Kainatın lambası güneş, Rabb'in varlığına şahit

Kainatın lambası güneş, Rabb'in varlığına şahit

Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Yirmi Birinci Pencere

“Güneş de onlar içinde bir delildir ki, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti her şeye galip ve ilmi herşeyi kuşatan Allah'ın taktiridir.” (Yasin Sûresi: 38.)

Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdâniyetine güneş gibi parlak ve nurânî bir penceredir.

Evet, Manzume-i Şemsiye denilen küremizle beraber on iki seyyâre,
cirmleri küçüklük büyüklük itibâriyle pekçok muhtelif
ve mevkîleri uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefâvit
ve sürat-i hareketleri çok mütenevvi' olduğu halde,

kemâl-i intizam ve hikmet ile ve kemâl-i mîzan ile ve bir sâniye kadar şaşırmayarak, hareketleri ve deveranları ve güneşle câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidâları, büyük bir mikyasta, bir azamet-i kudret-i İlâhiyeyi ve vahdâniyet-i Rabbâniyeyi gösterir.

Çünkü, o câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede intizam ve mîzan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde, muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et.

Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünkü, bir dakika tesadüf, birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsâdeme etmesine yol açar.

Küre-i arzdan bin defa büyük cirmlerle müsâdemenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.

Manzume-i Şemsiyenin, yani şemsin, me'mûmları ve meyveleri olan on iki seyyârenin acâibini ilm-i muhît-i İlâhîye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyâremiz bulunan arza bakıyoruz, görüyoruz ki;

bu seyyâremiz bir azamet-i şevket-i Rubûbiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir sûrette, güneşin etrafında emr-i Rabbânî ile, Üçüncü Mektubda beyân edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için, bir uzun seyr ü seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak, acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zîşuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkât ve hesâbı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakîk hesablarla azîm hikmetlerle ona takılmış; ve o kamere, başka menzillerde, ayrı seyr ü seyahat verilmiş.

İşte bu mübârek seyyâremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehâdetle, bir Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ispat eder. Mâdem şu seyyâremiz böyledir; Manzume-i Şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.

Hem şemse, kendi mihveri üstünde, câzibe denilen mânevî ipleri yumak yaptırmak için, dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi bir Kadîr-i Zülcelâlin emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyârâtı ile, saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir süratle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsü'ş-Şümûs cânibine sevk etmek, elbette Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâlin kudretiyle ve emriyledir.

Güyâ, haşmet-i rubûbiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan Manzume-i Şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır.

Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir?
Hangi esbâbın eli buna ulaşabilir?
Hangi kuvvet buna yanaşabilir?
Haydi sen söyle! Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelâl, aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı?
Bâhusus kâinatın meyvesi, neticesi, gâyesi, hulâsası olan zîhayatları başka ellere verir mi? Başkasını müdâhale ettirir mi'?

Bâhusus o meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halîfesi ve o sultanın âyinedar bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı?

Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip, haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi, kemâl-i hikmetini sukut ettirir mi? (Sözler, 33. Söz, 21. Pencere)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

ACAİB : (Acib. C.) Şaşırtacak ve hayret verici şeyler.
AZAMET : Büyüklük.
BEYÂN : Açıklama; izah; anlatma.
CÂNİB : Yan, yön, cihet, taraf.
CÂZİBE : Çekme kuvveti, çekicilik.Gravitasyon kuvveti.
CİRM : Hacim, vücut, kütle, yıldız, gök cismi.
DEVERAN : Dönmek, dolaşmak, devretmek.
DOLAP : (C.: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine.
ESBÂB : Sebepler.
EVKAT : Vakitler.
HAŞMET-İ SALTANAT-I İLÂHİYE : İlâhî saltanatın ihtişâmı, büyüklüğü.
İBÂDULLAH : Allah'a ibâdet edenler.
İLM-İ MUHİT : Geniş ve her tarafı kuşatıcı ilim.
İSTİHDÂM : Bir işte kullanmak için alıkoyma, çalıştırma, kullanma, hizmet ettirme.
KAMER : Ay.
KEMÂL-İ İNTİZAM : Tam düzen, mükemmel intizam.
KÜRE : Yuvarlak cisim. Dünya
MANEVRA : Tatbikat, gösteri.
MANZÛME-İ ŞEMSİYE : Güneş Sistemi.
MASNUÂT-I İLÂHİYE : Allah'ın sanatlı olarak yarattığı varlıklar.
ME'MUM : İmama uyan kimse. İlerdekine uyan.
MENZİL : Ev, oda, yer, mekân, durak.
MESKEN : Konut, kalınan, oturulan yer.
MİHVER : Yörünge. Eksen. Arzın dönmesiyle çizdiği hayâli hat.
MİZÂN-I HİKMET : Hikmet terâzisi, faydalılık ölçüsü.
MUHTELİF : Çeşitli. Farklı.
MÜSÂDEME : Çarpışma, vuruşma, birbirine çarpma.
MÜTEFÂVİT : Çeşitli, farklı.
MÜTENEVVİ' : Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
SÂNİ : Herşeyi sanatla yaratan Allah.
SEFİNE-İ RABBÂNİYE : Bütün varlıkları terbiye ve idâre eden Cenâb-ı Hakk'ın gemisi.
SEYR Ü SEYAHAT : Gezip dolaşmak ve ibret alarak bakmak.
SEYRANGÂH : Gezinti yeri, gezilecek yer seyredilecek yerler, muhteşem manzaralı yerler.
SEYYAR : Bir yerde durmayıp yer değiştiren; sâbit ve devamlı olmayan.
SEYYARE : Gezegen. Bir yerde durmayıp yer değiştiren; sâbit ve devamlı olmayan.
ŞEMS : Güneş.
ŞEMSÜ'Ş-ŞÜMÛS : Güneşlerin güneşi. Pekçok seyyarenin etrafında döndüğü veya ona doğru gittiği en büyük yıldız.
ŞEVKET : Kudret ve kuvvetten gelen büyüklük, padişaha mahsus heybet ve saltanat.
TEVKİF : Hapsetmek, durdurmak.
VAHDÂNİYET : Allah'ın tek ve benzersiz olup, kusur ve noksanlardan uzak olması.
VÜCÛB-U VÜCUD : Varlığı gerekli olmak, olmaması imkânsız olmak, varlığı zarurî ve vacib olmak, vazgeçilmez olmak.
ZÎŞUUR : Akıl, şuur sâhibi.