Mustafa KILIÇ
Einstein'in Kütüphanesi ve Bediüzzaman'ın Camisi
Einstein, G. S. Viereck'in Büyüklüğün Parıltıları isimli kitabıyla ilgili olarak 1930 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle demiştir:
"Ben bir ateist değilim. Panteist olarak adlandırılabileceğimi de sanmıyorum. Bahsedilen sorun bizim zihinlerimiz için aşırı engindir. Birçok dilde yazılmış kitaplarla dolu olan devasa bir kütüphaneye giren küçük bir çocuk konumundayız. Nasıl yapıldığını bilmiyoruz. Hangi dilde yazıldığını bilmiyoruz. Çocuk, çaresizce kitapların dizilişinde gizemli bir sıra olduğu hissine kapılıyor; ama bunun ne olduğunu bilmiyor. Bu, bana kalırsa, en zeki insanın bile Tanrı'ya bakış açısını göstermektedir. Evren'in büyüleyici bir şekilde düzenlendiğini ve belli başlı yasalara uyduğunu görüyoruz ancak bu yasaları sadece bulanık bir şekilde anlayabiliyoruz. Sınırlı zihinlerimiz, yıldızları hareket ettiren gizemli kuvveti algılayabiliyor. Spinoza'nın panteizmine hayranlık duyuyorum; ancak onun modern düşünüşe yaptığı katkılara daha büyük hayranlık duyuyorum çünkü ruh ve bedenin birbirinden ayrı olmadığı görüşünü savunan ilk filozoftur."
Einstein bu ifadelerle tanrı algısını açıklıyordu. Kâinatı düzenli bir kütüphaneye benzetiyordu. İnsanlar bir çocuk gibi bazı şeyleri seziyorlardı ama kitapları okumaktan acizlerdi. Ve kütüphaneyi düzenleyen gücü anlamak da zihinlerini aşıyordu.
Tabi böyle bir deha evreni kütüphaneye benzetince insanın aklına Hz. Muhammed'e (asm) gelen ilk emir olan "İkra" yani "Oku" geliyor.
Said Nursi de birçok yerde kâinatı kitaba benzetmiştir. Ama ben bugün farklı bir misale değineceğim. Tabiat Risalesi’nde geçen cami misaline...
Şöyle deniyor: "Ayasofya gibi gayet muazzam bir camie, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i Müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder. Mânevî ve semâvî kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve Şeriat Sahibinin emirlerinden gelen mânevî düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle bağlandığını ve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek, en vahşî, insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider." (Lem'alar/304)
Birbirinden habersiz getirilen bu örnekler hiç şüphesiz birbirine benziyor. Düşününce de bir hakikati ifade ediyor olabilirler. Gerçekten namazın ne olduğunu bilmeyen biri koca camide insanların nizami hareketlerini görürse ne düşünür? Bir çocuk oyun oynadıklarını düşünebilir. Veya oraya ışınlanmış bir uzaylı insanların bilimsel bir kanun sonucu eğilip kalktıklarını, adeta şuursuz bir makine olduklarını zannedebilir. Veya cahil bir gayrimüslim bu insanların iple bağlanıp oynatıldığını bile düşünebilir.
Peki bilimin tabiata ve kanunlara yüklediği anlamlar gerçekten mantıklı mı? Eşyalar sıfatlarını nasıl kazandılar ve kanunlar nasıl var oldular? Kanunlar dediğimiz doğanın işleyiş yasaları, kainat dediğimiz mevcudatın ibadet etme şeklini gösteren bir ilmihal olabilir mi? Hiç şüphesiz bize göre öyle.
Tabiat Risalesi’nde bir örnek daha veriliyor. Kâinat bir saraya tabiat yasaları ise bu sarayın işleyiş programlarını özetleyen bir deftere benzetiliyor. Çekiçsiz, gözsüz bu defter bu sarayı yapabilir mi diye soruluyor?
Risalelerde farklı yerlerde benzer ifadeler kullanılıyor: "Sağır, şuursuz, kör esbab, tabiat, unsurlar...” Gerçekten örneğin bir elektron zerresine çekirdeğin etrafında dönmesi gerektiğini kim söyler? Veya sadece ilmi bir vücudları olan kanunlar nasıl bir fiile sebep olabilir?
Doğrusu Einstein'in dediği gibi zeki olan herkes bu evrene baktığında muhteşem bir düzen görüyor. Ama her varlığın içinde huşu ve intizam ile ibadet ettiği bir cami görmek sanırım sadece Bediüzzaman gibilere nasip oluyor!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.