Metin KARABAŞOĞLU
‘Müsbet Hareket’ nedir, ne değildir? (1)
—Karşılaştırmalı bir analiz
Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatını ve eserini anlamanın en önemli anahtarlarından biri, Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümünün kodlarını çözmek ve sebeplerini anlamaktır.
Bu dönüşüm hangi tarih aralığında gerçekleşmiştir ve dinamikleri nelerdir?
Haricî sebeplerin mi ürünüdür?
Yoksa Bediüzzaman’ın kendi iç dünyasında yaşadığı bir değişimden mi ibarettir?
Eski Said ile Yeni Said hangi noktalarda buluşur ve aynılaşır, hangi noktalarda değişir ve ayrışır?
Said Nursî’nin ‘Yeni Said’ olarak yazdığı Risale-i Nur’u ve ‘müsbet iman hizmeti’ veya ‘müsbet hareket’ diye formüle ettiği Risale-i Nur mesleğini sıhhatli ve derinlikli biçimde anlamanın yolu, bu sorulara verilen cevapların isabetinden geçmektedir.
Said Nursî hakkında yapılan çalışmaların önemli bir kısmında, bu dönüşümün ağırlıklı olarak haricî sebepler çerçevesinde açıklandığı görülür. Buna bağlı olarak, söylenen tarih de 1923’ten sonrasıdır. Bu yaklaşıma göre, şartlar değiştiği için Bediüzzaman tavrını ve tarzını değiştirmiştir.
Halbuki, bizatihi Bediüzzaman’ın risale ve mektuplarında yer alan otobiyografik notlar Yeni Said’e dönüşümü değişen haricî şartlara indirgeyen bir yaklaşıma izin vermemektedir. Bu metinlerin gösterdiği üzere, Bediüzzaman’ın yaşadığı dönüşüm, bir ‘taktik’ ve ‘strateji’ değişimi değildir. Bilakis, fikrî ve ruhanî/manevî bir dönüşümdür. Başından geçen olaylar ile hariçte yaşanan gelişmelerin, bu dönüşümde ancak ‘tetikleyici’ veya ‘hızlandırıcı’ bir rolünden söz edilebilir.
Meşrutiyet ve hürriyet fikrini benimsemiş genç bir âlim olarak 1907-1909’da İstanbul’un fırtınalı siyasî ortamında Said Nursî’nin yaşadıkları ve gözlemleri sonraki bütün hayatını etkilemiş; ‘müsbet hareket’ mesleğine giden yolunun ilk basamaklarını teşkil etmiştir. Bunu, Bediüzzaman’ın risale ve mektuplarından yapılacak çok sayıda atıfla güçlü bir şekilde ortaya koymak zor değildir.
İstanbul’da yaşadığı bu tecrübe içerisinde Said Nursî’nin öncelikli olarak gözlemlediği şey, siyaset ile takva, siyaset ile ihlas ve siyaset ile adalet arasındaki tezat ve gerilimdir. İlaveten, Birinci Dünya Savaşı’nda cephede ve sonra esaret sürecinde modern dönemlerin topyekün savaş doktrini içindeki şiddet kullanımının yol açtığı merhametsiz ve zalim sonuçları bizzat görmüştür.[1] Bu savaşların doğrudan savaşın tarafı olmayan masumlar üzerindeki tahribatını, Kur’ân’ın adalet ilkesiyle telifi imkânsızdır. Modern savaş stratejileri içinde ‘adil’ ve ‘haklı kalınan’ bir savaş mümkün değildir.
Dışa dönük bu tecrübeye paralel biçimde, Said Nursî manevî bir dönüşüm yaşamıştır. 24. Söz’ün 2. Dal’ı, bu dönüşümün en temel parametrelerini katre-reşha sembolizmi içinde anlatır. Risaleleri arasında en kapsamlı otobiyografik notları içinde barındıran eser olan 26. Lem’a’da da bu manevî dönüşüme dair güçlü ipuçları mevcuttur. Bu manevî-fikrî yolculuğun anahtar kavramlarından biri “sırr-ı ehadiyet”tir. Kur’ân’ın yol göstericiliğinde girdiği bu kapıdan, ‘hayat’ hakikati daha bir kıymetli görünmektedir:
“Vücudun kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. (…) Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, herşeyi, herbir zîhayat olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile, bir şey-i zîhayat diyebilir ki, ‘Şu bütün eşya malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat, Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.’ Nasıl ki ziya, ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin—bir kavle göre—sebeb-i vücududur. Öyle de, hayat dahi mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyâtın tahakkukuna sebeptir. Hem cüz’î bir cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecellî-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir.” (Yirmidokuzuncu Söz)
Dolayısıyla, 1918’de yeniden İstanbul’a gelen Said, fikren de, kalben de, hadisata bakış itibarıyla da, 1907’deki Said değildir. Bilakis 1918’de yüzü Yeni Said’e dönmüş bir halde İstanbul’a gelmiştir. Yeni Said’e yolculuğun 1923’te başladığı söylenemez; ancak, 1923’te tamamlandığı söylenebilir. Nitekim, Eylül 1919’da yazdığı “Rüyada Bir Hitabe” bu dönüşüme dair bir dizi ipucu içermektedir.
Bu ipuçlarının en önemlisini, onu İstanbul’da on yıl önceden tanıyan dostlarının sordukları soruya Bediüzzaman’ın verdiği cevap temin etmektedir:
Dediler: “Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?”
Dedim: “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseh/ Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.”
Aynı dönemde, bizatihi kendi ifadesiyle ‘her iki Said’in iştirakiyle’ yazdığı “Lemeât”ta ise şöyle demektedir: “Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli.”
Onun Lemeât’ta bu başlığın altında söyledikleri, ‘sırr-ı ehadiyet’in inkişafıyla iç dünyasında yaşadığı fikrî ve manevî dönüşümün güncel siyasî hadisata bakışını nasıl etkilediğini de göstermektedir:
“Siyaset-i medenî, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.
Adalet-i Kur’ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez, değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu.
Âyet-i [2] مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz ediyor nazara. Biri mahz‑ı adalet. Bu düstur-u azîmi ki
Fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlâhî ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.
Şahs-ı vahid hakkını kendi feda ediyor; lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı, hem iraka-i demi,
Hem zevâl-i ismeti; iptal-i hakk-ı nev’in, hem ismet-i beşerin mislidir, hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî
Hırs ve heves yolunda bir mâsumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mâni ise harap eder dünyayı, imhâ eder benî Âdemi.”
“Rüyada Bir Hitabe”deki izah ise, aynı adalet ilkesinin yanında, meselenin ahlâkî boyutuna da işaret etmektedir:
“Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”
Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.”
Denildi: “Nasıl anlarız?”
Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.
“Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz.
“İnat, bazan müfrit fırka müteassıplarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der, lânet eder. Sû-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla, dürbünün iki tarafı gibi leh, aleyhtar... Vâhi emareyi burhan, burhanı vâhi emare görür.
“İşte şu zulümdür [3] إِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ sırrını gösterir. Zira, hayvanın aksine olarak, kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdit edilmemiş; meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyemâ, ene’nin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
“Meselâ, birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-ı evsaf-ı mâsume olan şahsına, hatta ehibbâsına, hatta meslektaşına zulmünü teşmil eder.
[4] وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرٰى ’ya karşı temerrüd eder.”
Bediüzzaman’ın Yeni Said’e dönüştüğü yoldaki tutumu, son tahlilde, Hz. Hasan’ın hilâfetten feragatine benzetilebilir. Nitekim, daha ileri tarihte yazmış olduğu bir mektupta, kendisi de buna benzetir:
“Ezcümle: Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın altı aylık hilâfetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebîrden ve Celcelûtiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir mânevî veledi hükmündedir.”
Bu atıflar da, ilgili süreçte haricî hadiselerin tetiklediği bir manevî/fikrî inkılab yaşadığını; bu inkılabın Kur’ân’dan edindiği, ‘sırr-ı ehadiyet’in ve ‘adalet-i mahzâ’nın merkezde olduğu yeni bir metodoloji ve paradigma ile İslâm tarihini de yeni bir gözle okumak suretiyle, Hz. Hasan’ı feragate sevkeden haricî ve enfüsî gerekçelerin siyaset karşısında şimdi ve kendisi için de geçerli olduğunu gördüğünü göstermektedir.
Bu anlamda, anlaşılması bakımından 1909’daki Bediüzzaman ile 1919’dan sonraki Bediüzzaman arasında fark şu sembolik atıflarla açıklanabilir:
Eski Said akla ve ‘irade’ye vurgusuyla daha ziyade Mâturidî, Yeni Said vahye ve ‘takdir’e vurgusuyla daha ziyade Eş’arî’dir.
Eski Said’in ‘Hüseynî’liğine mukabil, Yeni Said Hasanî’dir.
Eski Said öncelikle harice, Yeni Said öncelikle ‘nefsine’ konuşmaktadır.
Eski Said’de ‘Müslümanlar’a yönelik vurgunun yerinde, Yeni Said’de vurgu ‘İslâmiyet’e, temel ilkeleredir.
Bu çerçevede Yeni Said’in siyaseti başkaları için de, mutlak surette, kategorik olarak reddettiği söylenemez. Ama, İslâm tarihinin şahitliği bir yana, özellikle yaşanan bu zeminde siyasetin içinde kalarak ‘takva,’ ‘ihlas’ ve ‘adalet-i mahzâ’ ilkelerini korumak mümkün değildir. Dolayısıyla, siyasetin talipleri zaten çok iken, takva ve adalet ilkesini korumak ve onlara tekraren hatırlatıp uyarmak için siyasetten istiaze ve içtinap gerekir. Söylenen sözün kıymetten düşürmemek, yapılan uhrevî hizmetin tesirini bozmamak için de, bu dinî/ilmî/imanî/uhrevî hizmetin dünyevî/maddî/siyasî hiçbir makam, menfaat, endişe ve iktidara bağlı veya bağımlı olmaması gerekmektedir.
Bu süreçte Bediüzzaman, 1909’da ‘bu zamanın en büyük farz vazifesi’ diye tanımladığı ve hayatı boyunca koruduğu ittihad-ı İslâm’ın temini için de, siyasî bir süreçten önce, fikrî ve ahlâkî bir eşiğin aşılmasına dikkat çeker haldedir. Bu sebeple, özellikle Tuluat, Sünuhat, Rumuz ittihad-ı İslâm’ın temini için ihtilaf ahlâkının tesise yönelik dersler içermektedir.
Buna göre, farklılık bir imkândır, ibtilâ değildir. Yok edilmesi değil, yönetilmesi gerekir. İttihad-ı İslâm tektipleşme ile değil, ihtilaf ahlâkıyla ‘farklılık içinde beraberliği’ başarmamız sayesinde gerçekleşecektir. Bunun için de inhisarcı bir tutumdan ve tekfirci bir dilden uzak durmak; Müslümanlar arasındaki yorum ve yaklaşım farklarına Muhattıa’nın yerine Musavvibe’nin gözüyle bakmak gerekmektedir.
Bu çerçevede bakıldığında, Bediüzzaman’ın 1923’te şartlar karşısında Yeni Said’e dönüşüp ‘müsbet hareket metodu’na yöneldiğinden söz etmek doğru ve isabetli değildir. Zira 1919-1923 arasında yazdıkları ile, ‘müsbet hareket metodolojisi’nin anahatlarını zaten ifşa ve ifade etmektedir. Nitekim, müsbet hareketin en temel metinleri olarak Uhuvvet ve İhlas risalelerindeki bazı temel ölçüler, ilk olarak bu risalelerde dile getirilmiştir.
Risale-i Nur’un telif sürecinde karşımıza çıkan manzara ise şudur:
- ‘Müsbet hareket’in itikadî/ontolojik temelleri: “Yirmidördüncü Söz” başta olmak üzere, Sözler.
- ‘Müsbet hareket’in zihniyet, ahlâk ve davranış düzlemindeki temel ilkeleri:
Uhuvvet Risalesi (Mektubat), İhlas Risaleleri (Lem’alar)[5]
- Bu risalelerde formüle edilen uygulamalı dersleri olarak lâhikalar…
İlk olarak Uhuvvet Risalesi’nde geçen bu kavramlaştırmanın Risale-i Nur’un tamamında on kez geçiyor olmasına karşılık, bunlardan beşinin vefatından önce Bediüzzaman’ın talebelerine verdiği son derste geçiyor olması, bu ilkenin bir anlamda onun ‘vasiyeti’ olduğunun da ifadesidir.
[1] “Mel’un mimsiz medeniyet öyle zalimane bir silâh, şu harb-i vahşiyaneye vermiştir ki, o silâhın karşısında dayanmak, onun naziriyle mukabele etmek lâzım gelir. (…) İşte o silâh, o düstur ki, medeniyet harbin eline vermiştir; ben de kendi gözümle Grandük Nikolaviç’in namına iki emri gördüm.
Der: “Askerimize bir köyden bir tüfenk açılsa, çoluk çocuğu ile imha edilecektir.”
İkinci emri de: “Bir cemaatte bir adam, cephe zararına bize hıyanet etse, çoluk çocuğu ile imha edilecektir.”
İşte böyle azlam bir düstur ile (İ.G.Z.) Anadolu’ya hücum ediyor.” (Hutuvat-ı Sitte)
[2] “Kim bir cana kıymamış bir kimseyi öldürürse...” Mâide Sûresi, 5:32.
[3] “İnsan ise, şüphesiz ki, çok zâlimdir.” İbrahim Sûresi, 14:34.
[4] “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.
[5] Hemen belirtelim ki, 22. Mektubun birinci kısmı, ikinci kısım hırsa/ihtirasa, hâtimesi ise gıybete dairdir.
20. ve 21. Lem’a olarak iki İhlas risalesinden önce, 19. Lem’a olarak İktisad Risalesi gelmektedir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.