Mikail YAPRAK
Öksüzler ve yetimler günü
İki yüzlü Batı’nın icadı olan bir “Anneler Günü” daha geride kaldı. Kendimi bildim bileli zaten hep bu günün geride kaldığına sevinebildim, geldiğine değil. Ama geldiğine sevinenlere ve sevinçle kutlayanlara da saygılı olmuşumdur. Hem sevgili ve değerli annelerin anılmasına niye karşı olalım ki.. Bu değerli varlıkların, özel bir gün ile anılması; şerleri daha fazla olan bir medeniyetin hayırlarından bile sayılabilir. Hele bir de, hayat aşkıyla ölümün, dünya aşkıyla ahiretin, imansızlık cereyanıyla Allah'ın unutturulduğu Batı felsefesinin ürünüyse bu, artılar hanesinde bile görülebilir.
Aslında, bu meselenin, menfaat sektörünce suistimaline ve bizim de körü körüne taklitçiliğimize hayıflanmalıyız. Ve iki yüzlü Batı’nın hangi yüzle bu değerli ve sevgili varlıkları andığı merak edilmeli. Elinde bulundurduğu silâh gücünü, kendince zayıf bulduğu ve dişini batırdığı noktalara vura vura, her yıl binlerce yavruyu annesiz ve babasız bıraktığı yüzüyle mi, anneleri ve babaları anıyor? Kendi toplumunda bir kız çocuğunun, annesinin mezarına çiçek götürdüğü gün, Anneler Günü olarak ilân ediliyor da, Filistin’de evinin enkazı altında kalan anne, baba ve diğer sevdiklerine ağlayan kızcağızın hali hiç mi bir şey ifade etmiyor?
«««
Yukarıda “kendimi bildim bileli” derken, bildik tabirin ötesinde bir şey söylüyorum. Hayatı tanımaya başlamak yahut iyiyi kötüden ayırt etmek tabirlerinin ötesinde bir şey. Zaten Türkiye’nin “Anneler Günü”nü kutlama çağdaşlığına(!) erişmesi, benim bebeklik çağıma rastlıyor. Sonrasında ise böyle bir kutlama adına en ufak bir kareye yer olmamıştır hayatımda. Yani bilinen anlamdaki, kendimi bilmemin de, böyle bir günü bilmeme ve tanımama katkısı olmamıştır.
Gerçi “kendimi bilmek” ifadesi biraz maksadını aşıyor. Zira kendini bilmenin apayrı bir değeri, bir derecesi vardır. Ancak kendini bilendir ki, Rabbini de bilir. Öyleyse buna “farkına varmak” diyelim. Farklı bir alana girmek, farklı şeylerle karşılaşmak.. Ama dolu dolu girmek. Kendi itikadıyla, kendi kültürüyle, kendi birikimiyle girmek. Sonra karşılaştığı farklı şeyleri, kendi ölçüleriyle mihenge vurmak. Uyanı almak, uymayanı bırakmak. Çok şükür ki, İslâmî birikimimle ve imanımla, vicdanımın ziyasıyla ve aklımın nuruyla ve yaş kırka kadem bastıktan sonra tanıştım Avrupa kültürüyle ve bu ironik “kutlama günleri”yle.. Sevgililer Günü, Anneler Günü, Babalar Günü vesaire..
Batı kültürüyle iç içe yaşamaya mecbur olduğumun ilk günü, bu alanda farkına varmamın milâdı sayılır. Çünkü buranın okullarında eğitim ve öğretim görevini üstlenen biri olarak, bu meselelere tamamen lâkayt kalamadım. Bundan sonradır ki, böyle günlerin geldiğine değil, geride kaldığına sevinir oldum. Ama bu yıl kriz dolayısıyla fazla israfa gidilmedi. Menfaat sektörü umduğunu bulamadı. Öğrencilerimiz, yazdıkları şiirlerle, çizdikleri resimlerle annelerinin huzurlarına çıktılar.
