İbrahim KAYGUSUZ
Nurculuk ve İslamcılık (III)
İslamcılık tartışmaları belli bir durulmaya doğru ilerlerken, gerisinde koca bir “hiç” bıraktı.
Çünkü teorik bir “muhayyeli” tartışıyorduk.
“Bir ütopyayı mı tartışıyoruz?” sorumun sebebi bu idi.
Hele yatay ve dikey düzlemlerin tümüne dalarak “İslamcı” toplamak çok sahih bir duruş olmadı.
İslamcılıkla ilgili yazılanların bir kısmına bakıldığında Nil’den Tuna’ya, İran’dan Pakistan’a uzanan binlerce Müslüman grubun yine Bediüzzaman’dan, Rabbani’ye, Gazali’den Muhammed İkbal’e binlerce müceddit ve ulemanın, bu doğrusal çizgiye dâhil edildiği yani “İslamcı” yapıldığı görüldü.
Hâlbuki böyle bir şey yoktu.
İslama hizmet etmenin binlerce hatta “Müslüman adedince” modelleri mevcut olabilir.
Çünkü İslam herhangi bir grubun veya kişinin tekelinde değildir.
Varsa genel hatlar ile ayırımlar yapılır, deliller ortaya konulur ve ilgili içtihatlar o deliller üzerine inşa edilerek sonuçlara ulaşılır.
İslamcılık konusu “değer bağımlı”olup kutsalı da “İslam” olduğu için tartışmalar hassas zeminde devam ediyor.
Duyguların heyecana kapılarak “usul”e yanaşmadığı bu kırılgan zeminde, taraftarlık hisleri “hak”ı aramaya yanaşmıyor.
Bu bulanık atmosferde unutmayacağımız tek gerçek var: “iman” eden her “Müslüman”ın kardeş olduğu.
Kardeşliğin hukuku birbirini “mahkûm” etmemektir.
Ne var ki İmanın ve İslamın bu âli konumu “biz”e inince duygularımızın rengine bürünebiliyor ve farklılıkları doğurabiliyor.
İşte biz bu farklılıkları konuşuyoruz.
Maksadımız “daha iyi”nin ortaya çıkarılmasıdır.
İslamcılık ve Nurculuk “İslam”la ilgili iki farklı algıyı temsil etmektedir.
Fert mi devlet mi, devrim mi tekâmül mü, saltanat mı hilafet mi, adalet-i mahza mı, adalet-i izafiye mi, hayat mı şeriat mı…?
Farklılıkların odaklandığı soru zincirini istediğiniz kadar uzatabilirsiniz.
Konuyu somuta indirgeme adına önce tarihi bir notu aktaralım:
1850'li yıllarda İran'da dini bir reform hareketine girişen Babi'ler, 1864 yılında Sultan Abdülaziz'in onayı ile İstanbul’a sığınmış ve Jön Türk hareketini tetiklemişlerdi. Cemaleddin Efgani’nin iyi niyetli çabaları ve etki/tepki sonucu, aşırı milliyetçilikten radikal İslama kadar uzanan birbirine zıt fikir oluşumları gün yüzüne çıkmıştı.
Bediüzzaman Sünuhat’ında bu zıt akımlar için şu ifadeleri kullanır: “Bizdeki hutut-u efkâr (fikir akımları) telâki için (anlaşmak için) mütemayilen imtidada (biribirine meylederek yakınlaşmaya) bedel münharifen (zıtlaşarak) gittiğinden nokta-i telaki (konsensüs) vatanda belki kürede görünmüyor. Vücut-adem gibi birinin vücudu ötekinin ademini ister (birinin varlığı ötekisinin yokluğunu gerektiriyor).”
Bu fikir akımlar içinde, Harici anlayışa yakın siyasal İslamcı çizgi geniş yer tutmuştu.
Bu aşırı akımlar, II. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte Sultan Abdülhamid’e şiddetle saldırmışlardı. Abdülhamid’in bütün faaliyetlerine itiraz eden bu radikal akım onu, Meşrutiyeti ilan (Kanun-u Esasiyi kabul) ettiği için küfürle itham etmişlerdi.
Bediüzzaman, Münazarat’ında bu hareketin ideologları için şu ifadeleri kullanır: “Muhali talep etmek kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyeti ile kendini havalandıran parça parça olur. Zira onların istedikleri şey, ya bir hükümet-i masumedir. Hâlbuki şimdi şahs-i vahid bile masum olamaz. Nerede kaldı, zerratı günahlardan mürekkep bir hükümet, tamamıyla masum olsun. Demek nokta-i nazar hükümetin hasenatı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa seyyiesiz hükümet muhal-i adidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarı ile bakıyorum.”
Yasin Aktay bu manayı teyiden şu ifadeleri kullanır:
“İslamcı hareketlerin daha popüler zamanlarında ise yasal ve demokratik zeminde yer alma ihtiyacı hissetmeyen İslamcılık, kendini en rahat şekillerde ifade yolunu bulmuşsa da, bu kadar rahat ifade edebildiği görüşlerin tahakkuku için sonu siyasi kinizmlere varacak imkânsız “devrim”lerden başka programlar önerememiştir.” (İslamcılık, 2004, 15)
Bu durum ikiz kulelere dalan El Kaide’den Şebbiha’ya kadar sayısız vandal “uç”ları doğurdu.
Çünkü hüve hüvesine “nebevi” olmayan her hal, sınırları zorlamaya mahkûmdur.
Risale-i Nur hareketi çok iddialı bir harekettir. Bu hareket “nebevi” çizgiye yakınlık noktasında “daha iyi” bir konumda olduğunu iddia etmektedir.
El’an öyledir!
Tarafsız bir gözlemle bakıldığında Risale-i Nur hareketinin Şii, Harici ve kısmen İslamcı geleneklerden farklılığı çok net olarak görülür.
Risale-i Nur hareketi tarihsel gelenekte Hazret-i Ali çizgisini tercih, hatta “temsil” etmektedir.
Hz. Ali dönemindeki olaylar zinciri Şii ve Harici geleneklerin yeşerdiği bir zemindir. Cemel vak’ası; “adalet” cihetinde bir içtihat farlılığı iken; Sıffin muharebesi bir “hilafet ve saltanat” ayrışımıdır.
Bu dönemde yaşanan içtihat farklılıkları, Nurculukla İslamcılık arasındaki ruh ayrılığını açıklayıcı kilit noktalardır.
Hz. Peygamber (asm) ve Hulefa-i Raşidin (Hz. Hasan dâhil) ferdin imanını öncelemişler ve esas vazifenin iman, ibadet, ahiret ve fazilet olduğunu söylemişlerdir.
Nebevi tebliğ böyle şekillenmiştir.
Diğer taraf ise devleti ve hükümeti öncelemiş ve fert ikinci plana atılmıştır.
İman, dua ve ahlak noktasında ferdi donatmak yerine “Müslüman devlet” kurma hedefi yani “saltanat, iktidar ve “hâkimiyet” öncelikli tercih olarak ortaya çıkmıştır.
Hâlbuki: “Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Ali Beyt ise hakaik-ı İslamiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen ya nebi gibi masum olmalı veyahut hulefa-i Raşidin ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevi ve Mehdi-i Abbasi gibi harikulade bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Hâlbuki Mısır’da Al-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatimiyye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidin hükümeti ve İran’da Safevi’ler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviyye, Al-i Beyt’e yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslamiyeti onlara unutturur. Hâlbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslamiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.” (Mektubat, 19. Mektup)
İsfahan ve Kum kenti medreselerinin yetiştirdiği büyük Şia uleması Muntazari, yıllar önce dünya kamuoyuna çarpıcı açıklamalar yapmıştı. İyi hatırlıyorum ifadeleri Bediüzzaman’ın yukarıdaki cümlelerinin kopyası gibiydi. İran, Humeyni’nin ardılı olarak bilinen bu yetkin ulemaya ambargo koydu!
Risale-i Nur’un tercihi siyasi, ideolojik ve devrimci değil nurani, tedrici ve tekâmülcüdür. Yani toplumu ve fertleri ıslaha dönük Rahmani bir tercihtir.
Bu metot, ‘ikaz’ ve ‘irşad’ ı içeren “şefkat” odaklıdır. İnsanları siyasetçi, dinsiz, muvafık, muhalif diye sınıflara ayırmadan ‘imana ’ ve ‘şefkate’ muhtaç varlıklar olarak görür.
“Zira Bediüzzaman, hayatının her anında her hal ve şartta Kur’an-ı rehber edinmiş bir mü’mindir. Onun için dünya parça parça değildir. Yer ayrı, gök ayrı; ev ayrı, sokak ayrı; cemiyet hayatı ayrı, siyaset sahnesi ayrı değildir. Her bir daireye imani nazarla bakar; ona göre tavır alır.” (Karabaşoğlu, Köprü Dergisi Bahar, 1995, s.17)
İşte bu sahabe metodudur.
Bu metot muhteşem zekâları ve bereketleri doğuran “ev eğitimi” yöntemi, yani “Suffa” modelidir.
Altmış yıldır Türkiye’nin ve dünyanın çehresi Risale-i Nur’un bu modeli ile aydınlatılmaktadır. Bir hatırlatma: Ömer Lekesiz’in ironisine konu olan “camia” bu bağlamda bahsimin dışındadır.
Risale-i Nur mesleğinde, dünyaya ve siyasete bakarken “dünyevileşme” tuzağına düşmek yoktur. Bu metotta hadiselerin iman ile bağı koparılmaz. Hadiselere bakılırken iman ve onun üzerimizdeki uzantıları bir tarafa bırakılmaz.
Şu dikkat çekici yorum Bediüzzaman’ındır:
”Hayat-ı içtimaiye bir yolculuktur. Şu zamanda Kur’anın nuru ile gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selametli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebi ile o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor… Düşerek kalkarak gider ta boğulur. Yüzde sekseni ise bataklığı anlar, ufunetli pis olduğunu hisseder... Fakat mütehayyirdirler, selametli yolu göremiyorlar...
İşte bunlara karşı iki çare var:
Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır
İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selamet yolunu irae etmektir.
Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Hâlbuki o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor... Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, “Acaba nurla beni celbedip topuzla dövmek mi istiyor?” diye telaş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar ve söner...” (13. Mektup)
Bediüzzaman’ın dünyasında siyaset topuzu yoktur. Onun bütün mesaisi, içimizde ve yanımızda yaşayan ve nispeti toplumun yüzde seksenini oluşturan şaşkın insanlardır.
Asıl hüner o mütehayyirlere iman nurunu göstermek değil midir?
“Bize Müslümanlığı siyasete karıştırmadan dindarane hayat yaşamakla yetinin diyenler dünyanın içinden geçmekte olduğu derin krizi anlamıyorlar. Hem sorunların akut hale gelmesine sebep oluyorlar…” diyerek suçu nur talebelerine yüklemek her şeyden önce “adil” değildir?
Sesler, vicdanların can damarlarına çarparak çıkmalıdır!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.