Namık Kemal de Said Nursi gibi İstihad-ı İslam'cıydı
Prof. Dr. Himmet Uç'un, Risale Akademi'deki 'Bir Transkritik, Bediüzzaman ve Namık Kemâl-3' başlıklı yazısı...
Prof. Dr. Himmet Uç'un makalesi
Dünyada hiç kimseye yapılmayan zulüm ve ihanet Bediüzzaman’a yapılmıştır. (532) Bediüzzaman da insandır, dayanamadığı noktada ağır ceza reisine hitap eder, bu nasıl bir zulüm vesikasıdır. “Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alakamı kesmiştim. Şimdi o kadar manasız, luzümsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş yaşayamayacağım. Bu tarz-ı hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi taleb ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor, hapiste kalmak bana lazımdır.” (T H 554) Bu Afyon hapishanesi müdafaası her satırı zulüm okyanusu gibi, insan bunu okurken ruhu burkuluyor, ağlamak dahi çare etmez. Bu hayatı yaşayan insanın talebeleri rahat döşeğinde sorumsuz yaşayamaz. O neler çekmiş biz ise ne çekiyoruz onun çektiği uğruna, düşünmek , sorumluluk almak, kendini suçlamak, ondan ders almak bu işte.
Kendine yapılan baskıyı idare etmek olağanüstü, bir de bu baskı içinde talebelerini idare etmek. Onlara Afyon mektuplarında şöyle hitab eder. “Aziz, sıdık, sarsılmaz, sıkıntıdan usanıp bizlerden çekilmez kardeşlerim”, “Aziz, sıdık, sarsılmaz, telaş etmez, ahireti bırakıp fani dünyaya dönmez kardeşlerim.” 1949 Eylül’ü bir sabah Afyon hapishanesinden tahliye edilir, bundan sonraki hayatı artık eski zulümler gibi değil ama aynı kıratta olmayan bir zulüm devam eder.
Namık Kemal, Magosa’da dört yıla yakın kalmış, ama zulüm gördüğü yok, herkesten ilgi görmüş, eser yazmış Mithat Cemal üç ciltlik 2200 sahifelik biyografide bunları izah eder. Magosa’dan sonra Gelibolu sürgünü var, altı ay kadar, altı ay da hapiste yatar, Midilliye sürgün edilir. Onu Midilliye sürgün eden sözü bir başkası söyleseydi idam dahi edilebilirdi, padişahın hal edilmesini isteyen bir ifade , ama yine yönetim onu orada iki yıl tutmuş ve sonra mutasarrıf yapmış. Ondan sonraki hayatı onbir yıl geçmiş ve sonunda İstanbul’u görmeden 1888 de ölmüş. Dört yıl da Avrupa’ya kaçtığı yıllar, Namık kemal yirmi yıl sürgün, hapis, kaçış içinde ömrünü geçirmiş, kırk sekiz yılın yarısı böyle geçmiş ve bu kadar itilip kakılmaktan sonra erken yaşta dünyadan göçmüştür.
Bediüzzaman otuz yıl hapis ve baskı, kahır ve zulüm içinde yaşamaya mecbur edilmiş. Ruslar onu Kostruma’ya sürgün etmiş, bizimkiler Barla’da ölsün demiş, Ruslar Kostruma’da. Bunun dışındaki hayatı da mücadele ile geçmiş, otuz beş yıl zulüm ve baskı, elli yıl mücadele ve dimdik ayakta, seksen beş yaşında ölmüş. İşte iki adam işte iki hayat… Bediüzzaman’ın çektiklerine bir isim vermek, yok böyle bir kelime, peygamber ve kariyar arkasından bir yar kolay mı?
