İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım
Günün Risale-i Nur dersi
Bismillahirrahmanirrahim
Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim!
Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, göre göre, gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.
O kabir, bu dâr-ı fâniden firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat’î bir yakîn ile anladım ki, hâliktir gider ve fânidir ölür.
Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.
Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! “Her gelecek şey yakındır.” sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kàliyle bağırarak derim:
“El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”
İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum:
“El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!”
İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok.
Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:
“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir!
İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.
“Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi’, hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor.
Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin.”
“: Senden başka ilâh yoktur. Sen birsin. Senin hiçbir şerikin yoktur. Dünyada son, âhirette ve kabirde ilk söz: Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; yine şehadet ederim ki Muhammed (a.s.m.) Allah’ın Resulüdür. Amin…” (Lemalar sh. 226)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
abd : kul
âciz : güçsüz, elinden bir şey gelmeyen
ahbap : dostlar, sevgililer
akarib : akrabalar, yakınlar
akran : arkadaşlar
alîl : hasta, hastalıklı
âsi : isyan eden
avdet etmek : geri gelmek, dönmek
bilmüşahede : gözle görerek
dâr-ı dünya : dünya yurdu
dâr-i fâni : geçici âlem, dünya
dergâh : Allah’ın yüce katı
dergâh-ı rahmet : Allah’ın rahmet kapısı
ebedü’l-âbâd : sonsuzların sonsuzu, âhiret hayatı
el-aman el-aman : “imdat imdat” anlamına gelen ve yardım dilemeyi ifade eden söz
elem : acı, keder
emâl-i rahmet : mükemmel bir şefkat ve merhamet
Erhamürrâhimîn : merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah
evham : kuruntular, şüpheler
fâni : geçici olan, ölümlü
feryad : bağırıp çağırma
firâk-ı ebedî : sonsuz ayrılık
gaddar : acımasız
gafil : duyarsız, umursamaz
Habib : Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)
hacâlet : utanç
hadsiz : sınırsız
hak : doğru gerçek
halâs : kurtulma, kurtuluşa erme
Hâlık-ı Kerîm : her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah
hâlik : helâk olan, yok olma özelliği taşıyan
hatîat : yanlışlar, hatâlar
hususan : özellikle
ihtiyarsız : irade dışı
İlâhî : ey Allah’ım
illet : hastalık
iltica etmek : sığınmak
inhiraf etmek : doğru yoldan sapmak
intizar etmek : beklemek
kafile : grup, topluluk
kat’î : kesin
lisan-ı hal : hal ve beden dili
lisan-ı kal : söz ile anlatım
mâbud : ibadet edilen
mağfiret etmek : bağışlamak
mahlûk : yaratılmış, varlık
mâsiyet : günah, isyan
masnu : sanatla yapılmış, sanat değeri yüksek
meftun : düşkün
mekân : yer
mekkâr : düzenbaz, hileci
melce : sığınak
mence : kurtulacak yer
menzil : yer, mekân
mevcudat : varlıklar
müptelâ olmak : bağımlı olmak, tutulmak
müsi’ : kötülük eden
müsin : yaşlı, ihtiyarlamış
nedamet etmek : pişman olmak
nefis : insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
nefs-i emmâre : hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu
nidâ : sesleniş
Rab : her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Rabb-i Rahîm : her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah
rahmet : İlâhî şefkat, merhamet
Rahmeten li’l-Âlemîn : âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz
Said :
seyyid : efendi
sür’at : hız
şakî : eşkıya, haydut
şân : yücelik, azamet
şekvâ : şikâyet
tazarru ve niyaz : dua etme, yalvarıp yakarma
teşyîci : cenazeyi kabre getiren
teveccüh etmek : yönelmek
vesile : aracı, vasıta
Yâ Deyyân : ey herkesin hakkını ve hesabını en iyi bilen Allah
Yâ Hannân : ey rahmetinin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah
Yâ Mennân : ey ihsanı bol olan ve çok nimetler veren Allah
Yâ Rahmân : ey çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah
yakîn : kesin ve doğru bilgi
zelîl : alçak, aşağı