«««
1908 Amerika menşeli olan ve Türkiye’ye 1955’de sıçrayan “Anneler Günü” geleneğiyle ancak 1990’larda Avrupa’da yüzleşmiş olmam, belki yadırganabilir, ama inanın ki böyle bir gün adına daha öncesine ait en küçük bir kareye rastlayamıyorum kendi dünyamda. Avrupa’da yeni yeni telâffuz etmeye başlamıştım ki, 1993’ün 12 Mayıs’ında sevgili annemin vefat haberi geldi. Anneler Gününde “annesizler” zümresine dahil oldum. O günden bu güne, her yılın “Anneler Günü”, eğer bana bir şey hatırlatıyorsa, sadece annesizleri hatırlatmış oluyor. Ama annemi hatırlamama hiç- bir katkısı olmuyor. Zira annem zaten her namazda duâlarımda, hatıralarımda ve rüyalarımdadır. Herkesin kendi annesiyle, benim kendi annemle olan bağım nere, göstermelik Anneler Gününün pompaladığı bir günlük hava nere?
Her insanın kendi annesiyle ilk ana rahminde buluştuğu sanılmasın. Bebekliğimizi ve öncesini hatırlamamış olmamız, o safhaları karanlığa mahkûm etmesin. Her şey insanın kendi malûmatına tabi değildir. Ruhlar olarak ilk yaratılışımızı ve Rabbimize verdiğimiz sözü şimdi hatırlamıyoruz, ama zamanı gelince hatırlatılacaktır ve hatırlayacağız. İlk yaratılışımızdan bu güne kadar ve ebede kadar her şey Rabbimizin nazarındadır. Levh-i Mahfuz’da her şey kayıtlıdır. Ezel ve Ebed Sultanımız, dünyaya gelişimizde mazimizi unutturuyor, ama dönüşümüzde her şeyi hatırlatacak, her şeyle yüzleştirecektir. Mazimiz, istikbale dönüşecektir, zira O’ndan geldik, O’na dönüyoruz.
(Öyleyse şimdiden; günah ve ayıplarımızın örtülmesi için yürekten bir “Ya Settar” diyelim..)
«««
Şimdi akla gelebilir:
Madem ki, mü’min için kısacık bu dünya hayatı, nasıl geçerse geçsin, meraka değmiyor. Madem ki, ilk yaratılışımızdan Ebede kadar yolculuğumuzda, mazimizden ve istikbalimizden koparılmış, perdelenmiş, sarılıp sarmalanmış bir imtihan safhasıdır. Kısa parantez içi gibi bir andır. Ölümle uyandığımızda rüya gibi gelecek bir zaman dilimidir. Öyleyse böyle bir zaman diliminde, öksüz ve yetim kalmayı da mesele yapmayalım. Bırakalım, insanlar, henüz hayatta olan anne ve babalarını gönüllerince ansınlar, sevsinler.. Anneler Günü, Babalar Günü yapsınlar.
Tamam, hem anneler, hem Babalar Günü onlara mübarek olsun. Ben yetim ve öksüz biri olarak, onları kıskanmıyor, bunun kompleksine kapılmıyorum. Zira dünyada milyonlarca öksüz ve yetimler vardır. Her an, her saniye buna yenileri ekleniyor. İşte gazetemiz Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz de, bizim zümreye dahil oldu. Ya Bilge Köyündeki yürek yakan hadisede, öksüz ve yetim kalanlara ne demeli? Afganistan’da, Irak’da ve daha bilmediğimiz, duymadığımız nerelerde, nerelerde..
Zaten Habib-i Ekrem Efendimizin hem yetim, hem öksüz büyümüş olması da, teselli kaynağı olarak bize yetiyor ve artıyor bile. Öyleyse mesele nedir?
Mesele şudur:
Geliniz ülkemizde ve dünyada bu kadar anılan günlere bir yenisini daha ekleyelim ve bunun kabul görmesi için çalışalım:
“Öksüzler ve Yetimler Günü”
Yeni Asya
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.