Risale-i Nur'da, Kur'ân'ın parlayan 6 yönü

Risale-i Nur'da, Kur'ân'ın parlayan 6 yönü

Kur’ân, insanoğlunun kıymet ve değeri ölçüsünde, onun kalb-ruh-akıl ve cismaniyetini nazar-ı itibara alarak...

Doç. Dr. Yener Öztürk'ün yazısı 

Kur’ân, insanoğlunun kıymet ve değeri ölçüsünde, onun kalb-ruh-akıl ve cismaniyetini nazar-ı itibara alarak, yüksekler yükseğinden nüzûl ile insanlık ufkunda tulû etmiş, en mükemmel mesajlar ve ilâhî kanunlar mecmuasıdır.

Nur Müellifi, eserlerinde çeşitli vesilelerle Kur’ân’ın farklı derinliklere sahip eşsiz/erişilmez bir Kitap olduğuna dikkat çeker. Bu cümleden olmak üzere o, Kur’ân’ın altı cihetiyle de muhkem ve korunaklı bir özelliğe sahip olduğunu ifade eder. Şimdi onun dikkatlerimize sunduğu bu hususu anlayabildiğimiz kadarıyla tahlile çalışacağız. Bunu yaparken de ‘Yirmi İkinci Söz’de ‘Güneşler Kuvvetinde On İkinci Lem’a’ olarak adlandırdığı kısmı esas alıp, diğer eserlerinde yer alan ilgili ifadelere ihtiyaç durumunda başvuracağız. Ayrıca gerek üzerinde duracağımız metni gerekse alıntılayacağımız cümleleri -istifadeye kolaylık sağlaması maksadıyla- kısmî bir sadeleştirmeye tâbi tutacağız. O, teşbih ve temsilin dürbünüyle bu mevzuu kendisine has bir ifade ve mantık örgüsü içinde şöyle resmeder (kısmen sadeleştirerek):

“Evet, o Kur’ân’a arızasız/samimi bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki, altı ciheti öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki, hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir şüphe, kuşku ve hile içine girmeye ve ismetinin sahasına hücum etmeye bir menfez/imkân bulamamaktadır. Çünkü [Kur’ân], üstünde, i’caz mührü; altında, burhan ve delil; arkasında, -sırtını yasladığı dayanak noktası olarak- sırf/mahza vahiy; önünde, dünya-ukbâ mutluluğu; sağında, aklı konuşturup onayını temin etme özelliği; solunda, vicdanın şahitliğine başvurup onu teslim alma/cezbetme hususiyeti; içi, gayet açık bir şekilde, Hz. Rahmân’ın kullarının hidayetine vesile kıldığı saf hakikatler ve emr u nehiyler [olan korunaklı semavî bir kal’adır.] Ve [yine Kur’ân] üstü/dışı müşâhede edilebilecek berraklıkta imanın hâlis nurları; meyveleri, ayne’l-yakîn katiyetinde yüksek insanî hasletler ile bezeli asfiya, ehl-i tahkik evliya ve sıdk/sadakat sahibi kullar olan [nuranî ve hayattar bir ağaçtır.]”

Bediüzzaman Hazretleri birçok konuda olduğu gibi, bu meseleyi de teşbihe dayalı bir anlatımla takdim etmiştir. Zîrâ teşbih, mânâyı canlı bir şekilde zihne yaklaştırdığı gibi, hakikatlerin ve onlardaki inceliklerin daha etkili bir şekilde ortaya konmasına vasıta olmaktadır. Dolayısıyla metinde yer alan iç-dış, alt-üst, sağ-sol ifadeleri, Kur’ân’ın her yönü ile mükemmel ve mucize olduğuna işaret eden birer teşbih, birer temsildirler. Yani Kur’ân hangi yönü ile incelenilirse incelensin, harika ve mucize olduğu anlaşılır demektir.