Namık Kemal ile Bediüzzaman’ın bir ortak noktası da ikisinin de hem Osmanlıcı, hem de İttihat-ı İslam’cı olmalarıdır. Said Nursi, İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi isimli eserinde hürriyet kelimesi ve manası, uygulaması üzerinde vurgu yapar. Orada Otuz Bir Mart hadisesindeki savunmasından bahseder.Bediüzzaman’ın bu eserindeki konuşma tarzı, pervasız ve kayıtsızlığı Namık Kemal’e benzer. Bediüzzaman itidalli bir adamdır ama bu gürültülü bir itidaldir. Kırıp dökmez, ama varlığını da ortaya koyar. Namık Kemal devri ile kendi devrini kıyaslar, Kemal’in devri istibdad devridir, ama şimdi daha ileri bir baskı dönemidir. “Bu hükümet zaman-ı istibdadta akla husumet ederdi, şimdide hayata adavet ediyor. Eğer hükümet böyle olursa yaşasın cünun, yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın cehennem…” (Eski S. D. Eserleri, 118) Kemal devrinde istenmeyen insanlar sürgün edilirdi, Bediüzzaman’ın devrinde ise insanlar idam sehpalarına gönderilir. Bu cumhuriyet ile istibdad devri arasındaki dönemdir. 1900 ile 1922 arası. Bu tarihten sonra zulüm ve istibdad daha da katmerli hale gelmiştir. Yüzyılın başından 21 yüzyıla kadar dozu gittikçe artan bir zulüm, istibdad devri devam etmiştir. Bu yüzyıl içinde başı rahat bir aydın ve düşünce adama görülemez, toplumsal yelpazenin neresinde olursa olsun.
Bediüzzaman daha aktif bir muhalif veya kendi tarzında bir eleştirmendir. Yazı yazmakla kanaat etmez. İkinci Meşrutiyetin başında doğudaki umum şark aşiretlerine başbakanlık vasıtası ile telgraf çekmiş ve onları Meşrutiyet ve Yeni anayasaya muhalefet etmemek konusunda uyarmıştır. “Meşrutiyet ve kanun-ı Esasi işittiğiniz mesele ise, hakiki adalet ve meşveret-i şeriyeden ibarettir. Hüsn-i telakki ediniz, muhafazasına çalışınız. Zira dünyevi saadetimiz meşrutiyettedir ve istibdaddan herkesten ziyade biz zarardideyiz.” (aynı eser 120) Bediüzzaman Türk siyasi tarihinde mutlakiyeti eleştirir, meşrutiyeti ve daha sonra cumhuriyeti kabullenir ve yanlışlarını ikaz ederek düzeltmeye gayret eder. Namık Kemal ise sistemi yıkmak ve yerine yeni bir düzen kurmak yanlısıdır. Türkistan Erbabı Şebabı denilen Jön Türkler’in niyeti budur.
İkinci Meşrutiyet sonrası İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti kurulur. Bediüzzaman 31 Mart ihtilalınde ifade verirken, bu derneğe kaydolup olmadığı konusu kendine sorulur. Bediüzzaman, Vahdeti’nin kurduğu ve öyle algılandığı bir siyasi cemiyet gibi değil kendi telakki ettiği bir İttihad-ı Muhammedi cemiyetini savunur. “Benim murat ettiğim ve dahil olduğum İttihad-ı Muhammedi ‘nin tarifi budur ki “Bu ittihadın cihet’ül vahdeti ve irtibatı tevhid- ilahididir, peyman ve yenini imandır, müntesipleri kalü bela’dan dahil olan umum müminlerdir, defter-i esmaları da Levh-i Mahfuzdur. “ (E. S , D, E, 126)
Bediüzzaman İttihad-ı İslam konusunda kendisi ile birlikte düşünen veya onun onların arasında olduğu kişilerden bahseder. Bunlar arasında Namık Kemal de vardır. “Elhasıl Sultan Selim’e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslam fikrini kabul ettim. Zira o Vilayat-ı şarkiyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemalettin Efgani, allamelerden Mısır Müftüsü Merhum Muhammed Abdüh, müfrit alimlerden Ali Suavi , Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslamı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki, demiş:
“İhtilaf ü tefrika endişesi
Kuşe-i kabrimde hatta bikarar eyler beni
İttihadken savlet-i adayı defa çaremiz
İttihad etmezse millet dağdar eyler beni “(aynı eser 128)
Namık Kemal ve Bediüzzaman hem Sultan Selim’i severler, Bediüzzaman ona biat etmiştir. Hem de İslam ittihadı fikrinde beraberdirler. Bugün İttihad-ı İslam fikri İslam dünyasında sınırlara dayalı değil ama menfaat ve zararda birlik tarzında dirilmeye yakın gelmiştir. İslam dünyası batının istilasından kurtulduktan sonra şimdi de kendi despot idarecilerden kurtulmuştur. Bu hali ile daha çok bir ittihad-ı İslam fikrine yaklaşmıştır.
