Mustafa ORAL
Rabbim Korkulardan Emin Kılmıştır Beni
Aşk mektubu
Hz. Hatice, Sevgili çöle çıktıktan sonra mahzundu. O’nu kaybetmekten korkuyordu. Sanki yeryüzünden nur çekilmiş; her yer zindana dönmüştü. Yine firkat, yine hasret, yine hüsran içre kalmıştı. Gözlerinden yaş yerine kan akıtıp ağlama zamanıydı. Çünkü hicran dolu kalbi yine hicran olacaktı. Yine matem, yine zari, yine efgan olacaktı. Yeni baştan yine şeyda, yine giryan olacaktı. Gönül Kâbe’si kapanacak; yine viran olacaktı. Öyle büyük yaralar içindeydi ki dermanı ancak Lokman’da gizliydi.
Oysa Sevgili’nin o temiz pak nefesi ab-ı hayatıydı çölün ve gönlünün. Âlem O’na hayran ve reyyandı. O dönecekti. O’nun lütufkâr, o keremkâr elini öpünce, bu küçük kalb-i hazîni yine handan olacaktı.
Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemiyordu. Dahi nezri buydu ki canı O’na kurban olacaktı.
Nazar etse garip başına O nur-u Hüdâ, çöle dönmüş hakir bendesi umman olacaktı.
İnsan dünya denilen sahradaydı. Ölüm ve ecel, peşinden koşan aslandı. İnsanın bedeni ve hayat zamanı kuyuydu. Kuyudaki altmış arşınlık derinlik altmış yıla karşılık gelen insan ömrüydü. İnsan bir ağaç gibi çölün ortasındaydı. Gece ve gündüz, siyah ve beyaz iki fare gibi ömür ağacını kemirmekteydi. Ama aşk o ağaca hükmetmeye görsün, zaman durur, hayat bereketlenir, faniden bakiye, geçici olandan sonsuzluğa geçilirdi. Hatice aşkı ve Sevgili’yi tanıdıkça bunların daha çok farkına varacaktı.
Dünya denilen hudutsuz sahrada enis, munis bir arkadaş ve yoldaşa ihtiyaç vardı. Birinin seninle imana gelmesi sahralar dolusu kırmızı koyuna sahip olmaktan yeğdi. Hatice o enis ve munis kalple aşka gelmişti. Onun kalbini kazanabilmek için sadece sahralar dolusu kırmızı koyunu değil, bütün varlığını vermeye hazırdı.
Sevgili muhatap olduğu bütün ruhlara kendine sevdirirdi. Bütün varlığa ünsiyet ettirirdi. Vahşetin çöllerinde sönmüş kalblerdeki kasaveti ince hissiyata tebdil ettirir; insaniyetin cevherini izhar ederdi. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, medeni insanlar haline getirirdi. Endişeye gerek yoktu; kimse Sevgili’ye zarar veremezdi.
Yine de Hatice O’nsuz kendini çok yalnız hissediyordu. Issız sahralar, susuz çöller ruhunun meskeni oluyor; hayalen oralarda dolaşıyordu. Oysa aşkı uzaklarda aramaya gerek yoktu. Kâinatın uzak çöllerine hayalen giderek yorulmaya gerek yoktu. Bir kulübecik hükmündeki beden kafesinde kuş misali kanat çırpmaktaydı Sevgili. Sesiyle, suretiyle, nefesiyle sinesindeydi. Ama aşk işte böyle bir şeydi: Korku ve ümit arasında kanat çırpmak…
Telaşa gerek yoktu. Beden kulübeciğini muntazam bir kâinat gibi Yaratan Rabbi şefkat ve merhamete gelecek; aşka gelmiş Hatice’nin kalbinden sızım sızım dile dökülen duaları kabul edecekti. Balığın midesindeki, sineğin sinesindeki, arının kalbindeki duaları kabul eden Hatice’ninkini mi kabul etmeyecekti? Kimseleri mahzun etmeyen Hatice’yi, her varlığın hakkını veren Rabbi hiç mahzun eder miydi? Muhammed’inin kalbine başka birini koyar mıydı? O’nun tenine zarar gelmesine müsaade eder miydi?
Güneş yalnızca bir lamba değildi. Bahar ve yaz tezgâhında dokunan Rabbani dokumaların bir mekiği, gece gündüz sayfalarında yazılan samedi mektupların mürekkebi, nur bir hokkası suretindeydi. Hatice’nin Rabbi çölde samedani bir aşk mektubu yazıyordu şimdi.
Çölde zaman bir tahterevalli gibiydi. Bir yanında gece bir yanında gündüz vardı. Bir yanında güneş, bir yanında ay ve yıldızlar vardı. Dünyada herşey yerli yerindeydi. Hatice’nin endişelenmesine gerek yoktu. Gündüz ve gece, güneş ve ay birlik olmuş, Sevgili’yi korumaktaydı.
Tahtırevan içine binildikten sonra kaldırılarak insanların omzunda taşınan ya da fil, deve, at gibi hayvanlara yüklenerek götürülen, üstü örtülü oda şeklinde bir tür taşıttı. Kâbe’de hastaların, yaşlıların, sakatların tavafları tahtırevanla yapılırdı. Çölde nazik ve nazenin çocuklar ve kadınlar tahtırevanla taşınırdı. Hz. Mustafa âlemin en nazik ve nazenin çocuğuydu. Çölde tahtırevan içinde gibiydi. Bütün varlık O’nu başında taşıyordu.
Güneş gündüzleri gökyüzüne paşa gibi kurulur; Rabbinin çizdiği yörüngede yürür dururdu. Sevgili nereye gitse peşinden koşardı. Gâh üşüyecek diye dünyaya yaklaştıkça yaklaşırdı; gâh yanacak diye dünyadan uzaklaştıkça uzaklaşırdı. Akşam olunca nöbeti aya devrederdi. Ay binbaşı havasındaydı. Yıldızlardan derlediği askerlerle gökyüzünü aydınlatırdı. Akşam olunca yıldızlar arasında tatlı bir heyecan yaşanırdı. Her yıldız bir kandil olur; Sevgili’nin yolunu, yurdunu, yatağını aydınlatırdı.
Geceyle gündüz, ayla güneş gelin ve damat gibiydi. Gece gündüze, ay güneşe ulaştığı gibi Hatice de Sevgili’ye ulaşacaktı. Endişeye gerek yoktu. Değil mi ki mevsimsiz çiçek açmaz; gün solmadan akşam, gece dolmadan sabah olmazdı.
Rabbimiz göğü bir hamur gibi açmış; güneşi ekmek, ayı pide gibi yaymıştı. Ay ve güneş göğün fırınında pişecek; Sevgili’nin ihtiyacı olan gıdayı verecekti.
Bulutlar gökyüzünün bitki örtüsüydü. Rabbi yeri geldiğinde nimetini Sevgili’ye gönderirdi.
Bulutlar bir sünger gibiydi. Yeri geldiğinde serinletir; yeri geldiğinde emzirirdi. Sevgili’nin güneşte kavrulacağını düşünerek endişe etmeye gerek yoktu.
Allah dağları zeminimize, yeryüzüne kazık ve direk yapmıştı. Yeryüzü bir taban, sema kubbesi kandillerle süslenmiş muhteşem bir çadırdı. Dağlar o çadırın direkleriydi. Hatice’nin korkmasına gerek yoktu. Çünkü her şey yerli yerindeydi. Her şey O’na ram olmuştu. Dağlar huruç etmez; tepeler yerinden kıpırdamazdı. Çöl ona hiddet etmez; fırtına onu tehdit etmezdi. Gün endişe günü değil, teslim ve sabır hatta şükür günüydü.
Develer katar katar çöl gemileriydi. Gemiler elbet vakti dolunca dönerdi.
Hatice için O bütün varlığın hâl diliyle zikrettiği bir varlıktı. Aşk bitmez tükenmez bir kuvvet ve bereketti. Aşka dualar ve rüyalar karışınca korku ve endişe bulutları dağılır; huzur ve sükûn çiçekleri gökyüzünü kaplardı.
Hatice bilmeliydi ki, Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin. Tâ şakîlerin, eşkiyaların şerrinden kurtulup ihtiyacını tedarik edebilsin. Yoksa tek başına hadsiz, sonsuz düşman ve ihtiyaçlarına karşı perişan olacaktı. Hatice’nin Hz. Mustafa’sı Rabbinin ismiyle çöldeydi. Onun için her yerde selametle gezecekti. Bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin, olayın karşısında titremeden kurtulacaktı. Çünkü herşey Cenâb-ı Hakk’ın namına hareket ederdi. Zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşır; dağ gibi yükleri kaldırırdı.
İnek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar "Bismillâh" der; rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olurdu. Rezzak, (rızkı veren) namına en latîf, en nazif, âb-ı hayat (hayat suyu) gibi bir gıdayı takdim ederdi.
Bitki, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları "Bismillâh" der, sert taş ve toprağı deler, geçerdi. "Allah namına, Rahmân namına" der; herşey Rabbine ve Sevgili’ye musahhar olurdu. O halde endişe etmeye gerek yoktu.
Rabbim korkulardan emin kılmıştır beni
Hayatın yükünü insanın üzerinden alan şeydi aşk.
Sevgili dünyalık ve ahiretlik olarak Hatice’ye yetiyordu.
O’nu düşününce denizi avuçlamış; gökleri kucaklamış gibi bir hal hissediliyordu Hatice’de.
Deniz bereketti, ferahlıktı. Onlar birbirinin uçsuz bucaksız denizi, aynı zamanda saklı limanıydı.
O, içinde bir hatıra defterinin arasına konulmuş kuru bir karanfildi. Hatice yapracıklarını, dalcıklarını kırmaktan korkuyordu.
O, içinde narin, masmavi bir kelebekti. Dokunursam yıpratırım, diye korkuyordu.
O, içinde sapsarı bir kuştu; incitmekten korkuyordu.
O, dünyadaki meleğiydi; ürkütmekten korkuyordu.
Ve biliyorum ki Rabbim korkulardan emin kılmıştır beni, deyip durulacak haller yaşıyordu.
Seven kaybetmekten korkardı. “Benim sende gördüğümü başkası da görecek diye korkuyorum.” diyesi gelirdi. O, uçsuz bucaksız sırlar deniziydi. Dünyasına dalındığında ne çok inciler keşfedilecek; nice güzel yerlere yolculuk edilecekti.
Hatice günlerdir O’nunla yatıyor; O’nunla kalkıyordu. Sürekli O’nu düşünüyordu. Gündüz hayali, gece rüyası olmuştu. O’nu rüyalarda da olsa görebilmek için karanfil kokuları arasında derin uykulara dalıyordu. Aşk, rüyalarını ve dualarını ilmek ilmek işliyordu. Değil mi ki aşkı diri tutan dualar, rüyalar ve gözyaşlarıydı.
Tatlı bir rüyanın kollarında dolaşıyor; nazlı bir uykunun kıyısında sabahlıyordu. Gün içinde ulvi, yüce, derin bir arzunun boyundan geçiyor; nihayet aşkın uçsuz bucaksız ülkesine varıyordu.
Baktığı her yerde O’nu görüyordu. Her yerde O’nun sesini işitiyordu. Gülen yüzü sırlı bir ayna gibi karşısında duruyordu. Kalbinde içten içe sürekli O’nunla konuşuyor; kavuşma hayalleri kuruyordu. Issız yalnızlıklar arzuluyordu. O’ndan başkasına tahammül edemiyordu.
Kuşlardan, yıldızlardan, rüzgârlardan O’na selam gönderiyordu. Acaba selamını alıyor muydu?
Kendisi O’nu düşündüğü gibi O da Haticeciği düşünüyor muydu?
O’nun kalbinde de kendisinden bir kıpırtı, yüzünde bir tebessüm var mıydı?
Ya O, kendisini hiç düşünmüyorsa?
Ya O’nun için kadın olarak hiçbir anlam ifade etmiyorsa?
Ah ki bunlara nasıl katlanılır?
Dünya engin bir deryaydı; bir damlası bile boğardı. O deryada nice yiğitler Leylalara boyun eğmiş, boğulmuştu. Gerçi ilk karşılaştıkları gün anlamıştı ki Hz. Mustafa öyle yiğitlerden değildi. Dünya hevesi gönlüne girmemişti. O bir kadının yüzüne bakarak konuşamayacak kadar utangaç ve izzetliydi. Yabancı bir kadının eline dokunamayacak kadar iffetliydi. Derya, Leyla olsa dönüp bakmayacak; onda boğulmayacaktı ama yine de O’nu kaybetmekten korkmuştu işte. Ya karşısına kendisinden daha genç ve güzel bir Leyla çıkar da peşinden gidip bir daha dönmezse...
Kimbilir neler, neler geçti içinden...
Sevgili artık bir sır olmuş; her yanını kaplamıştı. Her geçen dakika içine bir düğüm daha atılıyor; içinden çıkılmaz girdaplara çekiliyordu. Şimdi yanında olsa, gülümseyişiyle onu tutup kaldırsa… Sesi sesine karışsa; savtları çağlar ötesinde çalkalansa… Nefesi nefesine karışsa; hayatına hayat katsa…
O’nsuz hayat katlanılmaz olmuştu. İnsanlar, şehir, dağ, tepe üstüne üstüne geliyordu. Dünyası daraldıkça daralmıştı. Değil mi ki sevenler için fincan sahra, korkanlar için sahra fincan kadardı. Her anına ömrünü bağışlayacağı Sevgili’yi kaybetmekten korkuyordu. O zamanlar dünya bir fincan kadar daralıyordu ona. Bazen O’na kavuşacağını hissediyor; fincan kadarcık kalbi dünya kadar genişliyordu.
Yüreği dertle dolmuştu. Baharı yaşarken içindeki mevsim solmaya yüz tutmuş; her yanı hazan olmuştu. Bulutlar perde olmuş; güneşi gizlemişti. Ah şimdi serin bir rüzgâr esse; içindeki şu kasveti aralayıverse, Sevdiceği’nden bir haber getiriverse…
Nihayet efil efil esen bir rüzgâr başlamıştı. O rüzgâr ona dert yoldaşı olmuştu bir zaman.
pencerenin perdesini havalandıran rüzgâr
denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgar
gir içeri usul usul
beni bu dertten kurtar
yabancısın buralara, nerelerden geliyorsun
otur, dinlen baş ucuma, belli ki çok yorulmuşsun
bana esmeyi anlat, bana sevmeyi anlat
bana esmeyi anlat, esip geçmeyi anlat
anlat ki çözülsün dilim
ben rüzgârım demeliyim
rüzgârlığı anlat bana
senin gibi esmeliyim
(İlhan Şeşen)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.