Peygamber size ne verdiyse alın, size neyi de yasakladıysa ondan hemen kaçının!

Peygamber size ne verdiyse alın, size neyi de yasakladıysa ondan hemen kaçının!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Haşir Suresi 5-10. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

5 . Herhangi bir hurma ağacından ne kestiniz veya onu kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa, işte (bunlar hep) Allah’ın izniyledir ve (bu muâmele, Allah’ın) fâsıkları (yahudileri) rezîl etmesi içindir. (*)

6 . Allah’ın, onlar(ın malların)dan Resûlüne verdiği ganîmete gelince, (siz) onun üzerine ne at sürdünüz, ne de deve! (Onu kolayca elde ettiniz!) Fakat Allah, peygamberlerini dilediği kimselere musallat eder. Çünki Allah, herşeye hakkıyla gücü yetendir.

7 . Allah’ın, (fethedilen) memleketler halkından Resûlüne verdiği ganîmetler, Allah’a, peygambere, (ona) akrabâ olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âiddir; tâ ki (o mallar) içinizden sâdece zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın! Peygamber size ne verdiyse, artık onu alın; size neyi de yasakladıysa, ondan hemen kaçının! (**) Allah’dan sakının! Şübhesiz ki Allah, azâbı pek şiddetli olandır.

8 . (Bu ganîmetler,) Allah’dan bir lütuf ve bir rıdvan (O’nun rızâsını) ararlarken, yurtlarından ve mallarından çıkarılan ve Allah’a (O’nun dînine) ve peygamberine yardım eden o fakir Muhâcirlere âiddir. İşte onlar, gerçekten (îmanlarında) sâdık olanlardır!

9 . Onlardan önce o yurda (Medîne’ye) yerleşmiş ve (samîmâne) îmâna sarılmış olanlar (Ensar), kendilerine hicret edip gelen (Muhâcir)leri severler; hem (onlara)verilenlerden dolayı sînelerinde bir ihtiyaç (bir rahatsızlık) duymazlar ve kendilerinde bir sıkıntı (bir ihtiyaç) bile olsa, (o kardeşlerini) kendi nefislerine tercîh ederler! (***) Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar gerçekten kurtuluşa erenlerdir!

10 . Onlardan (Muhâcirlerle Ensâr’dan) sonra gelenler ise derler ki: “Rabbimiz! Bize ve îmân (ciheti) ile bizi geçmiş olan kardeşlerimize mağfiret eyle! Kalblerimizde îmân edenlere karşı bir kin bırakma! (****) Rabbimiz! Şübhesiz ki sen, Raûf (çok şefkat eden)sin, Rahîm (çok merhamet eden)sin!”

(*) Âyet, ehl-i îmâna her fırsatta hâinlik eden Benî Nadr yahudilerinin sürüldükleri vakit, en sevdikleri mallarının onlara cezâ olarak telef edilmesi üzerine nâzil olmuştur. Müslümanların bir kısmı onların canını yakmak için ağaçların en iyisini keserken, bir kısmı da iyileri ehl-i îmâna kalsın diye sâdece değersizlerini kesmişlerdi. Cenâb-ı Hakk bu âyetle, sahâbelerin herbirinin farklı incelik taşıyan o ictihadlarına iltifat buyurmuştur. (Râzî, c. 29, 283)

(**) “Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnet-i seniyesinin menbaı (kaynağı) üçtür: Akvâli (sözleri), ef‘âli (fiilleri), ahvâlidir (hâlleridir). Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Ferâiz (farzlar), nevâfil (nâfileler), âdât-ı hasenesi (güzel âdetleri)dir. Farz ve vâcib kısmında ittibâa (uymaya) mecbûriyet var; terkinde, azab ve ikāb vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir (uymaya mecburdur). Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî (yapılması güzel olan bir vazîfe) ile yine ehl-i îman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde, yani yapılmasında ve ittibâında azîm sevablar var ve tağyir ve tebdîli (değiştirilmesi) bid‘a ve dalâlettir ve büyük hatâdır.

Âdât-ı seniyesi ve harekât-ı müstahsenesi (güzel âdet ve hareketleri) ise hikmeten, maslahaten (fayda cihetiyle), hayât-ı şahsiye ve nev‘iye ve ictimâiye (şahsî, nev‘î ve cem‘iyet hayâtı) i‘tibâriyle onu taklîd ve ona ittibâ‘ etmek, gāyet müstahsendir (güzeldir). Çünki herbir hareket-i âdiyesinde (sıradan hareketinde), çok menfaat-i hayâtiye bulunduğu gibi, mutâbaat etmekle (uymakla) o âdâb ve âdetler, ibâdet hükmüne geçer.” (Lem‘alar, 11. Lem‘a, 60)

(***) “ وَيُؤْثِرُونَ عَلٰٓي اَنْفُسِهِمْ [(Onlar, kardeşlerini) kendi nefislerine tercîh ederler!] sırrıyla, ihlâs-ı tâmmı (tam samîmiyeti) kazanınız!Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte (i‘tibarda), hattâ menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercîh ediniz!” (Lem‘alar, 21. Lem‘a, 169)

(****) “Ma‘lûmdur ki, adâvet (düşmanlık) ve muhabbet, nûr ve zulmet (karanlık) gibi zıddırlar. İkisi, ma‘nâ-yı hakîkîsinde olarak (hakîkî ma‘nâlarıyla) berâber cem‘ olamazlar (bir araya gelemezler). Eğer muhabbet, kendi esbâbının rüchâniyetine (sebeblerinin üstünlüğüne) göre bir kalbde hakîkî bulunsa, o vakit adâvet mecâzî olur (hakîkî ma‘nâsında olmaz), acımak sûretine inkılâb eder (dönüşür).

Evet mü’min, kardeşini sever ve sevmeli! Fakat fenâlığı için yalnız acır. Tahakkümle (baskıyla) değil, belki lütufla (iyilikle) ıslâhına çalışır. Onun için nass-ı hadîs (hadîsin kat‘î beyânı) ile: ‘Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat‘-ı mükâleme etmeyecek (konuşmayı kesmeyecek)!’ (...) Evet tevhîd-i îmânî (îmandaki birlik), elbette tevhîd-i kulûbü (kalblerin birliğini) ister. Ve vahdet-i i‘tikad (inançtaki birlik) dahi vahdet-i ictimâiyeyi (cem‘iyet hayâtının birliğini) iktizâ eder (gerektirir).” (Mektûbât, 22. Mektûb, 91)