Vahiy ile ilham arasındaki farklar...
Günün Risale-i Nur dersi...
Bismillahirrahmanirrahim
Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.
Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.
Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.
İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.
Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.
İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. (De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi." (Kehf Sûresi: 18:109.) âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.
Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.
Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.
İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe'nidir.
Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.
Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı. (Şualar, 7. Şua, Ayet-ül Kübra)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂLEM : Dünya, kâinat,evren.
ÂMÎ : Bilgisiz, câhil.
BELİYYE : Belâ, müşkülât, musîbet
CÜZ'Î : Azdan olan, parçaya âit olan, pek az, kıymetsiz.
ENVÂ : Çeşitler, türler, cinsler, nevîler.
FERMÂN : Emir, buyruk, tebliğ.
HAFÎZ : Cenab-ı Hakk'ın, bütün tohum ve çekirdeklerde olduğu gibi, her mahlukun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza etme sıfatı.
HÂKİMİYET-İ UMÛMİYE : Genel hâkimiyet.
HÁLIK : Yaratıcı, herşeyi yoktan yaratan Allah.
HÂMİ : Koruyan, himâye eden.
HAS : Özel, husûsi, mahsus.
HAŞMET-İ SALTANAT : Sultanlığın haşmeti, ihtişâmı, saltanatın göz kamaştıran güzelliği.
HAVAS : Mârifet ve yaşayışça üstün olan, üst tabaka.
HAYSİYET : İtibâr, değer, şeref, kıymet, derece, mertebe; cihet, bakım.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HUZUR : Allah'ın her an yanında olduğunu ve herşeyi bildiğini hissetme ve yaşama hâli.
İBAD : Kullar,köleler.
İCÂBET : Kabul olma, kabul etme, katılma.
İÇTİMÂ : Toplantı, toplanma.
İHTİŞAM : Muhteşemlik.
İLHÂM : Allah tarafından kalbe ihsan edilen feyiz ve hakîkatler.
KÁBİLİYET : Yetenek
KATRE : Damla, yağmur taneleri. Risâle ismi.
KAVİL : Konuşulan söz, söz cümlesi, anlaşma, sözleşme.
KAVLEN : Sözle, sözlü olarak.
KELİMÂT-I RABBÂNİYE : Terbiye ve idâre eden Allah'ın kelâmı-konuşması.
MÂHİYET : Birşeyin aslı, içyüzü, esâsı.
MAHLÛKÁT : Yaratılmışlar. Varlıklar.
MÂLİK : Sahip olan, mülk sahibi; Allah
MEDÂR : Sebep, vâsıta, vesîle. Yörünge.
MUÂMELE : Davranış, işlem, birbiri ile iş görme, amel etme, alış veriş.
MUKTEZÂ : Gereken, lâzım gelen, îcap eden.
MÜDEBBİR : Önceden düşünüp işleri ona göre ayarlayan; plânla idâre eden.
MÜKÂLEME : Konuşma.
MÜKÂLEME-İ RABBÂNİYE : Herşeyi terbiye ve idâre eden Allah'ın konuşması.
MÜKÂLEME-İ SÜBHÂNÎ : Kusur ve noksanlardan uzak olan Cenâb-ı Hakk'ın konuşması.
MÜNÂSEBET : İki şey arasındaki uygunluk, yakınlık, bağlılık, yakışmak, vesile, alâka
MÜŞTAK : (şevk. den) Arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli.(
PADİŞAH-I EZELÎ : Zaman ve mekânla kayıtlı olmayan saltanat sahibi olan Cenâb-ı Hak.
RAHÎMİYET : Merhamet edicilik, âhirette ebedî mükâfat vericilik vasfı.
RAİYYET : Birisinin idâresine bağlı olanlar; halk, millet, vatandaş.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
SÂDIK : Doğru.
ŞE'N : İş, gerek, tavır, hal, birşeyin özelliğinin fiilî görünümü, neticesi ve eseri.
ŞEHÂDET : Şâhitlik; Allah tarafından Peygamberimize bildirilen herşeyi kabul ve tasdik etme.
ŞÜMÛL : Kapsamlı, içine almak.
TARZ-I MUÂMELE : Muâmele şekli. Davranış biçimi.
TEBLİĞ : Ulaştırmak, bildirmek.
TEFSİR : Bir mânâyı açıklamak.
TEKSİR : Çoğaltma.
TEREKKÜB : Birleşme, bir araya gelme, oluşma.
TEŞKİL : Meydana getirme, ortaya koyma.
TEVEDDÜD-Ü İLÂHÎ : Allah'ın kendini kullarına sevdirmesi.
VAHİY : Bir fikrin, hakikatin veya emrin Allah tarafından peygambere bildirilmesi.
VAHY : Bir fikrin, bir emrin veya bir hakîkatın Allah tarafından Peygambere bildirilmesi.
VECH : Yüz, çehre, surat, tarz, üslûp
VEDÛDİYET : Sevdirme ve sevdirilme.
YÂVER : Emir subayı.
ZÎHAYAT : Hayat sahibi, canlılar.
ZÎŞUUR : Akıl, şuur sâhibi.