Metin KARABAŞOĞLU
Ne çok vazife var!
Yirmi sene önceydi. Henüz günlük tuttuğum günler...
O günlerden birinde, ‘yapmak istediklerim’ ile ‘yapamadıklarım’ arasındaki uçurumun hüznünü not düşmüştüm defterime. Hayatım ‘BÜYÜK BİR HÜZÜN’ diye özetlenebilir bir hayat olarak gözükmüştü. Altbaşlığında ‘çok şey yapmak istedi, çok azını yapabildi’ cümlesi yazılı, büyük bir hüzün...
Yirmi sene sonra dönüp hayatıma baktığımda, o zaman hiçbiri olmayan yirminin üzerinde kitaba, yazılmasına vesile olduklarıma, yazdıklarımla vesile olabildiklerime baksam da, yirmi sene önce günlüğüme düştüğüm özet cümlesi hâlâ yüreğime kayıtlı. Altbaşlığı da.
Yirmi sene önce yapamadığım ama yapmak istediklerimin en azından bir kısmının yapılabildiğini, yazmayı istediklerimin bir kısmının yazılabildiğini gösterdi Rabbim bana. Ama hâlâ yapılacak o kadar çok şey var ki... Yazılacak bir o kadar şey!
Allah ömür verirse, kısa vadede yapamasam veya yazamasam bile uzun vadede yapmam ve yazmam gerektiğine inandığım onca vazife bir yana, bir ‘kaht-ı rical’in ortasında üstüme aldığım yükler beni bunaltıyor zaman zaman. “Ne kadar çok acı var?” deyip kahretmeyi yahut kendine acımayı iş edinmiş bedbinler gibi değilim çok şükür. Bilakis, en ağır yükün altında dahi, “Allah kimseye takatinin kaldıramayacağı yük yüklemez” mealindeki âyete imanımdan medet alabildiğim için, iç dünyamda kopan hüzün fırtınalarını bastıran bir sükûnet hali hakim yüzüme. Ve dudaklarımda bir tebessüm hali... O hali doğru anlayamayıp kendisi acıyla kahrolurken bu kadar rahat oluşuma şaşıp psikanalizi elden bırakmayanlar da var ya, geçelim orasını...
Sözün kısası, sevinci boğacak bir acı, rahmeti aşacak bir gadap, ümidi kıracak bir yük yok şu dünyada. Ama ne kadar çok vazife var... Taşınması gereken ne kadar çok yük...
Ve hayatı herkesin hayatı olarak yaşayıp giderken bu yüklerin, bu vazifelerin ucundan tutar gibi, tutuverir gibi yapmakla vicdanını rahatlatan, ama kendi elini tam olarak altına koymaktan çekindiği yükün altına başkalarının, sizin bütün varlığınızla girmenizi bir vecibe olarak gören...
Ne kadar çok yük, ne kadar az el...
Bediüzzaman’a, “İki elimiz var; yüz elimiz olsa ancak kâfi gelir” dedirten...
Nisap miktarı zenginliği olmadığı için kendisine farz olmadığı halde hacca niyetlenen talebesine, buradaki bırakılmaması gereken ‘farz-ı manevi-yi cihad’ vazifesini hatırlatma gereği hissettiren...
Senelerdir yazmam beklenen, senelerdir yazamadıklarım...
Her sene, bir sonraki sene muhakkak tamamlanması ümidiyle tekrar masaüstüne taşınan...
Hiç başlayamadıklarım...
Bir türlü bitiremediklerim...
Arada, üstüne her hafta, her gün yenisi eklenen talepler...
Ana çatısı ikibuçuk ay önce devşirilmiş olduğu halde, bir dergiye son halini vermeyi mümkün kılacak üç müstakil günü bir türlü bulamayış...
Beri tarafta, hepsi de Allah’ın yolunda bir hizmet gören, o dergiden, bu dergiden hepsinde hamiyetini takdir ettiğim vazifedar genç kardeşlerimin yazı talepleri...
Mektuplar, sorular, hususî bir mesele için istişare ricaları...
Yazısı için, kitap çalışması için değerlendirme talepleri...
Bitmemiş dosyalar...
Her defasında hakkını veremedim, yeterince hazırlanamadım kaygısıyla konuşmaya başladığım seminerler...
Kendi yaşadıkları şehirde de aynısını görmek isteyen kardeşlerimizin talepleri, teklifleri...
Risale-i Nur’un dünyasına bir de bu açıdan girebilme düşüncesiyle dile getirilen düzenli sohbet, ders, okuma teklifleri...
Yanıbaşında, bu yaşta hâlâ öğrenici olabilme azmiyle haftanın dört günü dört saati bir ‘tahsil’ çabası için tahsis etme gereği...
Bir de ‘yeni başlayanlar’ için, bir de ‘gençler’ için, bir de hususî şartlardaki hususî kişiler için beraberce Risale okuma teklifleri...
Hepsi gerekli, hepsi vazife ve hepsi yük...
Ne kadar da vazife var. Ne kadar da yük. Ve ne kadar da az insan var elinin bir parmağıyla tutar gibi yapmayı değil, dört elle sarılmayı, bütün ruh u canıyla sahiplenmeyi seçen... Ne kadar da az insan var teğet geçmeyi değil, tam ortasında durmayı tercih eden...
Yapılması gereğine inandıklarım ile yapamadıklarım arasındaki fark, hayatımı bir büyük hüzne çeviriyor.
Yazılması lüzumunu gördüğüm halde yazılamayanlar keza...
Ya bir türlü başlayamayışın yahut bir türlü bitiremeyişin ortasındayım hep.
Yirmi küsur kitap, bin küsur yazı, bir de vesile olunanlar...
Çok şey yaptığımızı, çok rahat yazdığımızı sanıyor kimileri...
Halbuki yapılması gereken ne çok vazife var, yazılması gereken ne kadar çok konu...
Mehmed Âkif’e “Ya param olsaydı, ya hamiyetim olmasaydı!” dedirten ruh halini çok iyi anlıyorum.
Üstelik, “Ya zamanım olsaydı, ya hamiyetim olmasaydı!” cümlesini de ekleyerek.
Bu iş, bir kişinin, birkaç kişinin işi değil...
İhaleyi birilerine vererek, kendi vazifesini ise seyredip alkışlamak, ara sıra bir ucundan lütfen tutuvermek suretiyle gerçekleşecek türden bir vazife de değil.
Hamiyetimizi hamiyete eklemek; zamanlarımızı birbirine bitiştirmek gerekiyor.
Ne kadar çok vazife var; ne kadar çok manevî yük...
Dört eliften 1111; dört dörtten 4444 çıkarmak gerek biiznillah altından kalkmak için...
Onu sağlayabilmek için de, İbrahimî bir gayreti kuşanmak; ‘himmeti milleti olan,’ böylece ‘tek başına bir millet’ olabilenlerden olmayı seçmek...
Varım diyene kapılar açık...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.