Doğrusu onu kaybetmekten hep kortum. Bu korkumu kendisi hariç kardeşlerimle paylaştım. Yaklaşmakta olan yaklaşıyordu. Bunu hepimiz hissediyor ama düşünmek bile istemiyorduk acı akibeti.
Beklenen ayrılığın geldiğini vefatından bir gün önceki Cuma günü 15.00 sularında hastanedeki odasında ziyarete gittiğimde müşahede ettim. Son bir hafta içinde zayıflamış, halden kesilmişti. Odasına girdiğimde eşi Necla ablamız yanındaydı. İkisi de memnun oldular geldiğime. Moral verici konuşmalarla renk vermeden, Üstadın talebesi olduğunu, sabır kahramanlığını, hastalar risalesini ayak üstü ifade ettim. Acılar içinde olmasına rağmen güldü, gülümsedi. Yorgun bir savaşçıyı andırıyordu. Vücudunda yüzlerce ok, mızrak yarası izi olan yorgun savaşçılar gibi bakışlarında yüzlerce, binlerce hizmet, meşakkat, fedakarlık, çile, sabır, sebat izleri parlayıp sönüyordu. Gözlerinin taaa derinlerinde hükmü verilmiş, mührü vurulmuş bir kaderin izleri; çehresinde kimseye belli etmediği, söylemediği, bir sır gibi sakladığı uzak bir kederin sancısı vardı her zamanki gibi. Üstada dair, hizmetlere dair, hayata dair, yarınlara dair, hafta sonu yapılacak derse dair havadan sudan bahsettim. Bitkin ve halsiz bakışlarında; solgun ve sararmış dudaklarında elveda demenin titrekliği okunuyordu. Ellerim bağrımda kaldı. Boş bir çuval gibi orada yığılıp kalacaktım. "Kalk Nureddin abi, kalk n'olur, hadi gidelim buradan, derse gidelim, kardeşler bizi bekliyor, hadi kalk!" diye haykırmak geliyordu içimden. Kendimi zor tuttum. Sonra şifa dileklerimle, dua temennilerimle elini sıkarak ayrıldım. Ellerindeki ölümün soğukluğu taa yüreğime kadar işlemişti.