Peygamber izinde bir Hac yolculuğu
Aydıner, Hac vazifesini yerine getirdikten sonra gözlemlerini, duygularını kaleme aldı
Risale Haber-Haber Merkezi
Florida State Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Furkan Aydıner, Hac vazifesini yerine getirdikten sonra gözlemlerini, duygularını kaleme aldı. Yeni Şafak'ta bir bölümü eklenen yazının tamamını yayınlıyoruz.
Peygamber İzinde Bir Hac Yolculuğu
Resmi rakamlara göre üç milyon gayrı resmi tahminlere göre altı ile sekiz milyon arasında değişen mahşeri bir kalabalıkla beraber Hac farizasını yerine yetirmeye çalıştık. Zorunlu rükünleri yerine getirdiğimiz süre dört-beş gün gibi kısa süre olmakla beraber yaşadıklarımız bir kitaba sığacak kadar uzun geldi bize. İbrahimi geleneği takip edip peygamberi yolları adımlamak bedenen çok yorucu geçmekle beraber aklen ve ruhen hayli doyurucu idi. Uygulamalı tevhid, nubuvvet, haşir, ubudiyet ve uhuvvet dersleriyle ruhumuz dolup taştı. Gerçi bazılarına göre Hac’ın en büyük hikmeti insana kulluk şuuru içinde teslimiyeti öğretmek olduğundan rükünlerinde başka hikmetler aranmaz. İsmailvari teslimiyet ve İbrahimvari tevekkülle ritüelleri yerine getirmek gerekir.
İtiraf edeyim ki, kendimde bu teslimiyeti göremedim. Hac süresince, Hac’ın rükünlerinin hakikat ve hikmetini düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Öyle ya, Kur’an’da kendini hikmet sahibi olarak tanıtan Yaratıcı’nın, maddi olarak imkanı olan bütün kullarına farz kıldığı Hac vecibesinde mutlaka birçok hikmetler olmalıydı. Akıl bunu söylüyordu. Bedenim İbrahim (as)’ın ayak izlerini takip ederken zihnim de herşeyde hüccet arayan ve herşeyin hikmetini anlamaya çalışan “İbrahimi aklın” yolunu takip etti. Bu yazımda sözkonusu zihinsel seyahatin meyvelerini sizlerle paylaşacağım. İhramın, tavafın, Hacerül Esved’in, say yapmanın, Arafat’ta vakfe durmanın, Müzdelifede yeni bir güne doğmanın, şeytanı üç gün taşlamanın, kurban kesmenin hikmetlerine ilişkin kendi akıl feneriyle gördüklerimi anlatacağım.
DÜNYADAN SOYUNUP İHRAMA GİRMEK
Hac’ın olmazsa olmazlarından biri Mikat bölgesine girmeden önce ihrama girmektir. Medine’den Mekke’ye gittiğimiz için Medine’nin çıkışındaki Zülhuleyfe camisinde hacca niyet edip, telbiye çekerek ihrama girdik. İhram, kefeni andıran iki parça bez parçasından oluşuyor. Hacılar, ihrama girmek için dünyevi elbiselerden soyunduğu gibi bedeni kirlerden de arınıyor. Aklen ve kalben dünyadan sıyrılmak için telbiye çekerek dünyevi düşüncelerden de soyunuyor. Tam bir “ahiret insanı” olup kefene benzer ihramına bürünerek, dünyevi ağırlıklarından kurtulup Rabbinin huzuruna uruc etmeye hazırlanıyor. Rabb’inin ‘dünyayı ve içindeki herşeyi bırak bana gel’ çağrısına “Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk, inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülk, lâ şerîke lek" diyerek karşılık veriyor. Yani, "Sana geldim Allah'ım. Çağırdın koşup geldim. Sana geldim, Senin hiçbir yardımcın, ortağın, benzerin yoktur. Koşup sana geldim, hamd sana mahsustur ve nimet sadece Sana aittir, mülk de umumen Senindir, hiçbir ortağın yoktur Senin!” İhram, tıpkı kefen gibi, insanı bütün akranlarıyla eşit hale getiriyor.
