’u ile Hàlık-ı Zülcelâlin emrine "Lebbeyk" demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür[8]

2) “Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senetler bir defter-i kebirin bulunduğunu iş’âr eder ve küçük kesretli tereşşuhâtlar büyük bir su menbaını işmâm eder; aynen öyle de, küçük küçük cüzdanlar hükmünde, hem birer küçük Levh-i Mahfuz manasında, hem büyük Levh-i Mahfuzu yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan beni beşerin kuvve-i hafızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları, elbette bir hâfıza-i kübrâyı, bir defter-i ekberi, bir Levh-i Mahfuz-u âzamı ihsâs eder, iş’âr eder ve ispat eder, belki keskin akıllara gösterir.”[9]

3) Meselâ, ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum; öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var, o usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkezâ….Demek, nasıl esmâda bir İsm-i âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır. Ey kendini insan bilen insan!

Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimalî var.”[10]

İkisi Arasındaki Farklar

Kuşkusuz, hem Hz. Mevlana hem Bediüzzaman’ın temsil yoluyla anlatımdan maksatları iman hakikatlerini anlatmaktır. Ancak “temsil ve hikâye ile anlatım” konusunda Bediüzzaman ile Hz. Mevlana arasında bazı farklar görmekteyiz. Her şeyden önce, birkaçı istisna edilirse, Bediüzzaman’ın temsil ve hikâyeleri çok uzun ve karmaşık değildir. Yani iç içe geçmiş hikâyeler Risale-i Nur’da yoktur. Oysa Hz. Mevlana’nın hikâyeleri oldukça uzun ve karmaşıktır.

Diğer taraftan, Hz. Mevlana hayatın her safhasıyla alakadar olduğu ve Mesnevî’de hayatın her rengine yer vermesi hasebiyle, Mesnevî hikâyelerinde aşkla ilgili, hatta müstehcen sayılabilecek hikâyelere yer vermiştir. Dördüncü defterin baş taraflarında “Karısının yanında yabancı bir adam bulan sufinin hikâyesinde” olduğu gibi… Oysa Risale-i Nur’da yer alan temsil ve hikâyelerde bu tür anlatım tarzlarına asla yer verilmez.

Hz. Mevlana’ya Dil Uzatanlar

Bazılarının iddia ettiği gibi, Mesnevî’de müstehcen hikâyeler çok fazla değildir. Üstelik amaç, müstehcenliği anlatmak değil, bir hakikati anlatmaya vesile yapmaktır. Mesnevi hikâyelerindeki bu ana maksadı kavrayamayanlar Hz. Mevlana’ya dil uzatmışlar ve uzatmaya devam ediyorlar. Oysa Hz. Mevlana İslâm’ı daha güçlü ifade edebilmek için hakikatleri temsil ve hikâye yoluyla anlatmaya çalışır. Zira temsilî anlatım metodu, hakikati insanın zihnine daha çok yakınlaştıran bir özelliğe sahiptir.

Hz. Mevlana’yı anlamayan nadanlar, bazı hikâyelerin içinde bir sözü cımbızlayarak onun hakkında ağza alınmayacak laflar söylüyorlar. Oysa bütün dünya bilginleri Mevlana’nın, yaşadığı asrı ve sonraki asırları etkileyen büyük bir İslam âlimi olduğu hakkında ittifak etmişler. Her şeyden önce Hz. Mevlana’nın, Moğollar tarafından sersemleştirilen Anadolu gençliğini ve büyük paralarla satın almaya çalıştıkları Türkmen beylerini irşat eden bir mürşit olduğunu bilmek gerekir. Onun hakkında ileri-geri konuşanlar, böyle bir âlim ve müceddidi gıybet etmenin ne kadar ağır bir sorumluluk olduğunu bilmeyecek kadar zavallıdırlar.

[1] Bakara, 2/285.

[2] Mesnevi, 15, 18; TorbatJam. Com.

[3] Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, 187; Yeniaysa Neşriyat.

[4] Bediüzzaman, Sözler, 178; Yeniaysa Neşriyat.

[5] Sözler, 52.

[6] Sözler, 307.

[7] Sözler, 179.

[8] Sözler, 484.

[9] Sözler, 56.

[10] Sözler, 628.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum