Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Nurun temel hakikatlerinden bazıları

Aşağıdaki mesaj gibi pek çok mesajlarla karşılaşıyorum. Sonuncusu bu. Türkiye ve yurt dışından böyle şeyler gönderen Nurlu arkadaş ve Ağabeylerime nezaketle cevap verip, Nurun hakaikini anlatmaya çalıştım.

Önce gelen mesaj:

Amsterdam’da bir imam kardeşimiz her Cuma günü 10-11 yaşındaki oğluyla şehrin sokaklarında dolaşır, İslâm’a dair kaleme aldığı küçük risaleyi dağıtır, insanları İslâm’a davet edermiş. Yine bir Cuma günü rahatsız olduğundan oğluna, “Bu hafta tebliğ için çıkmayalım” der. Bir insanın hidayetine vesile olmanın ne büyük bir devlet olduğunun hazzını defalarca yaşayan çocuk, babasına yalnız çıkma noktasında ısrar eder. Şiddetli yağışın da olduğu soğuk bir kış günü İmam, oğlunun ısrarlarına dayanamaz ve “peki” der, onu gönderir. Çocuk Amsterdam sokaklarında dolaşır ve her gördüğü kişiye o risaleyi takdim eder, muhatablarına, “Allah, seni cennetine davet ediyor.” der. Fakat hava soğuk olduğu için sokaklarda pek kimseler yoktur. En son elinde tek bir risale kalır, verecek birilerini arar, bulamaz. Sonunda bir kapıya gelir ve defaatle zili çalar lakin kimse kapıyı açmaz. Tam dönerken yaşlı bir kadın açar kapıyı. Kadın, karşısında bir çocuk görünce ona, “Niçin geldiğini sorar.” Çocuk, “Allah, seni cennetine davet ediyor. Kur’ân’a iman etmeye sonra da ondaki buyrukları yaşamaya davet ediyor, gelir misin?” der.

Çocuk kitapçığı verir ve geri eve döner. Ertesi cuma, namazdan sonra babası mutad olduğu üzere cemaate vaaz eder. Ardından soru-cevap faslı başlar. Salonun arka taraflarında oturan kadınlardan biri ayağa kalkar ve şunları söyler: “Ben önceki haftaya kadar Hıristiyandım, eşimi kaybettim, çocuklarım da yok, hayatta birinci derece tek bir yakınım olmadığından aylardır kimse kapımı açmadı. Yapayalnızdım. Yalnızlıktan tarifi imkânsız bir krize girmiştim. Herkesin benden nefret ettiğini, topluma yük olduğumu düşünüyordum. Çünkü Batı’da emekli bir vatandaş topluma yük kabul edilir. Ölse de devletin yükü hafiflese diye düşünenler vardır. Lakin siz müslümanlar, insanlar yaşlanınca onlara hizmet etmeyi ibadet kabul edersiniz.”

Kadın bu duygular içerisinde evinin yatak odasına çıkar, tavana bir ip bağlar, halkayı da boynuna geçirir. Tam ayağını sehpaya vurup intihar edecekken zil çalar. O ise, “Benim kapımı kim çalar ki?’’ deyip biraz bekledikten sonra tekrar intihara teşebbüs eder. Zil ısrarlı bir şekilde çalınınca kadın ipi boynundan çıkarır ve kapıya yönelir, karşısında duran çocuk ona, “Ben Hz. Muhammed’in (asm) öğrencisiyim, Allah seni Cenneti’ne davet ediyor” deyince sarsılır, çocuğun kendisine verdiği kitapçığı alır, okur ve Müslüman olur.

Kadın sözlerini şu ifadelerle tamamlar, “Bana şu anda dünyada en mutlu insan kimdir, diye sorsalar tereddüt etmeden, kendimi gösteririm. Bundan sonraki ömrümü benim gibi zavallıların kurtuluşuna adadım. Ben de o çocuk gibi hayatımın geri kalan bölümünde Amsterdam sokaklarında dolaşacak ve insanlara ‘Allah, sizi cennetine davet ediyor.’ diyeceğim.”

***

Üstadımız bize, “...Vazife ise... hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır, O’na tevekkül edip emniyet etmektir” diyor.

Fakat; bazen, sakat doğan kızını yıllarca çok üstün hastanelerde pek çok ameliyatlarla şifaya ulaştıramayan, Mekke’de cami yapan bir Türk mimar, Kabe’de salavat getirince hasta kızının tamamen düzelip koştuğunu kardeşler mesajla anlatıyor...

Bazen, Suriyeli zengin bir hanıma, savaş sebebiyle muhtaç halde iken Türkiye’de yardım edilirken çok dualar ediyor. Sekeratta dualarına olağan üstü olarak Rabbimiz cevap veriyor. Bir yaşlı hanım hissi bir tarzda bu olayı, dua ile ulaşılan (!) bu kerametkârane hali anlatıyor. Pek çok mesajla bunu bizlere gönderiyorlar.

Halbuki; Üstadımız: ”Hazret-i Yakup'tan sorulmuş ki, "Niçin Mısır'dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan Kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demiş ki: "Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz." (Yani Allah gösterir ise görebiliyorlar. İstemez ise göremiyorlar. Mucizeler de ihtiyaç olunca Allah isterse vuku buluyor...)

Çoğu kez imtihan sırrı gereği her şey sebeplere bağlı yaratılıyor. Mühim olan esbaba bağlı zuhuratı Allah’tan bile bilmektir; işte Risale-i Nur bunu anlatıyor!

Affınıza sığınarak aşağıdaki Nurun metinlerini dikkatle ve mütalaalı okumanızı istirham ediyorum. Bu meselelerin esasları buralarda ortaya konuyor.

Müminler ve dahi Nurlu Müminler kolaycılık yapıp adeta İslamın temeline aykırı tarzı anlatıyor, nazara veriyor, uygun telakki ediyor. Amma böyle meseleleri hayatında göremeyen milyonlar itikatlarını zedeliyor.

Böyle şeyler olamaz mı? Evet Rabbim isterse olur. Fakat  imtihan sırrı gereği olmuyor.

Olsa da özel ihsandır, asla genellenemez. Umuma yol olarak anlatılamaz!

A-“Eğer denilirse: Resul-i Ekrem (ASM), madem -Habib-i Rabbü'l-Âlemîndir.1 -Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattir.2 -Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melâikedir.3 Ve -bir avuç su ile bir orduyu sular.4 -Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir.5 -Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla, o bir avuç topraktan her küffârın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır.6 -Ve daha bunun gibi bin mu'cizat sahibi olan bir kumandan-ı Rabbânî, nasıl oluyor da Uhud'un nihayetinde 7 ve Huneyn'in bidâyetinde MAĞLUP oluyor?8

ELCEVAP: Resul-i Ekrem (asm), -nev-i beşere •muktedâ ve •imam ve •rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemâlin kavânin-i meşietine itaate alışsınlar ve desâtir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler.

Eğer Resul-i Ekrem (asm), hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima •harikulâdelere ve •mucizelere istinad etseydi, o vakit -imam-ı mutlak ve -rehber-i ekber olamazdı. İşte bu sır içindir ki, yalnız dâvâsını tasdik ettirmek için, •ara sıra, •indelhâce, -münkirlerin inkârını kırmak için mucizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasıl ki herkesten ziyade evâmir-i İlâhiyeye itaat etmiştir; öyle de, •hikmet-i Rabbâniye ile ve •meşiet-i Sübhâniye ile tesis edilen •ÂDETULLAH kavâninine herkesten ziyade ve itaat ederdi. •Düşmana karşı zırh giyerdi,1 •"Sipere giriniz" emrederdi.2 •Yara alırdı, zahmet çekerdi.3 Tâ, tamamıyla •hikmet-i İlâhiye kanununa ve •kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübrâya mürâat ve itaati göstersin. (Lem’alar, 149)

B-“Cenâb-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbab daire-i itikada galip ise de, âhirette hakaik-i itikadiye tamamen tecellî etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde, •daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan Mutezile olur ki, tesiri esbaba verir. Ve keza, •daire-i itikadda iken, ruhuyla, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkülle nizâm-ı âleme muhalefet eder.”(İşaratül İcaz, 41)

C-“Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.” (23.Sözden)

D-“...TEVHİT dahi iki çeşittir. Biri- tevhid-i ÂMİ ve zahirîdir ki, * "Cenâb-ı Hak birdir; * şeriki, naziri yoktur. * Bu kâinat O’nundur." İkincisi- tevhid-i HAKİKİ ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya herşeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve herşey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir veçhile hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.

Biz dahi, şu Sözde, o halis ve âli tevhid-i hakikîyi gösterecek şuaları zikredeceğiz. Birinci nükte içinde bir ihtar: Ey esbab-perest gafil! Esbab bir PERDEDİR; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâli iktiza eder. Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı Rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rububiyetin temâşâger nazırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar Kudretin izzetini, Rububiyetin haşmetini izhar içindir, tâ umur-u hasise ile Kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pîşe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat ittihaz etmiş değildir. Demek esbab vaz edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira, âyinenin iki vechi gibi, herşeyin bir MÜLK ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri MELEKÛT’tur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedâniyenin izzetine ve kemâline münâfi hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat cânibinde herşey şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münâfi değildir.

Onun için, esbab sırf zahirîdir; melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur. Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i lâtif suretinde bir temsil-i mânevî rivâyet ediliyor ki: Hazret-i Azrail aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakka demiş ki: "Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekvâ edecekler, küsecekler." Cenâb-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona demiş ki: "Seninle ibâdımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım—tâ şekvâları onlara gidip

...tevhid dahi iki çeşittir. Biri- tevhid-i âmî ve zahirîdir ki, "Cenâb-ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu kâinat onundur." İkincisi- tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya herşeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve herşey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir. Biz dahi, şu Sözde, o halis ve âli tevhid-i hakikîyi gösterecek şuaları zikredeceğiz. Birinci nükte içinde bir ihtar: Ey esbab-perest gafil! Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâli iktiza eder. Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı Rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rububiyetin temâşâger nazırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar kudretin izzetini, Rububiyetin haşmetini izhar içindir, tâ umur-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pîşe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat ittihaz etmiş değildir. Demek esbab vaz edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin.

Zira, âyinenin iki vechi gibi, herşeyin bir mülk ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri melekût'tur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedâniyenin izzetine ve kemâline münâfi hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat cânibinde herşey şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münâfi değildir. Onun için, esbab sırf zahirîdir; melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur. Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i lâtif suretinde bir temsil-i mânevî rivâyet ediliyor ki: Hazret-i Azrail aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakka demiş ki: "Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekvâ edecekler, küsecekler. " Cenâb-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona demiş ki: "Seninle ibâdımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım—tâ şekvâları onlara gidip senden küsmesinler. "

İşte, bak: Nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail aleyhisselâmın vazifesine mütealliktir. Öyle de, Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münasip (S, 390-391) düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlâhiyeye bir perdedir. Evet, •izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. •Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.(392)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum