Nizamettin MELİKOĞLU
Risale-i Nur’da Allah (c.c.) Tasavvuru (Metodolojik Çerçeve) (2)
Allah’ı (c.c.) aklen idrak etmenin/tasavvurun yöntemi
Allah’ı (c.c.) tasavvurun bireyde doğru bir zeminde gerçekleşebilmesi için, Risale-i Nur’da Allah’a imanın tahkik mertebesine ulaştırılması hedeflenir. Yani kişi her neye bakacak olursa, orada Allah c.c. yu Uluhiyyet, rububiyyet ve sıfatlarıyla aklen görebilecek seviyeye gelmesi gerekir. Yani örneğin bir elmaya bakan kişinin, bu elmanın yetişmesi esnasında cereyan eden ef’al-i ilahiyenin Allah’ın rububiyetine ait olduğu ve bu fiilleri mütalaanın kişiyi, fiilerin bağlı oldukları isim ve sıfat dairelerine, nihayetinde Allah c.c. nun Zatına intikal ettirmesini gerektirecek bir mantık silsilesini kişinin akıl ve ruh dünyasına yerleştirip, kişinin kainattaki harekat ve deveranı da bu mantık silsilesi dahilinde okumaya aklen ve kalben elverişli hale getirilmesi hedeflenir.
Bunun için de üç temel noktanın ispatına gayret gösterilir;
- Allah’ın c.c. varlığının ispatı
- Allah’ın c.c. şeriksiz oluşunun ispatı
- Allah’ı c.c. uluhiyeti, rububiyeti ve bütün sıfatları ile tanıma
Evvela kainat üzerinden istatistiki veriler ve müşahede/gözlemleme yöntemiyle Allah’ın varlığı bilgisine ulaşılmaya çalışılır. O’nun hem makro alemde hem de mikro alemdeki vahidiyet ve ehadiyyet cilveleri gösterilmeye çalışılır. Vahidiyyetin ispatı sadedinde kainatın kimi bilim adamlarının kainatta holografik model işleyişinde gösterdikleri gibi, bir bütün şeklinde çalıştığı ispatlanır.
Daha sonra kainatın yaratılış ve işleyişinde bir bütünlük olduğundan, yaratıcı ile olan ilişkisinin de külli olması gerektiği, dolayısıyla bütün kainatın idaresinin sadece birinin idaresinde olması gerektiği şu mantıki ifadelerle kuvvetlendirilir;
‘Halk-ı eşya hakkında mûcibe-i külliye sadık olmadığı takdirde, sâlibe-i külliye sadık olur. Yani, ya bütün eşyanın hâlıkı Allah'tır veya Allah hiçbir şeyin hâlıkı değildir. Çünkü, eşyanın arasında muntazam tesanütle halk ve yaratmak, tecezzîyi kabul etmez bir külldür, bazıyet yoktur. Ya mûcibe-i külliye olacaktır veya sâlibe-i külliye olacaktır. Başka ihtimal yok. Herşeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kıymeti yok. Binaenaleyh, ednâ birşeyde hâlıkıyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder.’[1]
Bu küfr-ü mutlaktan uzaklaşmanın ilk adımıdır. Yani kainattaki fiiller üzerinden bu fiillerin failsiz olamayacağı veya eserler üzerinden eserlerin sanatkarsız olamayacağı gösterilerek başka bir yolun aklen muhaliyeti ispatlandığı gibi, bu muazzam saltanatın idaresinde ikinci bir ortağın olamayacağı hem kur’an ayetleriyle hem de kainat kitabındaki ayetlerle ispatlanır.
Kişi bu aşamada aklen kabul etse bile kalben Allah’a inanmasa, küfr-ü meşkuk veya küfr-ü inadi ile küfr-ü mutlakın verdiği korku ve dehşetin tesirinden devekuşu gibi saklanmaya çalışacaktır. Korku iklimine girdiği zaman, aklen imanın sahiline gelip biraz oksijen almaya çalışacaktır. Ancak korku ikliminden kurtulur kurtulmaz, küfrün sahilinde dolaşmaya devam edecektir. Kalben iman etmeyene kadar, aklen ayetin de ifadesiyle[2] bu zikzaklı çizgide kalmaya devam edecektir.
İnsan maddi ve manevi olarak bütün kainatla alakadar olmasından, bu kainatta cereyan eden hadisattan dolayı ya dehşet alıp devamlı titreyecek, veya lezzetle tefekkür edip mütelezziz olacaktır.[3] Yani kişi kainatın azametini tefekkürü esnasında, Kur’an’ın tabiriyle direksiz ve başdöndürücü bir hızla dolaşan milyarlarca gezegenin belli bir sistemin kontrolü altında olmaması durumunda, kişiye devamlı dehşet ve korku verecektir. Yine etrafındaki küçük gezegenler hükmündeki mikrop ve bakterileri tanıyıp, onların gemlerinin belli bir sisteme tabi olduğuna iman etmemesi durumunda, onlardan da devamlı dehşet ve korku alacaktır.
İşte modern dönemin okullarında, fen bilimlerindeki bu meseleler/hadiseler okutulurken Allah’ın kontrolünde olduğu şeklinde okutulmadığı için, kişiye emniyet ve huzur yerine, şüphe, korku ve dehşet vermektedir. Tıpkı bir şehrin emniyetini sağlayan kolluk görevlilerinin olmaması durumunda kişinin kendisini emniyette hissetmemesi gibi. Ancak bütün bu devasa cirimlerin gemlerinin bir sisteme bağlı olduğu düşünüldüğünde ise, kişi o dehşetli ve korkulu halet-i ruhiyeden kurtulup huzurlu bir psikolojik atmosfere girecektir. Dolayısıyla Risale-i Nur’da geçen huzur[4] ifadesi, kainatın işleyişinin bir sisteme bağlı olduğu ve o sistemin bir Zat tarafından sem’, basar, hayat, ilim, irade ve sonsuz kudretiyle idare edildiğine inanmak ve orada bizi maddi veya manevi manada rahatsız edecek bir düzensizliğin olmadığına inanmaktır. Bu aynı zamanda imanın kişinin psikolojisine yansıttığı pozitif bir etkidir.
Dolayısıyla deizm veya meşkuk küfür, ne itikadi açıdan, ne de bu itikadın kişinin psikolosisinde bıraktığı yansıma açısından, alternatif bir Allah tasavvuru olamaz. Çünkü deizm mantıksızlık dünyasından duygusal olarak kopamama halet-i ruhiyesidir. Yani -teşbihte hata olmasın- fabrikanın sahibini tanıyıp fabrika ile yaptığınız bir alışverişin karşılığını ödememek, onun mülkü ve mülkündeki eser ve ürünlerde görünen kabiliyet ve sıfatların ona ait olduğunu kabul etmeme ile eşdeğerdir.
Daha sonraki adımda Allah c.c. yu hem zatı hem de sıfatları ile tanıma, tabiri caizse sıfatları üzerinden manevi kimliği/teşahhusu İlahiyye[5], sair dinlerin yaptıkları hatalı tanımlamanın aksine, doğru bir şekilde kainattaki deliller yardımıyla ortaya çıkarılmaya çalışılır.
Cenab-ı Allah’ın Uluhiyetini gösteren herbir isim ve sıfatın, kainatta rububiyyet alanında tecellileri vardır. Bütün bu isim ve sıfatları rububiyyet sahasındaki tecellileriyle beraber Allah’a isnad etmek, tevhidin hakikatı gerektirir. Bütün isimler Allah’a isnad edildiği halde, sadece bir ismin rububiyyet sahasında tecellisi ile alakalı olarak farklı bir tutum sergilendiğinde, şirke ve dalalete götürür. Onun için Risale-i Nur’da ‘Allah'ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek—hâşâ—hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.
Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.’[6] denmiştir.
Kişinin Allah’ın sıfatlarına bakışında da bir bütünlüğün olması gerektiği şu şekilde işaret edilmektedir. ‘Elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.’
Bu okumayla Allah’ın marifeti hakkında ne kadar ilerleme kaydedilirse, o oranda Allah’ın sevgisi/muhabbetullah kişide gelişecektir. Yani kişi aynalara verdiği sevgiyi artık aynada sıfatlarıyla yansıyan Zatın kendisine bilinçli bir şekilde vermeye başlayıp, mahiyetinde varolan başta muhabbet gibi bütün duygu ve hissiyatlarını doğru yöne kanalize edip, bu duygu ve hislerin aynada görünen Zatı tanımak için kendi mahiyetinde yerleştirildiğini anlayarak, kamil insan olma yönünde adım atacaktır.
Dolayısıyla gerçek manada tevhide ulaşmak, kainatı mülküyle, rububiyyet sahasında tecelli eden ef’al-i ilahiye ile ve mevcudatta görünen ilahi sıfatların bütünüyle[7] Zat-ı zülcelal’e teslim etmeyi gerektirir.
Zatı itibariyle tasavvur
Risale-i Nur’da Allah c.c. nun zatı hakkındaki tasavvur, kelami münakaşalara girilmeden yapılmıştır. Allah c.c. zatı itibariyle hem ayet hem de hadislerde sabit olduğu üzere tasavvur veya tefekkür edilmesi mümkün olmadığı için, böyle bir tasavvurun önü konuyla ilgili hem akli hem de nakli delillerle alınmıştır;
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ ‘O'nun benzeri hiçbir şey yoktur.’[8] ayeti ve
تَفَكَّرُوا فِى اٰلاَءِ اللهِ وَلاَ تَفَكَّرُوا فِى ذَاتِهِ فَاِنَّكُمْ لَنْ تَقْدِرُوا "Allah'ın nimetlerini tefekkür edin; Onun zâtını tefekkür etmeyin. Çünkü buna güç yettiremezsiniz."[9] hadisi zikredilerek Allah’ı zatı itibariyle tasavvur etmenin ölçüsü verilmiştir.
Akli açıdan da Allah’ın zatının tasavvur edilememesi O’nun zıddının olmamasıyla alakalı olduğu izah edilmiştir.[10] Çünkü karanlığın ışıkla, soğuğun sıcaklığın dereceleriyle anlaşılması gibi, herşey kendi zıddıyla bilinir ve anlaşılır. Ancak Zat-ı zülcelalin zıddı olmadığı için bu dar aklımızla O’nun zatını tasavvur etmemiz mümkün değildir.
Sıfatlar konusunda Selef-i salihin döneminden sonra birçok ilmi müzakere ve münakaşalar yaşanmış, bu manada farklı mezhepler oluşmuştur. Ancak Risale-i Nur’da bu münakaşaların sadece ittifak noktaları aktarılarak Allah c.c. nun sıfat-ı kudsiyesini anlama usulu tespit edilmiştir.
وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ اْلعَزِيزُ الْحَكِيمُ ‘Göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce sıfat O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.’[11] ayetinde anlaşıldığı üzere, Zatı gibi sıfatlarının dahi benzeri olmadığı için, onlara bir had veya sınır koymak mümkün değildir. Ancak onları aklen anlayabilmek için mirsad-ı tefekkür veya dürbün vazifesini görecek bazı meseller üzerinden o sıfatların mahiyetine uzaktan uzağa bakılabilir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, Zatında olduğu gibi sıfatlarının dahi keyfiyyetini mahiyetleri bizce meçhul oldukları[12] için bilemeyeceğimizdir. Mahiyeti bizce bilinmeyen bir şeyi de aklımızla idrak edebildiğimiz bir şey ile kıyasladığımız zaman, Zatı ve sıfatlarına nakise getirmiş oluruz. İslam tarihi içerisinde Cehmiyye, Kerramiyye, Mücessime, Muattıla, Mutezile gibi fırkalar bu sebepten dolayı istikameti kaybetmişlerdir.
Onun sıfatlarının da Zatı gibi tam manasıyla idrak edilemeyeceği hakkında şu bilgi aktırılır;
‘İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenâb-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema'dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o unvan ile fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenâb-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.’[13]
Onun için Risale-i Nurda Cenab-ı Allah’a ait sıfat ve şuunatı genelde onun zatını kusur ve kayıtlardan tenzih edecek ifadelerle anılmıştır;
‘Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz envâ-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânü'r-Rahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye" tabir edilen, izn-i şer'î olmadığından yad edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz. [14]
Netice olarak Allah c.c. yu doğru tasavvur etme Onun vahdaniyetini, tasarrufatında şerikinin olmadığını, sıfatlarının zatı için zaruriyat-ı naşie, yani lüzüm-u kat’i derecesinde bir bütün olarak zatı için gerekli olduğunu ispat etmek gerektiği gibi, Zatına uymayan bütün olumsuz durumlardan da O’nu tenzih etmek gerekir.
[1] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 240. Bediüzzaman hazretleri burada mantık ilmindeki tenakuz delilinden bahsetmektedir. Tenakuz, kaziyenin/önermenin icab/olumlu ve selb/olumsuz diye ayrıldıktan sonra birinin doğruluğu diğerinin yanlış olduğunu gerektirmesidir. Yani birinci kaziyenin doğru olduğu ispat edildikten sonra ikinci kaziyenin yanlış olduğu da ispatlanmış olur. Örneğin, ‘Allah vardır.’ Kaziyesi ispatlandıktan sonra, ‘Allah yoktur.’ kaziyesinin de yanlış olduğu ispatlanmış olmaktadır. Ebu Mustafa el-Bağdadi, el-Vadıh fi’l-Mantik, s. 152-153.
[2] مُذَبْذَب۪ينَ بَيْنَ ذٰلِكَۗ لَٓا اِلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِ وَلَٓا اِلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلاً ᅠ‘Onlar küfür ile iman arasında bocalayıp dururlar. Ne bunlara (mü'minlere) ne de şunlara (kafirlere) bağlanırlar. Allah kimi saptırırsa ona asla bir çıkar yol bulamazsın.‘ Nisa, 4/143.
[3] Said Nursi, Sözler, s. 635.
[4] Said Nursi, Mektubat, s. 319.
[5] Said Nursi, Şualar, s. 10.
[6] Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 261-262.
[7] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 261.
[8] Şura, 42/51.
[9] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 217. El-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 3:262-263.
[10] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 247.
[11] Rum, 30/27.
[12] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 80.
[13] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 111.
[14] Said Nursi, Sözler, s. 623.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.