Bediüzzaman, Namık Kemal ile zaman zaman ilgilenir. Münazarat’da şarktaki aşiretlerin sorularına cevap verirken, bahis yine Namık Kemal‘e gelir. Olay kendine sorulan bir soruya cevap ile başlar.”İnkılaptan on sene evvel (1898) muteriz olduğun halde hükümete hücum edenlere dahi itiraz ederdin. Hatta Selatin-ı Osmaniyeyi ifratla sena ederdin, hatta derdin” Muhtemeldir Abdülhamit muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hata bir ictihad ile olabilir, bir gayrimakbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahbus gibidir. Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem itiraz, hem hücum ederdin, hem de bazılara karşı müdafaa ederdin?”
Cevap ; İnkılaptan on altı sene evvel (1892) cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesid mesleği bana gösterdi. Hem o vakitte K e m al ‘in Rüya’sıyla uyandım.” (E S D E , 288)Tanzimat edebiyatcıları bazı özlemlerini rüyada görür ve yazarlardı. Ziya Paşa’nın Rüya’sı , Ethem Pertev Paşa’nın Habnamesi gibi Namık Kemal’in Rüya’sı da özlediği isteklerinin sanki rüyada görülmüşüdür.Freud bu tür rüyalara gündüz düşü der. Sanatçıların eserlerini de gündüz düşü olarak yorumlar.
Namık Kemal Rüya isimli eserinde istikbal sabahına oranla mazinin uyku olduğunu ifade ettikten sonra Boğaziçinde bir gece üzüntüsünü tasvir ediyor. Tabiatın ve ruhunun garip ve acı hüznünü süslü, fazla samimi bir dille anlatıyor. Rüyada eşsiz bir güzel hürriyetin timsali semavisi, cemaate sözünü daha iyi duyurabilmek için yüksekçe bir kayanın üstüne çıkarak ateşten bir heyecan kesilip söyler. Şunları söyler; Ey gaflet uykusuna dalanlar, gözlerinizi mahşer sabahında mı açacaksınız? Boynunuzdaki esaret zincirini ne vakit çözeceksiniz? Hakikatleri niçin gör müyorsunuz? Fikirlerinizi uyandırmak için ihtiyar ettiğiniz fedakarlık çarşaflarınızı yıkatmak için sarfettiğiniz paraya tekabül etmez. Siz karnınızı doyurmak için evladınızı aç bırakmaya tevekkül namı veriyorsunuz.
Hakikatleri niçin görmüyorsunuz? Menfaatleri düşünüyorsunuz. Yüzünüzü okşayan temiz elleri ısırmak, başınıza pence vuran murdar ayakları yalamak kendisince melekatı rasihadan olmuş. Hapisten korkuyorsunuz, doğruyu söylemiyorsunuz. Gölgenizden bile çekiniyorsunuz. Ne vakit uyanacaksınız? Yarın ne olacağını bilemezsiniz. Hal maziye uygun olmadığı gibi istikbal de hale muvafık olmayacaktır. Maziye değil atiye bakınız. Hazırlanın Mazide aradığınız nedir? Kaybettiğiniz ömrümü nasıl taharri edeceksiniz?
Namık Kemal vatanın bu feyizli geleceğine baktıkça hayretinden sevincinden kendinden geçer gibi olur ve uyanır. Bu rüyayı ömrünün safa sermayesi sayar. (Namık Kemal’in Rüyası , Matbaa-i İctihad, 1908)
Bu Rüya isimli eseri okuyan Bediüzzaman oradaki ikazlar doğrultusunda kendini uyanmış olarak telakki eder. Hakikatleri görmek konusunda kendini gaflette telakki etmiştir, bu eser onu uyandırmıştır. Mardin’de gördüğü zatın siyasetteki muktesid mesleği ile Rüya onun ikazına neden olmuştur. Bediüzzaman bütün hayatında siyasette iktisad mesleğini uygulamıştır, bütün hayatını siyasi mücadele ve dedikodulara veren insanlar yanında Bediüzzaman siyaset konusunda son sınırlı sözler söylemiş, siyaseti yönlendiren genel prensipler üzerinde kısaca durmuştur.
Meşrutiyet dönemindeki partiler, Cumhuriyet dönemindeki Halk Partisi o günden bugüne gelen siyasi görüşlerde, “Ben sevadı azama tabiiyim” diyerek, halkı daima Muhammedi olarak ümmetin çoğunluk olduğu yere çağırarak bölünmeleri ve koalisyon bunalımlarını engellemiş ve Türkiye’de radikalizmin yerini hürriyetci demokrasinin almasını sağlamıştır.
Bediüzzaman Münazarat da Sultan Hamit karşısında olan insanların mezhebini eleştirir, Kanuni Esasiye karşı olanları eleştirir. Dini bilmeyen mutaassıp çevreleri eleştirir. Hülasa ne Namık Kemal gibi sultan Hamid’i kıyasıya eleştirir, ne de anayasayı ve onu oluşturan çevreleri. “Hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ile ehl-i tefrite rast geldim” ( E S D E , 288) Yani o ne aşırıdır, ne de tam tersi bir tutum izler. Rüyanın ikazının bir yönünü kendi anlatır” İstibdad kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi beni inkılaptan on sene evvel aldattı ki ehl-i ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd o vesvese bir iki sene zarfında zail oldu. Ta o vakitte anladım bizim ekser ahrarımız –hürriyetçilerimiz- mutekid Müslümanlardır” (aynı eser 289)
Namık Kemal bir meydan adamı idi, Bediüzzzaman da ilk dönemlerinde bir meydan adamı idi. Meydan adamı şahsını ortaya atan, fikirleri ve hisleriyle bütün bir milleti meşgul eden umumun dertleriyle ve dilekleriyle ortalığı muttasıl heyecanlandıran, her gün bir umumi hava teneffüs eden müstesna şahsiyetlerdir.Bediüzzaman İstanbul’a asrın başında gelinceye kadar doğu bölgesinde de meydan adamı karakteriyle hep ön cephelerde, toplumun önünde giden bir insandı. Genç hatta tıfıl bir adam birden Mustafa Paşa’nın önüne çıkar onu hakka davet eder, aynı adam isyan etmeye hazır toplulukların önüne geçer onları isyandan makul davranmaya davet eder. Herkesin önünde abid gibi durduğu ceberutlara ayağı bile kalkmaz. Ama İstanbul hayatından sonra o daima vitrinde görünmek dünya görüşünü kalabalıklara aktaran bir adamdır. 31 Mart’da isyan eden taburların önüne çıkan bir meydan adamıdır, bir itidal adamıdır. Milli Mücadele de İstanbul’da İngilizlerin önüne çıkan onların siyasetini akamete uğratmaya çalışan bir büyük meydan adamı, dava adamıdır. 31 Martta mahkemedeki duruşu bir meydan adamı duruşudur. Cumhuriyetin arefesinde Ankara’daki duruşları hep meydan adamı kimliği iledir. Savaşlarda ön saftadır, o hiçbir zaman arkada kalmaz.O her zaman;
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak/Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak
der.
Eski Said dönemindeki konuşmaları meydan adamı karakterlidir. Daha sonraki bazı bahisleri de aynı özelliktedir. Mesela meslek cihetiyle Avrupa’ya meydan okur, bizzat bu terimi kullanır.Hapislerde hücrelerde de olsa yine o meydan okur ve meydan adamıdır.
“Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellallığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyeden ise , elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!Çünkü Rur’an-ı Hakim’in kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envar-ı imaniye ile onların fünun-ı müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalalarını zirü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa Allah’ın tevfiki ile beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşallah mağlub edemezler.” (Külliyat, Nesil 1, 379) Çünkü o bir milletin bir coğrafyanın değil bütün dünyayı kendine muhatab alan bir noktada durmuştu, bu yüzden bütün hitabı insanlığadır. Bütün düşünce gruplarınadır.
Namık Kemal bir müceddiddi, ama dini bir müceddid değil tabii. O yeni kavramlar getirdi, o yönü ile müceddiddi, Avrupanın bazı kavram ve mefhumlarını dönemindeki insanların ve aydınların kalbine kadar işletti. Mesela Arapçada ve Türkçede mevcut olan hürriyet kelimesini hür sıfatından aldı. Bediüzzaman da hürriyet kelimesi üzerinde bütün hayatında vurgu yaptı, kişisel hürriyet, evreni ve varlığı yeni yorumlama hürriyeti,her türlü taassubdan uzak düşünme hürriyeti, toplumsal anlamda din hürriyeti o bütün bunlar için çalıştı. Dağların hür ortamını yıldızın kuşatılmış ortamına tercih etti,ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam dedi. Bütün hayatı boyunca düşüncesine vurulan, insanlık tarihinde insanların düşüncesine, itikadlarına vurulan kelepçeleri kaldırmaya çalıştı. Ve başardı, ordusu, kabilesi, silahi, örgütü olmayan bir adam bir ülkele hürriyeti getirdi. Türkiye’de din hürriyeti onun ile elde edildi, bugün kullanılan din hürriyeti ve özellikle yaşama hürriyeti onun gayreti ile olmuştur. Namık Kemal Hürriyet Kasidesini bir kavram için yazdı.
Bediüzzaman Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’ndeki bir beytini tahlil eder, bu arada kendi hürriyet anlayışını ve Kemal’in hürriyet telakkisini eleştirir. “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün;
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Veyahut,
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?
Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır. Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahir suretinde dâvâ etmiyorum. Fakat nimet-i İlâhiyeyi tahdis suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:
Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum” (Lemalar 175)
Bediüzzaman bu kasidenin Sultan Hamid’i eleştirmek için yazıldığını halbuki, 1923 den sonraki uygulamaları eleştirmek için daha uygun olacağını söyler. ”O tokada müstahak olmayan gayet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan“ der. Savuran Namık Kemal’dir, gayet mühim bir zat dediği ise Sultan Abdülhamit Han’dır. Hürriyete engel olan bu dönemde o dönemden daha çoktur. Bediüzzaman Osmanlı döneminde ülkenin büyük saygı gören bir alimi, siyasisi, din adamı idi. Sultanlar safında yer aldı, onların dostluğu ile oldu, Enver Paşa yazdığı kitabın kağıdını temin etti. Ankara’ya istanbuldaki hizmetleri yüzünden çağrıldı, devrin hakimi ile cumhuriyetin yeni kılığının ne olması konusunda konuştu. Ama Van’a çekildikten sonra 1956 ya kadar her türlü istibdad üzerinde denendi, Allah onu korudu, başladığı işi, bu milletin din hürriyetini elde etti ve ihtilalle birlikte öteye göçtü.
Namık Kemal milletin hürriyetine kavuşması istedi ama ,Bediüzzaman gibi kökten başlayıp köhnemiş itikad eksersizleri yerine batı felsefe ve ilmi karşısında yeni iman eksersizleri getirerek milleti o şekilde yenileyemedi, kökü yenilenen itikad yeni insanlar ortaya çıkaracaktı.Bunların Bediüzzaman yaptı. Ona gelinceye kadar bütün yeniliklerin bozuk bir deriye cila olması gibi tutmayışı her şeyin başı “bütün ulum-ı hakikiyenin menbaının iman olmasından” dolayı o mesaisini iman üzerine kurdu. Namık Kemal hep siyasiler ile dalaştı, sistemle kavga etti, bozulmuş bir yönetim cihazı içinde hangi sistem tutardı ki bu yüzden yönetme erkini kaybetmiş ve yönetilemeyecek şekilde dejenere bir toplumun farkında olmadı veya oldu da metodun yanlışlığı onu bir köşede ölmeye mahkum etti.
Namık Kemal’in İttihad-ı İslam adı altında 27 Haziran 1872’de İbret’de bir yazısı yayınlanır. Bu makalede savunulan fikirler ile Bediüzzaman’ın mücadelesi ve onun sonucu ve günümüz arasında ciddi bağlantılar vardır. Namık Kemal döneminde İslam ittihadı fikrinin umumi bir gaye olduğunu söyler, “Devlet-i Aliyenin zuhurundan beri bir takım eazımın efkarını işgal eden ittihadı İslam şimdi maksad-ı umumiden olduğunu görüyoruz.” (Mustafa Nihat Özün, Namık Kemal ve İbret Gazetesi, 74) Namık Kemal bu maksadın meydana çıkması ile olacakları anlatır. “Bu maksad bir kere hasıl olursa iki yüz milyon kadar nufuz dadarane ve yekvücudane birbirinin terbiye-i efkar ve muhafaza-i menafine çalışacaklarından Asya için ne revnaklı bir devri saadet zuhura geleceği tarife muhtaç değildir” (75)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.