Niçin okuyorum?

Yıllar önce bir caminin arka odasında asude bir yalnızlık içinde çırpınıyordum. Cemaatin düşünceyi katılaştıran ve donduran o inanılmaz disiplini henüz üzerimdeydi. Ben de başkalarına muhalif olarak teslim olmak istemeyen, inadına sonuna kadar özgürlük isteyen bir taraf var. Sadece mutlak teslimiyet isteyen cemaate onun için hiçbir zaman tam teslim olamadım. Yutar gibi, yıllarca suya susamış gibi risale dışı kitaplar okuyordum. Her birinin tarif edilemez bir çekiciliği vardı.

Okumak kendimi unutmaktı, kendimden kopmaktı, kendimden uzaklaşmaktı. Bedenen yapamadığım ve belki de hayatım boyunca hiçbir zaman yapamayacağım dünya seyahatlerine okuma sayesinde çıkıyordum. Bazen ortaçağda gotik bir kilisenin mimarisini, bazen ilk çağlarda bazı sofistlerin münazarasını, bazen yakın çağın burjuva entrikalarını, bazen Rus steplerindeki o acımasız hayatı, bazen aydınlanmayı, bazen Rönesans dönemini… Bütün bu seyahatler okuma sayesinde gerçekleşiyordu.

Sofie’nin Dünyası, Suç ve Ceza, Yüreğinin Götürdüğü Yere Git, Thais, Bu Ülke, Çile. O cami odasında yutarak okuduğum kitaplardan sadece birkaçıydı. Ama bunlar henüz eşikti. İleride okuma sarayının içine girecek çok daha farklı ve renkli dünyalar tanıyacaktım. Okumadan rahat edemiyordum. Gerçeklik ruhumu sıkıyordu. Hayallerde yaşamak, uyanıkken düşler görmek gerçek yaşamdan çok daha sevimli idi. Şüphe denen o sinsi kurt romantizm kılıfına bürünerek geliyordu yavaşa yavaş.

Hangi kitabı okumam gerektiğine karar verebilmek için yine serserice okuyordum. En nefret ettiğim şey sistemli ve programlı olmak. Bilgi denizinin ve okuma sarayının içine dalıyordum öylece. Nasıl ki kırlarda gezen bir botanik uzmanı, çiçekleri belli bir düzene göre seçer. Kendisini ilgilendireni ve ilgilendirmeyeni bilip ayırır, karar verir, eler, bağlantılar kurar. Ama kırlarda bir çingene dolaşmaya çıksa çiçekleri bambaşka bir biçimde toplar. Biri sarı, öteki mavi, üçüncüsü kokulu, dördüncüsü uçurum kenarında olduğu için koparır. Belki renklilik ve güzellik açısından botanikçiden daha harikaydı ama belli bir amacı yoktu.

Benim kitaplarla olan ilişki biçimim aynen böyleydi. Herhangi bir hakikati keşfetmek için değil, kendi mâkus hakikatimi unutmak için okuyordum. Ne kadar kendimden uzaklaşsam o kadar kendime geliyordum. Bugün Sasanna Tamaro’nun “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” kitabını üçünce kez bitirdim. Geçen hafta Sofie’nin Dünyası’nı ise ikince kez. Tatları damağımda kalmıştı. Tatları damağınızda kalan kitaplar hiç kuşkunuz olmasın ki iyi kitaplardır. Bir yaştan sonra farklı kitaplar okumak yerine daha önce okuduğum ve tadı damağımda kalan kitapları tekrar okumak daha mutlu ediyor beni.

Okumak alışkanlığı hakikati aramaktan çok bir zevk meselesi bende. Bir şiir, bir türkü, bir film nasıl duygularım ve düşüncelerim üzerinde bir tesir bırakıyorsa bir roman, öykü, hikaye, biyografi, araştırma aynı şekilde bir tesir bırakırsa devam edebilirim okumaya. Okumak her şeyden evvel edebi bir lezzet arayışıdır. Bu lezzeti bulamadığım kitaplara dönemem bir daha. Sırada on sekiz yıl önce okuduğum Amin Maalouf’un Semerkant’ı var. Geçmişte okuduğum güzel eserleri bir daha okuyabilir miyim, buna ömrüm vefa eder mi bilmiyorum.

Benim okumalarım realist yaklaşanlara göre bir kaçış. Evet bir bakıma doğru. Gerçek hayatta sahici bir işe yaramadığım için sanal olana kaçıyordum. Ben hayatım boyunca hayali yaşadım. En realist yaşamam gereken zamanlarda bile sonuna kadar hayaliydim. Yahya Kemal, Tanpınar, Haşim, Abdülhak Şinasi, Orhan Pamuk, Sabahattin Ali, Cemil Meriç, Oscar Wilde gibi simalarla yıllarca aynı dünyalarda yaşamamın nedeni belki de bu hayalilik. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir gibilerle yıldızlarımızın barışmayışı belki de yine bu hayalilik. Kadın yazarların hemen hepsinde bu hayalilik çok baskın olduğundan onlarla barışık yaşadım daima. Samiha Ayverdi, Safiye Erol, Ayşe Kulin, İnci Aral, Elif Şafak, Wirgina Wolf… Düş gücü ve düşleme erkeklerden çok kadınlarda var. 

Bütün muhafazakar ve İslami okumalarım kısmen baskı altında ve bir rüyanın içinde yapılan okumalardı. Bu kalemlerden hemen hiçbiri evrensel insani dili yakalayabilmiş değildi. Evrensellik, ideolojik olmaktan çok öte evrensel insani hislere, hallere ve fikirlere temas ederek ulaşılabilen bir şey. Şule Yüksel, Ahmet Günbay, Emine Şenlikoğlu okuyarak ağladığım o uzun gecelere şimdi gülüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum