Özgürlüğün bedeli
Her zaman olduğu gibi gülümsedi. Ama bu gülümseme, hayatın bütününe karşı duyduğu saygının tüm motiflerini yansıtan ruh halinin gülümsemesiydi...
Cemil Karakullukçu'nun yazısı...
Oymalı kapının pirinç kolunu zorla çevirdi. Kapıdan içeri girip çalışma masasına yakın odanın tam ortasına gelince, içinde ne olmuşsa, sanki bir depreme tutulmuş gibi sarsıldı. İçine kulak kesildi. Fizyolojik yapısında bir şeyin olmadığı kesindi. Ama onu sarsan ne ise, çok derinden geliyordu. Belki varoluşunun tellerinden birine dokunulmuştu. Saçından tırnak uçlarına dek sarsılmamış yeri kalmamıştı. Doğrusu bir acayip olmuştu. Ama " Şuramda, şuracığımın bir yerinde şöyle, böyle bir şey oldu" diye de bunu niteleyebilmekten uzaktı işte. Film gibi geçmişini yaşadı. Geleceğini de görür gibi oldu. Ölüm anına ve ölüm sonrasına uzandı. Saniyenin bilmem kaçı kadar süratte, oracıkta hem bir bebek, ölüm meleğinin karşısında hem ak saçlı, titrek ve kambur bir ihtiyar oluvermişti.
Kendine gelince "Hayır!" dedi. "Hayır" sesi başkasının bulunmadığı evinin içinde yankılandı. İçindeki direnişe bir ret haykırışıydı bu. Doğrusu özgürlüğünün sesiydi. İçsel baskıya bir baş kaldırışıydı. Kararlılığı yüzüne yansımıştı. İrileşen siyah gözlerini bir sağa, bir sola çevirmişti. Bu görünüşüyle, hasmını bir hamlede yere seren tam bir savaşçı gibiydi. Yüzü gerilmişti. Gözlerinin üstünü yapay gibi örten kaşları, yüzüne bir de heybet veriyordu. Tahta tavandan sarkan güllü avizeye gözü ilişince dengesi bozulur gibi oldu. Sağ ayağını hafif kaldırıp sağa kaydırınca dengesine yeniden kavuştu.
"Hayır"ı yüksek sesle seslendirmesine kendisi de şaşırdı ve biraz da utanır gibi oldu. Yüzündeki gerginlik uçuverdi aniden. Yerine bir sevecenlik ve teslimiyet geldi. Kararlı tutumunu yansıtan bir gülümseyişle, "Özgür insan, yalnızlığı da göze alabilendir" diyerek, kendi deneyimi sonucunda ulaştığı ruh halinin bu sözlü ifadesini tane tane, üstelik her kelimeye vurgu yaparak söylemişti. Doğrusu bu sözle kendini uyarmış oluyordu. Bir önceki “Hayır"a karşı, şimdi, âdeta her kelimesi, hatta her harfi bedeninin bir parçası haline gelmiş bu cümlesinin olumlu mesajıyla doluyordu.
Bedeni gevşemişti. O anda tattığı yalnızlık değildi kuşkusuz. Belki de güçlülüğün, moralin ve doluşun ta kendisiydi. Belki de, bunun ötesinde bütün bedenini saran, kendisinin tanımlayamadığı bir haz dalgasının tüm hücrelerince özümsenmesiydi.
Çalışma masasına yöneldi. Üstünde kitaplar yığın yığındı; oldukça da karışıktı. Çoğu sayfaları arasına notlar yazılı kâğıtlar konulan kitaplarını, canlıymışlar gibi, özenle dizdi. Yumuşak uçlu kurşun kalemi ile kırmızı kuru boya kalemini ayrı bir sıcaklıkla elleyip kalemliğe koydu. Bir ayçiçeğine benzeyen masa lambasını boynu büküklükten kurtardı; şamdanını da olduğu yerden biraz öteye çekti. Çalışma odasını şöyle düzene sokarak, her bir eşyasına adeta moral verdi. Bir tür özgürlüklerine kavuşturdu. Ona göre özgürlük, düzendi, moraldi, dirilişti, cesaretti, korkaklık ise hiç değildi. Yalnızlık da değildi hani. Özgürlük bir güçtü. Tüm nesnelere meydan okuyan, potansiyel gücü harekete geçiren ve etki alanına giren her şeye onurlu hayat veren acayip bir iksirdi.
Odasını şöyle bir gözden geçirdi; güleç yüzüyle "Bak! Ne de güzel oldu" dedi duyulacak kadar bir sesle. Çalışma masasına oturdu. Kâh kitaplarına, kâh düzene sokulmuş ve ama pek de öyle yeni olmayan eşyasına baktı. İçindeki özgürlük, yüzüne gülücük ve tatlılık olarak yansımıştı. Odasının içinde kitabından, şamdanından, kurşun kaleminden, avizeden, dayama yastığından, koltuğundan, yerdeki antika kilime kadar hiçbir şey yoktu ki, onun tatlı bu hali ona sinmiş olmasın. Eşyası, odası ve evi gülüyordu.
Kolundaki saate baktı. Saat tam on biri gösteriyordu. Haftanın yalnız Çarşamba, yani bu gün, dersi öğleden sonraydı. Gözünü bir müddet saatten ayırmadı. Bir şey düşündüğü belliydi. Eski sevecen ve güleç hali kaybolmuştu. Pek de tombul olmayan yanakları hafif pembeleşmeye başlamıştı. İçinden geçenleri uzaklaştırmak istercesine aniden pencere tarafına baktı. Camdan sızan ışık huzmesi tam saatinin katranına vuruyordu. Oradan da, o zamana dek seyretmeye doyamadığı duvarda asılı manzaradaki ufkun bittiği noktaya yansıyordu. Ufuk ötesini görür gibi gözleri canlanmıştı bir anda. Yanaklarındaki pembelik de gitmişti.
"Özgür olmanın bir bedeli olmalı" dedi kısık bir sesle. Biraz durdu. Derinden bir nefes aldı. Güzel şeyleri çağrıştırmış olacak ki, " Okul benim fobim olmamalı" sözünü haykırırken, yumruğunu istem dışı masaya vurmuştu. Ama vurmasıyla da, kendine gelmesi bir oldu. Biraz hayret ve biraz da rıza duygusunu yansıtan her zamanki gülüşüyle yüzü yeniden ciddileşti.
Okulda yaptığı şey neydi? Öğrencilerine olan yaklaşımı diğerlerine benzemiyormuş. Öğrencilerin ona ilgisi bir başkaymış. Sahiden ne yapıyordu? Özlü ifadeyle, yapılması gerekeni yapıyordu. Ama kendisiyle birlikte tam on üç öğretmenin bulunduğu bir okulda, öğrencilerin dışında, ortak paydaları öğretmenlik olan bu insanlarla, sıcak ilişkilere girememesinin nedeni ne olabilirdi? Tüm öğrencilerle kurduğu o etkin diyaloga karşılık, öğretmenlerle yabancılık çekmesi ne ile açıklanabilirdi? Bir tarafta onu seven sayısı dört yüzü aşkın bir gençlik, diğer tarafta ona soğuk duran yöneticisiyle birlikte ortak paydaları öğretmenlik olan on iki insan. Burada bir tezat yok muydu? Çoğu günahsız birkaç yüzü bulan öğrenci kitlesinin değer yargısına mı, yoksa hayatın kirlerine bulaşmış bir avuç insanın değer yargısına mı bakılmalı? Olması gereken; yarının büyükleri olacak gençlerin önlerinin açılması, yeteneklerinin gelişmesi değil miydi? Dört yüz bilmem kaç öğrencinin her biri bir çiçek gibi gelişebilecek özgür bir ortam ve ilgi beklemekteydi. Sevgi ve hoşgörüden uzak bir havayı teneffüs ederlerse, kurumaları söz konusu olmaz mıydı? "Olmaz böyle bir şey" dedi. Yüzü sertleşti. Birilerini, ne pahasına olursa olsun, başkalarından korumak için kanat geren bir psikolojiye büründü. Ayağa kalktı. Kilim desenli tekli koltuğuna kadar yürüdü. Sevgi ve hayatın anlamını bekleyen bu günahsız küçük insanlara, gösterilmesi gerekenin sergilenmesi karşısında çekilen bu tatsızlıkların hiç de önemli olmadığını düşündü. On iki insana, meslek arkadaşları da olsa, sırf onları memnun etmek ve onlara yaranmak için, onlardan yana tutum değişikliği girişiminde bulunmasını bir iki yüzlülük olarak kabul ediyordu. Olması gerekenden nasıl uzaklaşabilirdi ki? Etik de olmazdı pedagojik de. Öğretmen demeye dilin varamadığı birkaç kişiye yaranması ve biraz olsun rahatlaması için, empatik yaklaşımlardan, yardımsever duygulardan ve her şeyden önemlisi özgür eğitim anlayışından uzak mı kalsaydı? Öyle mi? Hayır, böyle bir şey olamazdı. Bunları düşünmesi bile iğrenç geliyordu ona.
Onun bir kişiliği yok muydu? Olması gerekeni yapmakla, içsel rahatlığa kavuşan bir kişiliğe sahipti doğrusu. Açığa vurmamış olsalar bile, ona bir anlamda psikolojik baskı yapan arkadaşlarına, hayatı gibi kabul ettiği düşüncelerini, tutumlarını, inancının gerektirdiklerini, özgür davranışlarını, sevgilerini, hayallerini ve ümitlerini bir çırpıda yok sayarak asla yaranamazdı. Buna yeltenmektense, ölümü yeğlerdi. Hem arkadaşlarına karşı bir saygısızlığı yoktu ki. Olumsuz tavırlarını yoğunlaştırdıklarında, ilkin olup bitenin farkına bile varamamıştı. Önce kendini yoklamıştı. Bir anlamda sorgulamıştı. Çünkü onun karşısında tam on iki kişi vardı. Üstelik aynı mesleği paylaşıyorlardı. Onların karşısında tekti ve haksız da olabilirdi.
Ama madalyonun öteki yüzü öyle değildi. Öğrencilerin üzerinde etkin olan oydu. İlgi odağı olmuştu öğrencilerin. Sessiz ve içten dinlenen ders onundu. İple çekilen ders onun dersiydi. Teneffüslerde bile öğrenciler onun etrafını sarıyordu. Derslerinde problem yaşanmayan biri varsa, ancak o olabilirdi. En ideal sınıf onun sınıfıydı. Öğrenciler onunla bambaşka bir havaya girmişlerdi. Hayatın ağırlıklarına katlanmaktan bile zevk duymağa başlamışlardı. Kişiliklerini bulmuşlardı kişiliklerini. Özgürlük nedir, adalet nedir, sevgi ve saygı nedir ve çağdaşlık nedir? Tüm bu ve buna benzer kavramlarla ilk kez onunla tanışıyorlardı. Kocaman birer insan olduklarının farkına yeni yeni varıyorlardı. Öğrencilerde olan bu değişiklikler, öğretmenlerin gözünden kaçıyor muydu sanki? Gelişmelerin merkezinde o vardı hep. Belki bu nedendendi soğuk ve anlamsız tavırları. Belki de ne demek? Başka ne olabilirdi ki? Davranış ve tutumlarına bir isim vermek istemiyordu aslında.
Kıskançlık demek istemiyordu hani. Öyle ya da böyle, bir sıkıntı vardı ve sıkıntının kaynağı da, günahsız bile olsa kendisiydi. Bunu anladı anlamasına, ama doğrusu bilmek istemiyordu. Düşündükçe içi burkuyordu. Onların sergilediği bu soğuk ve bilgisizce tavra kızmıyordu; doğrusu üzülüyordu yalnızca. Bu soğukluğu ne kadar sıcaklığa döndürmek istemişse de başarılı olamamıştı.
Bir yandan bunları düşünürken, diğer yandan da bu okulda göreve başladığının ilk günlerini hatırlamaya çalıştı; tüm geçmişi canlanıverdi karşısında, üstelik tüm ayrıntılarına varıncaya dek. Oldukça fırtınalı bir günde okula gelmişti. O ne müthiş tipiydi! Nerden estiği belirsiz rüzgâr, şemsiyesini alabora edip işe yaramaz hale getirmişti. Kendini sırılsıklam okul kapısından içeri zor atmıştı. İlk rastladığı ve sonradan müstahdem olduğunu öğrendiği birisine müdürü sormuştu. Biraz süzdükten sonra, müdür odasının üst katta, merdiven çıkışının tam karşısında olduğunu, aldırmaz bir tavır içinde, iyi ki söylemişti. Müstahdemin bu tavrı pek de hoşuna gitmemişti ya. Müdür odasına girince, müdürü gürül gürül yanan sobanın başında ancak fark edebildi. Kendini tanıttıktan sonra, "Gelişim fırtınalı bir kış gününde oldu, gidişim baharda güzel bir günde olsa bari" dediğini hatırlamıştı. Müdür alayla karışık babacan bir tavır içinde onu karşılamış ve üzerini kurutması için yer göstermişti. Birkaç dakika sonra zil çalınca, ısınmak için geldikleri müdür odasında öğretmenlerle de tanışmıştı. Yüzlerine dikkatle bakmıştı hepsinin. Aralarında okuyan, araştıran, merak eden ve empatik bir kişiliğe sahip olan hiç kimse yoktu. Hayatın anlamını, öğretme sanatının yüceliğini henüz kavramış olmadıklarını, bunun yanı sıra kaba da olsa kendilerinde olumlu iletişim kırıntısını göremeyince de içinin cızladığını hissetmişti. Daha ilk günde, bu okulda görev yapacağı süre içinde pek de güzel şeylerin olmayacağını kestirmişti. O gün hissettiklerini şimdi yaşıyordu işte. Perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğunu az çok o da tahmin etmişti. Gülümsedi, ama acıları açığa vuran bir gülümsemeydi bu.
Boş geçen Türkçe derslerine, isterse hemen girmesini istemişti müdür bey. Üzerini kuruttuktan sonra bu teklifi o da uygun görmüştü. Hangi sınıfa girdiğini hatırlamamıştı; ama çocukların o karamsar ve ümitsiz yüzlerini hatırlamada gecikmemişti. Üşüdüklerini fark edince, gülerek "siz de üşümüşsünüz!" dediğini, onların da yarı ıslak üst başını süzdüklerini görür gibi olunca da üçüncü kez gülümsedi. Ama gülüşü tatlı bir sevincin belirtisiydi. Onun her gülüşü, ister acıların ve isterse sevinçlerin belirtisi olsun, içinin merhemi gibi onu rahatlatıyordu. O koca üç yılın anıları, tüm ayrıntılarına dek canlanıverdi oracıkta. Üç yıl, küçülmüştü de birkaç saniyelik zaman dilimine sıkışmıştı sanki. Hayal ve ruh için zaman kavramı onu şaşırtmıyor değildi. Ama ne olursa olsun, öğrencilerin karamsar bakışlarında bile bir ümit ışığı görmüştü. Sevgiyle daha çok parıldayacağına ta ilk günlerde inanmaya başlamıştı. "Bakın ben de ıslandım" diyerek, onlarla bir empati kurmak istemişti. Hayatın bu güçlüklerine katlanmanın gerekliliğini vurgulamıştı. Acıların ve acılara dayanmanın basbayağı bir zevk olacağını, ilk kez ondan duyuyorlardı. Gözlerindeki parıltı fazlalaşmıştı. İlerleyen günlerde, öğrencileriyle iyice kaynaşmıştı. Öğrencilerden yana öyle ama, öğretmen arkadaşları arasında böylesi bir kaynaşmayı başlatması şöyle dursun, aralarındaki ilişki, gün geçtikçe daha da soğuk bir havaya giriyordu. Müstahdemin o ilk aldırmaz tavrı ise çoktan saygıya dönüşmüştü.
O üç yılın bilmem hangi zaman diliminde müdür onu odasına çağırmıştı. Her şey güzel de, öğrencilere sergilediği tavrın hiç de disipline uymadığını, biraz sert davranmasının gerektiğini, öğrencilerin yumuşaklıktan anlamadığını, diğer öğretmenlerin etkinliğinin zayıfladığını, kendisinin bu yumuşak tavrından öğrencilerin ilgi odağı olduğunu, çocukların duygularından yakalayıp onları okulun disiplininden uzaklaştırdığını, öğrencileri alışılmışın dışına sürüklediğini ve bir anlamda duygu sömürüsü yaptığını, pek öyle rahat olmayan bir tavır içinde söylerken, yüzünün renkten renge girdiğini o gün gibi görüyordu. Müdürün bir ültimatom anlamındaki cümlelerini peş peşe sıraladığı o an, gözünün önünde canlandıkça da yüzü kâh ekşiyor ve kâh kızarıyordu. Ama acı gülüşlerini de eksik etmiyordu yüzünden.
Zamanın çok geçtiğini sanmıştı. Saatine tekrar bakınca, geçmişe doğru dalıp gittiği yolculuk yarıda kalmıştı. Gerçi olup bitenler çok uzağında değildi. Her an zihnine misafir oluyor ve onu yalnız bırakmıyorlardı. Okuldaki sudan bahanelerden kaynaklanan uyumsuzluk, onu rahatsız etmiyor değildi. Buna bir türlü anlam da veremiyordu. Art niyeti olmayan bir insanın, şimdiye kadar bir özne olarak ele alınıp değerlenmeyen dört yüzü aşkın ve sevgi bekleyen öğrencilerin, biraz da olsa, duygularının, kişiliklerinin ve yaşadıklarının farkına varmalarını hatırlatan pedagojik ve özgür eğitimin yalnız bir ucunu göstermesini çekememenin bir mantığı olabilir miydi? Bunu düşündükçe hem utanıyor ve hem de içten kahroluyordu. Ne vardı bunda? Amaç öğrencinin yetişmesi ise, bir canlılık ve sevgi dalgası sarmıştı okulu. Eğitimin bir diğer amacı çevre ile iletişimse, o geldikten sonra çocuğunun durumunu sormak ya da estirilen bu olumlu havayı tebrik etmek için okula gelip giden velilerin bir hayli olması, yeni bir geleneği de başlatmıştı. Tüm bunların sevinç kaynağı olacağı yerde, yalnızca öğretmenlik mesleğini paylaştığı bu on iki insanın birbirine kenetlenerek sergiledikleri tavra anlam veremediği gibi, şaşıyordu, üzülüyordu. Öylesine bir kenetleme ki, bundan birinin kopmaması tuhaf geliyordu ona. Ne kadar empatik becerilerini kullanmış olsa da, onlardan birisiyle bir saat kadar olsun bir arada bulunma fırsatını bulamamıştı. Onlar da ona bu fırsatı vermiyorlardı ya. Bu üç yıl içinde, dört yüz bilmem kaç öğrenciyle kurduğu sıcak diyalogların yanı sıra, okulda yaşanılan bu gerilimi kimseye açmadan çevre ile de çok iyi ilişkiler içine girmişti. Ya bu on iki insanla? Yok, onların tüm kapıları kapalıydı ya da açmayı becerememişti.
Saat on biri on geçiyordu. Dudaklarını şaşkınlık ifade eden bir biçimde büktü. Sahiden şuracıkta geçmişini yaşamıştı. Zaman sanki durmuştu. "Bu zaman ölçüsü ayrı, hayal zamanı" dedi. Oturduğu yerden kalktı. Zihnen yorulmuştu. Yalnız zihnen mi? Bedeni de yorgun düşmüştü. Duvarda asılan manzaranın tam karşısında gelip durdu. Gülümsedi. Erken de olsa, okula gitmek için, sözleştiği bir yere yetişecekmiş gibi acele ile evden çıktı.
Okula yaklaşınca, bahçede kümelenen öğrenciler dikkatini çekmişti. Bunlar sabahçı öğrencilerdi ve evlerinde olmalıydılar. Okulda da alışılmışın dışında bir hava vardı sanki. Duyguları onu pek yanıltmazdı ya. "Hayırlısı" dedi. Bahçe kapısından içeri girdi; kimi gözü yaşlı öğrencilerin kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce şaşkınlığını gizleyemedi. " Ne oldu çocuklar!" dedi. Bir öğrenci, "Sizin tayininiz çıkmış öğretmenim!"der demez, hıçkırıklarını tutamadı. Atanmasından değil de, çocuğun ağlamasından bayağı heyecanlanmıştı. Heyecanlandığını gizlemek için " Öyle mi!" diyerek, alışık oldukları kahkahalarından birini attı. Ama aralarında fazla duramadı.
Öğretmenler odasına çıkınca, artık bu okulda misafir olduğunu anladı. Öğretmenlerde şimdiye kadar görmediği bir hava hissetmişti. Pişmanlığa da benziyordu, suçluluk psikolojisine de, acıma ile karışık bir özür dilemeye de benziyordu halleri. Tuhaf ki sabahçı öğretmenler de oradaydı. Biri "Üzgünüz" dedi. Bir çırpıda hepsinin yüzündeki ifadeleri okudu.
Yüzlerinde gerçekten o eski havadan bir iz bile yoktu; doğrusu üzgündüler. İnsan her şeyi unuturmuş meğer. Ama yine de içinde bir şeyler oldu. En küçük bir heyecan, bir kırgınlık belirtisi göstermeden "Hayırlısı osun!" dedi.
Her zaman olduğu gibi gülümsedi. Ama bu gülümseme, hayatın bütününe karşı duyduğu saygının tüm motiflerini yansıtan ruh halinin gülümsemesiydi.