Bu cümleden olmak üzere, Nur Müellifi burada Kur’ân-ı Hakîm’in eşsiz üstünlüğünü ve erişilmez güzelliğini iki teşbihle bizlere takdim etmektedir. Birincisi, Kur’ân’ı, altı tarafı da parlayan ve korunaklı bir kal’aya/kasra benzetmesidir. Âyetu’l-Kübra’da kal’a, Lemaat’ta ise kasr ifadesini açıkça kullanmıştır. İkincisi, Kur’ân’ı, ışık saçan meyveli semavî bir ağaca teşbih etmesidir ki bunu da Mucizat-ı Ahmediyye adlı eserinde tasrih etmiştir.

Şimdi sırasıyla bu iki noktayı anlamaya çalışacağız:

A. Kur’ân’ın Altı Cihetiyle Işık Saçan Korunaklı Semavî Bir Kal’a Olması
Zulmet (karanlık) gibi tevhid inancından mahrumiyetin getirdiği her bir sapma, şüphe, kuşku, hile ve ümitsizlik de insanlığın ruhunu ve ufkunu karartan mânevî birer karanlıktır. Nitekim Kur’ân’ın “Allah müminlerin velisidir, onları zulumâttan (inkârın çeşit çeşit karanlıklarından) nûra (imanın aydınlığına) çıkarır.” (Bakara, 2/257) mealindeki âyeti de bu nevi karanlıklara dikkat çeker. Ayrıca Kur’ân başka âyetlerinde kendisinin mânevî bir ‘nur’ olduğunu da bize hatırlatır. (Meselâ bkz. Nisâ, 4/174) Bu noktadan hareketle Nur Müellifi yapmış olduğu tasvirle burada önemli bir noktaya dikkat çekmiş olmaktadır ki, o da şudur: Kur’ân altı cihetiyle, -doğruluk (sıdk) ve hakkaniyetini gösteren- öyle şeffaf, parlak ve nuranî bir masumiyete (daire-i ismete) sahiptir ki, sıdk ve hakkaniyetini ihlâl edebilecek/lekeleyebilecek hiçbir karanlık iddia o aydınlık mahalde kendisine yer bulamaz ve barınamaz; çünkü ışık karanlığa imkân tanımaz.

Bediüzzaman, Lemaat adlı eserinde, Kur’ân’ı, altı cihetiyle muhkem ve muhteşem korunaklı bir kasr/köşk tasviriyle de ele alıp ‘hırsız vesvesenin, vehimli şüphenin ne haddi var ki bu kadar aydınlık ve sağlam bir kasra girebilsin.’ der. Bundan da şunu anlıyoruz: Hiçbir vesvese ve şüphe, otağını arza kurmuş bu semavî kal’anın içine girip onun doğruluk ve hakkaniyetinden bir şeyi eksiltme/çalma gücüne sahip değildir.

Bir şeye başlıca altı cihetten bakılabilir. Kur’ân’a hangi cihetten bakılırsa bakılsın, O’nun insanüstü bir kelâm olduğu görülecektir. Şimdi müellifimizin penceresinden bu altı ciheti anlamaya çalışalım.

1. Üstünde İ’caz Mührü
Müellifimizin, ‘üstünde sikke-i i’caz’ şeklindeki nitelemesi burada Kur’ân’ın mânâ ve muhtevasını içinde taşıyan lafız kalıpları ve onun nazmıyla ilgilidir. Çünkü o ‘içi, altı vb.’ diğer hususiyetlere ayrıca dikkat çekmektedir. Evet Kur’ân, mânâ yönüyle olduğu gibi kelime ve cümle kalıplarının diziliş ve kullanılış biçimi bakımından da insan takatini aşan bir düzeydedir.

Sikke, kime ait olduğu bilinsin diye hükümdarlar tarafından paranın üzerine bastırılmış olan mühür ve damgaya denir. Buna göre, Kur’ân’ın üstündeki i’caz, mânâları taşıyan lafız kalıplarının –Allah hesabına- mühür/damga netliğinde kendilerini göstermeleri demek olur.

Âyetu’l-Kübra risalesinde Bediüzzaman ‘üstünde sikke-i i’caz lem’aları (parıltıları)’ ifadesini kullanır. Bundan, Kur’ân’ın üstündeki mucizelik mührünün görbenisinin inkâr edilemeyecek bir parlaklığa sahip olduğunu anlıyoruz. Evet, Kur’ân’ın cümleleri, beyanları insan karihasının yetişemeyeceği bir güzelliktedir. Bir diğer ifadeyle o beşerî sözlerin kendisiyle kıyas edilemeyeceği bir yüksekliktedir. Öyle ki Kur’ân’ı açık ve samimi bir kalble dinleyen birisi, onun lahutî bir kaynaktan geldiğini kolaylıkla hissedebilir.

Bediüzzaman Hazretleri Kur’ân’ın bu hususiyeti üzerinde yirmi beşinci sözde tafsilatıyla durur. İlgili izahatları özetleyecek olursak: Kur’ân-ı Hakîm, cümle, kelime ve harflerinin mânâyla uyum içindeki eşsiz tertibiyle (cezaletiyle), ifadelerinin açıklık ve düzgünlüğüyle (fesahatiyle), zengin anlamlar içermesiyle (camiiyyetiyle) ve az sözle çok mânâları ifade etmesi (îcazı) gibi diğer birçok özelliğiyle taklit edilemez bir kitaptır. Ayrıca elfâz-ı Kur’ân, dinleyenlere bıkkınlık vermeksizin kulakta tadına doyum olmayan bir lezzet/tesir bırakması yönüyle de erişilmez semavî bir sikkedir.

Kur’ân’ın bu cihetinin insanlar üzerinde bıraktığı etkinin geçici olmadığını ise Nur Müellifi –On Dokuzuncu Mektup’ta- şu ifadelerle dikkatlerimize arz eder: “Hem Kur’ân müşahede edilebilir bir netlik ve berraklığa sahip ebedî ve daimî bir mucizedir. Her vakit i’câzını gösterir; sair mucizeler gibi sönmez, vakti bitmez, ebedîdir.”

Hâsıl-ı kelâm, belagat üstatlarının en şaşaalı sözleri, en debdebeli ve tantanalı ifade kalıpları, eşsiz etki ve güzelliğiyle parlayan bu mucize sikkenin/mührün yanında sönük kalmaya mahkûmdur. Zîrâ bu sikkenin sahibi Allah’tır.

2. Altında Burhan ve Delil
Kur’ân-ı Hakîm’in eşsiz özelliklerinden bir diğeri de onun mantık ve delil sütunları üzerine oturmuş olmasıdır. Bu yönüyle o sarsılmaz semavî bir zemine sahiptir; onda zemin çökmesi yaşanmaz.

Nur Müellifi On Dokuzuncu Mektup’un on sekizinci işaretinde ‘Hem Kur’ân vahiy olmakla beraber aklî deliller ile desteklenip güçlendirilmiştir (teyit ve tahkim edilmiştir)’ der. Evet, Kur’ân sadece iddia etmez aynı zamanda ispat eder.

Meselâ Kur’ân-ı Hakîm, ‘Lâ ilâhe illallah’ beyanıyla uluhiyet makamının O’ndan başka bir mâlikinin olmayacağını seslendirirken bunu “Şayet arzda ve semada Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, yer-gök kaosa (fesada) teslim olurdu” (Enbiya, 21/22) gibi bir delille de zihinlere yerleştirir. Bunun gibi Kur’ân, öldükten sonra dirilmenin mutlaka meydana geleceğini haber vermekle yetinmez, o bu konuda diriliş ve haşrin imkânını ispat eden çeşitli yönlerden deliller de getirir. Nitekim Üstad -yirmi beşinci sözün ikinci şulesinde tafsilatıyla durulduğu üzere- sadece Yâsin Sûresi’nin son sahifesinde yer alan ba’s ile ilgili kısmın (36/77-83 arası âyetlerin), ‘haşri yedi-sekiz surette muhtelif bir tarzda ispat ettiğini’ belirtir ve bunları kendisine has orijinal ifadelerle izah eder. Evet, haşir mevzuunda hasım kesilenlerin münkir aklına Kur’ân şöyle seslenir: “O insan, bir nutfeden (spermadan) kendisini nasıl yarattığımızı (kademe kademe bu hâle nasıl intikal ettirdiğimizi) görmedi mi ki (bize böyle) hasım kesildi? Bir de yaratılışını (geçmişini) unutarak ‘çürümüş/un-ufak olmuş şu kemiklere kim hayat verip diriltecek’ diye bize (kendince) bir örnek verdi. De ki onları ilk defa kim inşa etti ise, işte ‘O’ hayat verip diriltecek. O ki yaratmanın her türlüsünü bilendir.” (Yasin, 36/77-79)

Bediüzzaman Said Nursî Lemaat adlı eserinde Kur’ân’ın bu eşsiz hususiyetini ‘Kur’ân’ın altında ince/narin (mühefhef) bir mantık ve delil örgüsü vardır’ diye özetler.

3. Arkasında Vahy-i Rabbanî
Nur Müellifi, Kur’ân’ın arkasındaki dayanağın/kaynağın ‘mahz-ı vahy-i Rabbânî’ olduğunu belirtir. O bununla Kur’ân’ın vehim ve şüphelerden tümüyle beri saf bir vahiy olduğuna dikkat çeker.

Kur’ân, ‘beşerî bir karihanın hâsılası veya bir dehanın ürünüdür(!)’ tarzındaki iddialarla izah edilemeyecek kadar yücedir. Onun kaynağı vahiydir. Ayrıca vahye mazhar kılınan Zat’ın dimağ ve kalbi de onu bulandıracak tortulardan korunmuştur.

Kur’ân-ı Hakîm’in vahye istinat eden bir Kitap olduğunun ispatını Bediüzzaman Hazretleri On Dokuzuncu Mektup’ta nazil eden, nazil olan ve nazil olunan olmak üzere üç açıdan ele alır: 1- Kur’ân’ı nazil eden (indiren) Zat-ı Zülcelâl, Resulünü teyiden yarattığı mucizeler (mucizat-ı Ahmediye) ile Kur’ân’ın vahiy olduğunu göstermiştir/ispat etmiştir. 2- Nazil olan Kur’ân dahi üstündeki i’caz ile gösteriyor ki Arş’tan gelmiştir. 3- Nazil olunan (münzel-i aleyh olan) Allah Resulü’nün vahyin başlangıcındaki telaşı ve vahyin nüzulü vaktindeki bîhuş (mütehayyir) vaziyeti (bk. Müslim, Salât 53) ve de herkesten ziyade Kur’ân’a karşı olan ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki Kur’ân vahiydir, ezelden gelip ona misafir olmuştur.

Nur Müellifi bu hususu Yedinci Şua’nın birinci babında da ele alır. Burada mezkûr hususları tafsil edici mahiyette yine üç açıdan şunları dikkatlerimize arz eder. Özetleyecek olursak: 1- Kâinatın Mutasarrıfının, Kur’ân’a âlemde en makbul, en yüksek ve en hakimane bir hürmet makamı ve muvaffakiyet mertebesi vermesi, 2- Sair kelâmların ona yetişememesi, 3-Ümmiyyetiyle beraber Resulullah’ın geçmiş gelecek hâdiseleri gaybî bir surette Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan-güven içinde beyan etmesi gibi hususiyetleri, Kur’ân’ın semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîm’inin mübarek kelâmı olduğunu ispat eder.

4. Önünde İki Dünya Saadeti
Kur’ân, değişmeyen prensipleriyle, beşeri gerçek mutluluğa ulaştıran bir Kitap’tır. Ona bu konuda yetişilebilmesi imkân dışıdır; çünkü O her şeyi yaratan ve yarattıklarının ihtiyaçlarını bilenden gelen bir mesajdır.

Bu Kitab’ın emir ve nehiylerine uyan iki âlemde de mesut ve bahtiyar olur. Çünkü Kur’ân başta -mânevî bir ışık ve güç kaynağı demek olan- imanı insana emrettiği gibi, onu, hayatını disipline eden hayırlı/makbul amellere de yönlendirir. Dahası onu -şefkat, muhabbet, insaf, af, tevazu, sabır, iffet ve hüsnüzan gibi- güzel ahlâkın her bir şubesiyle mükellef kılar. Buna ilâveten ufkunu karartıp nefsini azdıran her bir çirkin/menfur söz ve fiillerden de onu şiddetle men eder. Bunları dikkate alan bir insan daha dünyada iken cennet hayatı yaşar ve bu mesut hayat, ebedî saadetinin de bir çekirdeği olur.

Kur’ân-ı Hakîm, yalnızca dünya saadetini değil, onun devamı olan ahiret mutluluğunu da hedefler. Bu itibarla onun tesis ettiği saadet anlayışı sadece dünyayı hedef alan veya sırf nefsanî lezzetleri takip eden düşünce sistemleriyle kıyasa gelmez.

İnsanı saadet-i dareyne ehil hâle getirmeyi hedefleyen Kur’ân, onun ruh ve cismaniyetini birlikte dikkate alır. Nitekim Nur Müellifi –Hakikat çekirdekleri, lemaat, on ikinci ve yirmi beşinci söz gibi yerlerde- hikmet-i Kur’âniye üzerine müesses medeniyetinin esaslarını diğer düşünce sistemlerinin anlayışlarıyla mukayese eder ve Kur’ân’ın insanlığı dünyevî ve uhrevî mutluluğa (saadet-i dareyne) ulaştırma mevzuundaki üstünlüğüne dikkat çeker.

5. Sağında Aklın Tasdiki
Bu cihetten de onun gerçekliğine gölge düşürme imkânı yoktur. Çünkü Kur’ân aklı ‘efelâ ya’kilûn (düşünmezler mi?)’ şeklindeki tevcihlerle sorguya çekip suallerine cevap istemiş (istintak etmiş) ve sonunda onun tasdikini almıştır. Ön yargılarının ve gururlarının mahkûmu olanların aklı ise kaçınılmaz olarak bunun dışında kalmıştır.

Kur’ân’ın sağında aklî delillerle onun hakikatlerini ispat eden âlimler vardır. Evet, yetkin akıl ve fikir sahipleri O’nun yanında hep yer almışlardır. On Dokuzuncu Mektup’ta ‘kâmil akıl sahiplerinin ittifakı buna şahittir’ diyen Bediüzzaman Hazretleri sözünü şöyle bağlar: “Başta ilm-i kelâmın allâmeleri ve İbn Sina ve İbn Rüşd gibi felsefenin dâhîleri ittifak hâlinde Kur’ânî esasları, usulleriyle ve delilleriyle ispat etmişlerdir.”

6. Solunda Vicdanın Teslimi
Kur’ân’ın erişilmez bir diğer hususiyeti de selim vicdanları kendine celbetmesidir. Evet, Kur’ân’ın solunda, kalb ve vicdanıyla ondan feyz alan insanların ona olan kanaat, muhabbet ve bağlılıkları vardır ve onun yanında saf tutmuşlardır.

Üstat Bediüzzaman, ilgili metinde (yirmi ikinci sözde) ‘Kur’ân’ın solunda vicdanın şahitliğine başvurarak (istişhad ederek) teslimini tesbit’ vardır, demektedir. Bu cümlede yer alan ‘tesbit’ kelimesi bize, Kur’ân’ın ‘kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde selim vicdanları kendisine sabitlediğini’ ifade etmektedir.

Kur’ân kuvve-i kutsiyesiyle kalbleri ruhanî zevk ve feyizlerle doldurup kendine bağlamıştır. İnsanların Kur’ân’a karşı duyduğu bu rağbet ve iştiyakı ne asrın başkalaşması ne de şartların değişmesi engelleyebilmiştir. Çünkü Yüce Allah fıtratları onun cezbedici güzelliklerini kabule muhtaç ve müştak yaratmıştır. Şimdi sözü yine aynı yere (On Dokuzuncu Mektup’a) dönerek Nur Müellifine bırakalım: “Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa, her bir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü vicdanın itmi’nanı, kalbin istirahatı onun nurlarıyla olur. Demek selâmetli fıtrat, vicdanın itminanının şehadetiyle onu tasdik ediyor. Evet fıtrat, lisan-ı hâliyle Kur’ân’a der: Fıtratımızın kemali sensiz olmaz.”

Hâsılı, dün olduğu gibi bugün de selim kalb ve temiz vicdan sahipleri ciddi bir itminan ve incizapla Kur’ân etrafında -pervane misali- dönmeye devam etmektedirler.

Altı Cihetiyle Korunaklı Olan Semavî Kasrın/Kal’anın İçi
Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın -‘Lâ raybe fih’ (Bakara, 2/2) bir Kitap olduğu gerçeğini zihne yakınlaştırma maksadına yönelik olarak- altı cihetiyle de metin bir kale/kasr olduğunu resmettikten sonra, onun içinden de söz eder ve ‘İçi açık bir şekilde Rahmân’ın, kullarının hidayetine vesile kıldığı saf hakikatlerdir.’ der.

Bundan şunu anlıyoruz. Kur’ân’ın masumiyetini lekelemeye altı ciheti müsaade etmediği gibi, hayal ve hurafelerden münezzeh kendi kutsi muhtevası da buna imkân tanımaz. Çünkü Kur’ân’ın içinde (daire-i ismetinde), yanlışa, günaha ve suça sebebiyet verebilecek hiç bir kusur ve eksiklik yer almaz.

Kur’ân’ın insanlığa takdim ettiği mesajlar yetersizlikten münezzehtir. Çünkü o en yüksek mertebede bir nur ve hidayet kaynağıdır. Bu itibarla da Kur’ân yenilmez bir güce sahiptir. Zaman ihtiyarladıkça onun gençleşmesi ve kendisine olan ihtiyacın derinden derine bugün bir kere daha hissedilmesi bunun en açık bir ispatıdır.

Bu çerçevede yine Nur Müellifi, -On Dokuzuncu Mektup’ta- ‘Hem Kur’ân, kat’î bir bilişle, hakikatlerin içinde toplandığı bir kitaptır, hayal ve hurafeler içine giremez.’ der. O, ifadelerinin devamında bunun böyle olduğuna, yani Kur’ân’ın içinde hilâf-ı hakikat bir şey bulunmadığına şu üç hususu/vâkıayı şahit gösterir: 1- Teşkil ettiği hakikatli âlem-i İslâmiyet, 2- İzhar ettiği esaslı şeriat, 3- Gösterdiği yüksek insanî/ahlâkî hasletler.

B. Kur’ân’ın Meyve Veren Nuranî ve Hayattar Bir Şecere Olması
Bediüzzaman Hazretleri Kur’ân’ın eşsiz güzelliğini zihinde kal’a/kasr benzetmesiyle canlandırdıktan sonra ilgili metnin devamında –biraz kapalı bir biçimde- onu etrafına ışık saçan (nuranî) ve meyveli hayattar bir ağaca da benzetmiştir. Bu neticeyi, risalelerin muhtelif bahislerinde geçen ifadelerden ve bu metinde yer alan ‘envar (nurlar)’ ve ‘meyveler’ vurgusundan çıkarıyoruz. Şimdi ilgili yeri tekrar hatırlayalım:

Ve [yine Kur’ân] üstü/dışı müşâhede edilebilecek berraklıkta imanın hâlis nurları, meyveleri, ayne’l-yakîn katiyetinde yüksek insanî hasletler ile bezeli asfiya, ehl-i tahkik evliya ve sıdk/sadakat sahibi kullar olan [nuranî ve hayattar bir ağaçtır.]

Bir ağaç düşünelim ki yalnızca meyve vermiyor, aynı zamanda çevresini de aydınlatıyor. İşte Nur Müellifi Kur’ân’ı böylesine emsalsiz bir ağaç olarak bize sunuyor. Evet Kur’ân, nuranî bir şecere gibi insanlığın ufkunda tulû’ ettiği günden bu yana mânevî nuruyla inkârın karanlıklarını ve ondan neşet eden şüphe, tereddüt ve yeislerin hâsıl ettiği zulümatı izale ediyor; geçmiş ve geleceğiyle varlığın topyekun çehresini Hak namına aydınlatmaya devam ediyor.

Tasvirde dikkatlerimize arz edilen diğer bir husus da şecere-i Kur’ân’ın meyveleridir. Evet, ağaç denince akla ilk gelen husus ‘meyve’dir. Kur’ân hayatlı bir ağaç olarak görüldüğünde “meyveleri, ayne’l-yakîn katiyetinde yüksek insanî hasletler ile bezeli asfiya, ehl-i tahkik evliya ve sıddikîn” olmaktadır. Nur Müellifi bu hususu kendisine has ifadelerle –Mucizat-ı Ahmediyye risalesinde- şöyle resmetmektedir: “Kur’ân’ın verdiği meyveler, hem mükemmeldir, hem de canlıdır. Öyleyse Kur’ân ağacının kökü hakikattedir, hayatlıdır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delalet eder. İşte bak, her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi kâmil-i mükemmel hayatlı ve nurlu meyveler vermiş..”

Nur Müellifi meyvelerinden bahsettiği Kur’ân-ı Hakîm’in, -asırları, meşrepleri ve meslekleri muhtelif olan- köklerine ve o köklerin gösterdiği gerçeklere de -yine aynı yerde- şöyle dikkat çekmektedir: “Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyan, asırları, meslekleri ve meşrepleri muhtelif olan [geçmiş] enbiya, evliya ve muvahhidînin kitaplarının üzerinde birleştikleri sırları/hakikatleri içinde toplamıştır. Yani bütün o ehl-i kalb ve akıl, Kur’ân-ı Hakîm’in özünü oluşturan (mücmel) ahkâm ve esaslarını tasdik eder bir surette kitaplarında zikredip kabul etmişler. Demek onlar Kur’ân [isimli] semavî şecerenin kökleri hükmündedirler.”

Sonuç
Kur’ân, yüksekler yükseğinden insanlığın ufkuna inmiş eşsiz/benzersiz semavî bir Kitap’tır. Hangi cihetten bakılırsa bakılsın, onun hakkaniyet ve masumiyetine gölge düşürebilecek, halel getirebilecek bir nokta bulunamaz. Çünkü o, her şeyi gören, bilen ve her şeye hükmü geçen birisinin ezelî kelâm ve fermanıdır. Nitekim ‘Kur’ân, nazil olduğu günden bu yana, ne itirazlara ne tenkitlere uğramıştır; ama bu mevzuda kurulan bütün mahkemeler Kur’ân’ın beraatiyle neticelenmiş ve mücadeleler onun zaferiyle noktalanmıştır.’

*Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
[email protected]
 
www.yeniumit.com.tr