Nurdan HUYUT
Nurs aktı gözyaşımdan…
Bediüzzaman’ın doğduğu toprağa, Nurs köyüne gitmek nasip oldu yakın bir zamanda. Birbirine sarılı bir gül goncasının en içine ulaşmak gibi bir his verdi yüreğime bu gidiş… Bir şehir, sonra onun kazası, sonra onun bir köyü… Birbirine sarılmış dağların orta yeri…
Nurs’a yönelmiş olmak, oraya ayak basmak bir zaman makinesiyle yolculuk yapmak gibi değişik duygular yaşatıyor insana. Dünya içinde her şey değişirken, illaki bakir kalmış bu topraklar eski zamanları anımsatıyor biz şehir insanına. Nurs’a doğru yollar kıvrılıyor, bazen daralıyor, bazen uçurumlardan geçiyorsunuz. Fakat oraya varma isteği, bir kez olsun görmek, bir saat olsun o evde soluklanmak dileği sizi getirip bırakıyor Nurs’un kucağına.
Bediüzzaman’ın evini hemencecik gösteriyor Nurs'lu çocuklar. Yüksekçe bir yerde yapılmış iki göz odalı bir eve giriyorsunuz. Dış kapıyla odayı birbirine bağlayan ufak girişten geçince Üstadın bebekken burada attığı adımlar ses veriyor hayalinize. Yüzlerce taşın istiflenerek yapıldığı duvarlar konuşuyor sanki. Hüzün akıyor taş duvarın gözpınarlarından. Sizinle beraber ağlıyor… Pencereden görülense yine, yine aynı manzara… Yükseklere uzanan kavak ağaçları yan yana dizili… Tıpkı Çoravanis'teki, İpek Palas otelindeki, Barla’daki ve Üstadın kaldığı diğer odalardaki pencerelerden görülen manzara mevcut Üstadın doğduğu bu evde de… Ve ilginç ki bu ev, Nurs köyünün yüksek bir mevkisinde…
O an bir tefeül açma isteği beliriyor benliğimde. Ne hazin bir sayfa açılıyor birden:
“Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde, Said’den yetmiş dokuz emvat baasam alama.”
“Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taşı, beraber ağlıyor hüsran-ı İslama.”
Yorum yapmak istemiyorum bu dizeler karşısında. Pencereden dışarı seyre dalıyorum, biraz soluklanıyorum, biraz da nakşetmeye çalışıyorum her bir detayı zihnime… Bediüzzaman’ın evinde durduğum bu kısa süre içinde sanki yüz yıl öncesine uçmuşum gibi, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi geliyor bir ara. Mirza Efendi kapıdan içeri girecek, Nuriye hanımı tandırın başında ekmek yaparken bulacak, kardeşler köyün muhtelif yerlerine dağılmış şekilde oynayacak, akşam olduğunda dini ve edebi ilk dersin alındığı aile meclisi kurulacak. Herkes payına düşeni hakkıyla alacak ve bunu ileriki hayatlarında herkese gösterecek sanıyorum. Fakat heyhat! Öte yandan, her şey değişmiş işte… Ev boşalmış, kapı eşiği boşalmış… Ne Nuriye hanımın titiz anneliği, ne Mirza Efendinin izzetli duruşu, ne medreseden dönen kardeşlerin hararetli tartışmaları, ne Kürt köftesinin kokusu, ne de ayran çorbasının ferahlığı… Hiçbir şeyden eser kalmamış.
O sırada Nurs’lu çocuklar doluşuyor içeri. Evin her köşesinde oturup kalkıyorlar. Kâh dışarı çıkıp gelenlerin peşinden koşuşturuyor, kâh soru soran biri oldu mu bildikleri kadarıyla cevaplamaya çalışıyorlar. Yarım yamalak duyuvermişler Bediüzzamanı. Biliyorlar ki büyük bir insan çıkmış köylerinden. Fakat başsız kalmış sürü misali ne yapacaklarını bilmeden dolaşıyorlar oradan oraya.
O evdeki hislerimi pek anlatamıyorum sanırım. Kelimeler çok da kolay dizilmiyor satırlarıma. Ama içimin ağladığını ya da yüreğimin sızladığını hissettiğim kesin. Böyle bir evde, böyle bir köyde doğan biri, daha çocuk denecek yaşta hayata atılıp, zor demeden, imkânsız demeden yüce bir inançla günü geldiğinde tüm dünyanın tanıyacağı bir kahraman olmayı başarmış. Tek başına, adeta dişiyle tırnağıyla mücadele vererek iman hakikatlerini kâinata duyurmuş. Bu müthiş bir şey diyorsunuz sadece, bu kadar mahrumiyetlik varken hem de… Gerçekten müthiş bir şey…
Tüm bunların yanında başka bir noktaya dikkat çekmek istiyorum aslında. Gözle görülen, işte orada, yanı başımızda hala yaşamakta olan bir Nurs gerçeğini haykırmak istiyorum adeta. Madalyonun diğer yüzü diyebileceğim bir gerçek bu… Fakirlik edebiyatı her zaman insanları etkiler biliyorum fakat benim anlatmaya çalıştığım bu olmayacak.
Nurs ki Said Nursi gibi bir asrın adamını hediye etmiş bizlere. Bu bağlamda değişik rütbelerden, değişik cemaatlerden ve değişik fikirlerden insanlar zaman zaman ziyaret etmiş buraları. Nurs adını herkes duymaya başlamış Üstadın dediği gibi. Çeşitli hizmet faaliyetlerine ev sahipliği yapmış. Geleni bağrına basmış. Hepsi güzel hoş da gelin görün ki Nurs halkı…
Nurs halkı fakir, Nurs halkının hali iç acıtıyor. Nurs halkı bizim kolaylıkla ulaşabildiğimiz birçok şeyden yoksun. Çocukların hali gelecek nesil adına düşündürüyor insanı. Üstadın evine giden yol, evin önünde her an düşmeye müsait bozuk basamaklar bile üzerken sizi, insanların hali çok daha derin bir yara açıyor benliğinize.
“Peki ya ne yapılmalı? Orası bir köy sonuçta ve onlarca köy halkı var bu şekilde" diyebilirsiniz. "Eksikleri gidermek devletin işidir” de diyebilirsiniz. Fakat bana göre durum böyle değil. Hani bir şarkı öğretmişlerdi bize ta anasınıfında, ilkokulda…
“Orda bir köy var uzakta,”
“O köy bizim köyümüzdür.”
“Gitmesek de, gelmesek de,”
“O köy bizim köyümüzdür.”
Nurs da bizim köyümüz olmalı. Gitmediğimiz ama varlığımızı her an oralarda hissettirdiğimiz bir köy olmalı. Nurs insanlara mal olmuş bir belde olmalı veya eğer öyleyse neden onun için bir şeyler yapılmıyor? Neden hepimizin de takdir ettiği “Falan ülkeye, falan memlekete yardım” gibi kampanyalardan sadece bir tanesi bile hepimizin gönülden destekleyeceği bir “Nurs köyüne yardım” amacını taşımıyor?
Ramazan ayının rahmeti kuşatmışken her yanı, neden bir büyüğümüz çıkıp da: “Hadi bu defa da yardımlarımızı, zekâtlarımızı, fitrelerimizi kardeşlerimiz olan Nurslulara gönderelim” demiyor? Nurs hepimizinse eğer, Nurs’a kadar gidilip hizmet faaliyetleri yapılıyorsa eğer, neden Üstadın doğduğu bu güzel köye yardım elimizi uzatmıyoruz? O köy halkına bir nebze olsun yardım da bulunmuyoruz?
Neden? Niçin? Soruları üşüşüyor zihnime. Elimden bir şey gelmeyince sığınıyorum işte bu satırlara. Belki bu sessiz çığlığı birileri duyar diye umuyorum. Bu düşüncelerimin yanı sıra orada var olan bir gerçekliğin daha farkına varıyorum, o da şu; Nurs’a giderseniz, tam aksine Nurs’luların size ekmek, peynir, vs. getirdiğini, neyi varsa sizinle paylaşmaya hazır olduklarını da göreceksiniz ki bunun vakıaları çok oluyor. Onlar el açan bir halk değil elbette. Fakat onlara yapılacak yardımın gereğini bizler düşünmeli ve harekete geçmeliyiz. Nurs’a gönülden yardım elimizi uzatmalıyız. Bunu en başta Allah için, sonra da Risale-i Nurun hatırına, Üstadın sevgisi uğruna yapmalıyız elbette.
Her şeyden sıyrılıp, Nurs dağlarından aşağı doğru inen arabanın içinde tüm bunları düşünüp duruyordum. Büyük bir organizasyonun yapıldığını, Nurcu kardeşlerin, Nur dairesinde bulunanların veya bu amacı kendine vazife bilen tüm insanların elden geldiği kadar yardımlarını birleştirdiğini, bir nebze olsun maddi ve manevi olarak Nurs’a yardım ettiğini hayal ediyordum. Diğer yandan ardımda bıraktığım safi hayatı ve safi insanları da katıyordum bu manzaraya. O sırada elimde olmayarak gözlerim yaşarıyordu ve her bir damladan; “Nurs” akıyordu…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.