Makam, mevki, servet, soy, sop gibi hiyerarşik unsurları geçersiz kılıyor. Alemlerin Rabbi karşısında kulluk makamında Herkesi aynı safta buluşturup, aynı seviyede secdeye vardırıyor. Malcom X’in tabiriyle, “Hac Bir olan Allah’a hiçbir ırk, renk ve kültür farkı gözetmeksizin bir olup gitmektir... ” İhram kefene benzediği gibi, ihrama giren de ölüye benziyor. Tıpkı ölü gibi, ihramlı biri hiçbir bitkiyi koparamaz. Hiçbir canlıya zarar veremez. Hiçbir kimseyi incitemez. Hiçbir koku sürünemez. Bedeni üzerinde hiçbir tasarufta bulunamaz. Sadece Rabbini düşünür. O’nun huzurunda olduğunu hissederek huzur bulur. Bu duygularla ihramı giyip iki rekat namazı kıldıktan sonra sevinç ve heyecanla Kabe yoluna koyulduk.
DÜNYAYI BIRAKIP KABE’Yİ TAVAF ETMEK
Mekke’ye arefe gününden bir gün önce akşam vakti ulaştık. Sünnet olduğu üzere Kabe’ye gidip Kudum tavafını yaptık. Kabe, Hz.Adem (as)’ın yer yüzünde inşa ettiği ilk mabedtir. İnsanı hayvaniyetten kurtarıp melekler ötesine taşıyan insaniyet miracının ilk basamağıdır. İnsanı hayvaniyetten hakiki insaniyete çıkaran mübarek bir merkezdir. Hacılar, maneviyet semasına Kabe’yi tavaf ederek yükseliyor. Tıpkı atomlar, yıldızlar ve galaktik sistemler gibi ilahi aşkın cazibesiyle Mevlevi gibi dönüyor. Bir ömür boyu peşinde koştuğu, etrafında dolandığı dünyalıkların kendisine fayda vermediğini itiraf ederek, tövbe ve istiğfarla Bir’i temsil eden Kabe’nin etrafında dolanmaya başlıyor. Diğer hacılarla bir olup, Molla Cami’nin tavsiyesine uyup, yalnız Biri istiyor çünkü başkaları istemeye değmiyor. Yalnız Biri çağırıyor, çünkü başkaları imdada gelmiyor. Yalnız Biri talep ediyor, çünkü başkaları layık değiller. Yalnız Biri görüyor, çünkü başkaları her vakit görünmüyor. Yalnız Biri biliyor çünkü marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir. Ve yanlız Biri anıyor, çünkü O’na ait olmayan sözler malayani sayılır. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksudun tek bir Zat olduğunu anlayıp, tekbir çekiyor.
Tavaf süresince, hacılar, Hacerül Esvede selam vermek ve mümkünse öpmekle ebedi aleme ait şeylerin, taş bile olsa, dünyanın bütün zinetlerinden daha kıymetli olduğunu idrak ediyor. Çünkü, sonsuz olan birşey sonsuz olan herşeyden daha üstündür. Matematikteki en küçük rakamın sonsuzla çarpımı sonsuz olup sonlu bütün rakamların birbirinden çarpımından daha büyük olduğu gibi, sonsuzluk aleminin en küçük bir nimeti bile sonsuza gittiği için sonlu alemin bütün nimetlerinden daha üstündür. Her hacı, sonsuzluk aleminin bir taşı olan Hacerül Esvede gösterdiği ilgiyle fenadan yüzünü çevirip sonsuz kıymetteki bekaya talip olduğunu beyan ediyor. Kalbini, ruhunu, vicdanını beka dışından hiçbir şeyin tatmin etmediğini ilan ediyor. “Faniyim, fani istemem. Acisiz,m aciz olanı istemem. Ruhumu Rahmana teslim eyledim, gayrı istemem” diyerek fani dünyayı geride bırakıyor. Beka aleminin taşını görünce adeta şöyle feryat ediyor: “İsterim, fakat bir yarı Baki isterim. Zerreyim, fakat hiç sönmeyen bir güneş isterim.” Bu manalar bir nebze hissederek Kudum tavafını bitirdikten sonra, sırada Arafat’a çıkıp vakfe durmak vardı. Gerçi sünnet olanı bir gün öncesinden Mina’ya çıkıp orada dinlenmek ve sonrasında Arafat’a çıkmaktı. Biz Mekke’ye geç ulaştığımızdan geceyi orada geçirip sabahleyin otobüsle Arafat’a çıkmaya karar verdik.
ARAFAT’TA ADEMVARİ TÖVBE VE İSTİĞFAR ETMEK
“Hac, Arafattır” hadisi-şerifi Arafatta vakfe durmanın haccın olmazsa olmazlarından olduğunu beyan ediyor. Milyonlarca insan bu koşulu yerine getirmek için Arefe günü öğlen namazından önce Arafat sınırlarına dahil olmak için yarışıyordu adeta. Biz de Mescid-i Nemira’nın yakınında zorlukla kendimize yer bulduk. her taraf insan kaynıyordu. Arafat alanı mahşer meydanını andırıyordu adeta. Akşam ezanına kadar burada vakfe duracaktık. Tıpkı mahşer günü gibi, hacılar Arafat’da güneşin sıcağını iliklerine kadar hissetti. Birçok kişi yanında getirdiği suyu bitince çeşmedeki sıcacık suyla susuzluğunu yatıştırmaya çalıştı. Çöl ortasında susuz kalan Hacer validemiz ve oğlu İsmail’in durumunu bihakkın derk etti. Akşama doğru dizlerinin bağı çözülen, aczini ve fakrını tam anlamıyla hisseden hacılar hep birden ayağa kalkıp ellerini açarak tövbe ve istiğfara başladı. Şeytana uyup yasak meyveden yediği için Cennetten ihraç edilen Adem (as) da aynı mekanda duaya durmuştu. Cebeli-Rahme’de tövbe ve istiğfar etmiş ve affa mazhar olmuştu.
Hz.Adem (as) neslinden gelen hacılar da, bir ömür şeytana tabi olmanın pişmanlığı içinde aynı mekanda ellerini açıyordu. Pişmanlık duyup tövbe ve istiğfar ediyordu. Binbir günah ve hatalarını itiraf edip, sonsuz şefkat ve merhamet sahibinden af talep ediyor ve affedilmesi için Allah’a şöyle yakarıyordu: “Eğer kemâl-i rahmetinle kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin” Günahlarla kararan kalblerini gözyaşlarıyla siliyor. Cevşenül Kebir’deki gibi külli istiğfarla yeniden doğmuş gibi tertemiz ve pak olmak istiyordu: “Ey herşeyi bilen, herşeyi kuşatan, herşeyi gören, her şeye şahit olan, herşeyi gözetip kontrol eden, her şeye lütufta bulunan, her şeyden haberdar olan Allah’ım! Bütün günah ve hatalarımı bağışla! Öyle ki, beni hesaba çekeceğin hiçbir şey kalmasın. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter.” Akşam namazı girdiğinde eller aşağı indi ve yüzler beraatini almanın sevincine büründü. Herkes büyük bir heyecanla Müzdelife’ye doğru yola koyuldu.
MÜZDELİFE’DE HAŞİR SABAHINI YAŞAMAK
Müzdelife’ye yürüyerek gelmiştik. İki tepe arasında her taraf insanla doluydu. İğne atsan yere düşmezdi. Akşam ve yatsı namazını burada kılacak ve geceyi burada geçirecektik. Uzun bir aramadan sonra oturacak bir yer bulduk kendimize. Müzdelife açık hava otelini andırıyordu. Tek odası olan çok büyük bir otel. Herkes bulduğu bir boşluğa uzanmıştı. İhramlı halleri mezardakileri hatıra getiriyordu. Ortalıkta asayişi sağlayacak hiç kimse görünmüyordu. Ancak, kalplerde ne korku ne de endişe vardı. Kadın, erkek, çoluk çocuk Herkes bulduğu bir yere yığılıp yattı birkaç saat boyunca. Sabah namazına bir saat kala ortalıktaki cenazeler ayaklanmaya başladı. haşrin sabahını andıran bir telaşla yattığı yerden kalkıp Rabbinin huzuruna girmek için koşuşturmaya başladı. Sabah namazını kılıp, bir süre dua ettikten sonra önce Mina’ya doğru yola çıkıp Büyük Şeytanı taşlamaya gidecektik. Önceki gün hayli yorulduğumuz için bu sefer otobüse binmeye karar verdik. Birkaç otobüs şöforüyle pazarlık yaptıktan sonra birinde karar kılıp oturduk. Çok geçmeden otobüsümüz hareket etti. Yollarda müthiş izdiham vardı. Arabaya bindiğimize çok sevinmiştik. Yarım saat kağnı hızıyla yol aldıktan sonra arabamız bozuldu. Kaderin sahibi bütün zahmetleri yaşayarak hac yapmamızı murat etmiş, deyip sabır ve tevekkül içinde yaya yoluna koyulduk tekrar.
JAMARATTA ŞEYTANI TAŞLARKEN ŞEYTANA UYMAMAK
Mina’ya varıp oradan Jamarat’a çıkmak hayli zahmetli oldu. Gerçi alternatif yolların yapılması ve Jamarat binasının çok katlı düzenli yapısı eskiden olduğu gibi ölümcül olacak kadar tehlike arz etmiyordu artık. Ancak, yine de zaman zaman ciddi izdihamlar yaşanıyordu. Jamarattın zahmetli yolunu adımlarken şeytan taşlamaya niye bu kadar önem verildiğini düşünmeye koyuldum. Dört veya beş günlük hac süresinin üç veya dört günü şeytan taşlamakla geçiyordu önemli oranda. İçimden bir ses (muhtemelen şeytandan geliyordu): ‘üç gün şeytanı taşlamak çok fazla. Onun yerine hacılar Kabe’de tavaf yapıp ibadet yapsalar daha iyi olmaz mıydı?’ diye itiraz ediyordu. Çok geçmeden etrafımda şeytanı taşlamaya giderken bile şeytani telkinlerden kendisini koruyamayıp ihram yasaklarını çiğneyenleri, başkalarına eziyet verenleri, hatta kızıp hakaret edenleri görünce üç gün şeytan taşlamanın ne kadar yerinde olduğunu anladım. Tıpkı İbrahim (as) gibi. O Allah’ın emrine uyup, gördüğü sadık rüyanın gereğini yaparken şeytan gelip onu kandırmaya çalışmıştı. Şeytanı taşlayarak ilahi emrin gereğini tam teslimiyetle yerine getirmişti. Öyleyse, şeytanı taşlamayan, yani onun telkin ve teşviklerine hayır demeyen, hayırlı amel ve farz olan ibadeti yapamaz. Hacılar üç gün boyunca şeytanı taşlarken, kendilerini Allah’tan uzaklaştıran şeyin şeytani olduğu bilincini kazanır. hacın büyük bir kısmında şeytanı sembolik olarak taşladıkları gibi, ömürlerinin önemli bir kısmında da şeytani telkinleri red etmekle rızayı ilahiyi kazanacak amele mazhar olabileceğini anlar.
KURBAN KESMEKLE MASİVAYLA BAĞLARI KOPARMAK
İlk gün şeytanı taşladıktan sonra Kurbanımızı kesip sonra saç traşı olup ihramdan çıkacaktık. İbrahim (as) oğlu İsmail’i kurban edecekken gökten bir koç indirilmişti. O gün bugündür bizden de kurban kesmemiz istenir. Çünkü mal ve evlat insanı Allah’tan koparıp dünyaya bağlayan şeyler. İnsan, kalbindeki sevgiyle Allah’la bağ kurmak yerine masivaya bağlandığında hata yapar. Kurban, Allah’a yönelen insanın masivayla olan bağlarını kesmesidir. Allah’tan gayrı hiçbir şeyin bizzatihi muhabete layık olmadığını anlamasıdır. Güneşin aynalardaki yansımalarına aşık birinin güneşi görünce aynaları bırakması gibi insan varlık aynalarında gördüğü güzellik, ihsan ve kemallin kaynağını farkedince O’na yöneliyor. Tıpkı, önce Leyla’ya aşık olup sonra Leyla’daki güzelliğin Mevla’dan geldiğini anlayan Mecnun misali. Gerçi biz Kurbanımızı kendi elimizle kesemedik. Ancak güvenilir eller adımıza kurbanı kestiklerini bayramın ilk günü öğlen üzeri haber verince saçımızı kısaltıp ihramdan çıktık.
HACERVARİ SAY EDİP ZEMZEM BULMAK
Sırada farz olan tavafı yapmak ve iki gün daha şeytan taşlamak vardı. Say’ımızı izdiham olur endişesiyle Kudum tavafını yaptıktan hemen sonra yapmıştık. Say, Hz.Hacer validemizin izini takip edip, Safa ve Merve tepeleri arasında toplam yedi defa tur atmaktır. Hz.Hacer, küçük oğlu İsmail ile Kabe yakınında bırakılınca, büyük bir çaresizlik içinde su aramıştı. çöl sıcağında susuzluktan ölecek oğluna su bulmak için çırpınmış, iki tepe arasında yedi defa gidip gelip etrafta su aramıştı. Yedincisinde Hz.İsmail’in yanında fışkıran su sesini duyunca büyük bir sevinçle bugünkü Zemzem kuyusunun yanına gelmişti. Binlerce sene önce yaşanmış bu hadiseyi günümüz insanına hatırlatmanın hikmeti neydi acaba? Safa ve Merve arasında gidip gelirken bu sorunun cevabını düşünmüştüm. Zemzem nimeti veya rızkı temsil ediyordu. Çöl ise dünyayı. İnsan bu dünya çölünde rızkını ararken çoğu zaman Rezzak’ı unutuyor. Rızkı maddi sebeblerden biliyor. Örneğin, Elmayı ağaçtan, sütün inekten, balı arıdan bilmek gibi. Oysa, kupkuru bir çölde su bulmak ne kadar zorsa çöl misali sebeblerden de sözkonusu nimetleri almak o kadar zordur. Hatta imkansızdır. sebeblerin en şuurlusu ve en kudretlisi olan insanın gerçek anlamda yaptığı tek bir rızık olmadığına göre akılsız bitkiler ve ilimsiz hayvanlar elbette rızkı elementlerden yapamazlar. O halde Bütün nimetler doğrudan doğruya Münim-i Hakiki olan Allah’tan geliyor. İnsan, ise fiili çalışmasıyla rızkı talep eder. Tıpkı Hz.Hacer gibi. Zemzem beklenmedik şekilde kupkuru topraktan çıktığı gibi, nimetlerde dünya çölünde beklenmedik şekilde yaratılıyor. İnsan onları zahiri sebeblere vermekle büyük hata edip şirke giriyor. Allah insana say yaptırmakla bu hakikatı ders verip, nazarını asıl nimet sahibine çevirirken diliyle şu sözleri sarf etmesini istiyor: "Sana geldim Allah'ım. Çağırdın koşup geldim. Sana geldim, Senin hiçbir yardımcın, ortağın, benzerin yoktur. Koşup sana geldim, hamd sana mahsustur ve nimet sadece Sana aittir, mülk de umumen Senindir, hiçbir ortağın yoktur Senin!”
Hac bitip, veda tavafını yapınca, Kabe, hacıların katran gibi gühanlarını örtüsüne çekip daha da kararırken onların kalbini ve ruhunu ihramları gibi ak ve parlak ediyor. Onları Yeni doğmuş bebekler gibi temiz ve günahsız olarak memleketlerine yolcu ediyor. Yanlarına Hediye olarak mübarek (!) Çin mallarını değil, Hz.Adem (as)’ın tövbe ve istiğfarını, Hz.İbrahim (as)’ın iman ve tevhidini, Hz.Hacer ve oğlu Hz.İsmail (as)’ın teslim ve tevekkülünü, Hz.Muhammed (asm)’in bütün semavi dinleri kapsayan evrensel mesajını ve güzel ahlakını veriyor. Ne mutlu bu hediyelerden hissesi ziyade olana!