Peygamberimiz duasında Rabbinden ne istiyor?

Peygamberimiz duasında Rabbinden ne istiyor?

Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

İşte bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibâdet-i ulyâda saadet-i ebediye için duâ ediyor ki, güyâ bu cezîre, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü ubûdiyeti ise, ona ittibâ eden ümmetin ubûdiyetini tazammun ettiği gibi, muvâfakat sırrıyla bütün enbiyânın sırr-ı ubûdiyetini tazammun eder. Hem o, salât-ı kübrâyı öyle bir cemaat-ı uzmâda kılar, niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem'in Hazret-i Âdem'den asrımıza kadar, belki Kıyâmete kadar bütün nurânî ve kâmil insanlar ona tebâiyetle iktidâ edip, duâsına "Âmin" derler.

Bak: Hem öyle bekâ gibi bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât niyazına iştirak edip lisân-ı hal ile, "Oh, evet yâ Rabbenâ! Ver; duâsını kabul et. Biz de istiyoruz" diyorlar. Hem bak, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkâne, öyle tazarrûkârâne saadet-i bâkiye istiyor ki, bütün kâinatı ağlattırıp, duâsına iştirak ettiriyor.

Bak: Hem öyle bir maksad, öyle bir gâye için saadet isteyip duâ ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîn olan fenâ-i mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekâya, ulvî vazifeye, mektûbât-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.

Bak: Hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ile istiyor ve öyle tatlı bir niyâz-ı istirhamkârâne ile yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta, semâvâta, arşa işittirip, vecde getirip duâsına, "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor.

Bak: Hem öyle Semî' ve Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm'den saadet ve bekâyı istiyor ki, bilmüşâhede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafif bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Lisân-ı hal ile de olsa icâbet eder. Öyle sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ve icâbet eder ki, şüphe bırakmaz, o terbiye ve tedbîr, öyle Semî' ve Basîr'e mahsus, öyle bir Kerîm ve Rahîm'e hastır.
Acaba, bütün benîâdem'i arkasına alıp şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hulâsa-i ubûdiyetini câmi' hakikat-i ubûdiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde duâ eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (a.s.m.) ne istiyor; dinleyelim:

Bak: Kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, bekâ istiyor, Cennet istiyor; hem, mevcudât aynalarında cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. O esmâdan şefaat talep ediyor; görüyorsun.

Eğer âhiretin hesabsız esbâb-ı mûcibesi, delâil-i vücudu olmasa idi, yalnız şu zâtın tek duâsı, baharımızın icâdı kadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennetin binâsına sebebiyet verecekti. (Sözler, 10. Söz)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

ABESİYET : Faydasız ve boş olma, lüzumsuz ve gayesiz oluş.
ÂLÂ-YI İLLİYYÎN : Yüceler yücesi, en yüksek mertebe.
ARŞ : Kürsü, taht, yüce makam; en yüksek gök; Allah'ın kudret ve saltanatının tecellî yeri.
BEKA : Varlığı devam ettirme; devamlılık, sonsuzluk.
BENÎÂDEM : İnsanoğlu, âdemoğlu; insanlık âlemi.
BİLMÜŞÂHEDE : Bizzat şâhit olarak, görerek, görür şekilde, görme derecesinde.
CEMAAT-İ UZMÂ : Büyük topluluk, cemaat.
CEMÂL : Güzellik, yüz; Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsânı ile tecellisi; hak ile söylenen güzel söz; hüsün.
CEZÎRE : Yarımada.
DELÂİL-İ VÜCÛB : Allah'ın varlığının zarurî olmasının delilleri.
ESBÂB-I MÛCİBE : Gerektirici sebepler, icap ettiren sebepler.
ESFEL-İ SÂFİLÎN : Aşağıların en aşağısı; Cehennemin en aşağı tabakası.
ESMÂ-İ KUDSİYE-İ İLÂHİYE : Allah'ın kusursuz, noksansız ve yüce isimleri.
FAHR-İ KÂİNAT : (Fahr-i Âlem, Zübde-i Kâinat, Seyyid-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nâmları. Bütün âlemin kendisi ile şeref bulduğu, iftihar ettiği Hz. Muhammed (A.S.M.).
FENÂ-İ MUTLAK : Mutlak yok oluş.
FERÎD-İ KEVN Ü ZAMAN : Kâinâtın ve bütün zamanların benzersizi olan.
FÎZÂR-I İSTİMDATKÂRANE : Yardım isteyerek inleyip ağlamak.
HAZİNÂNE : Hüzün, üzüntü verircesine.
HULÂSA : Birşeyin, bir bâhsin özü; kısaca esâsı.
İBÂDET-İ ULYA : Yüce Kulluk vazifesi.
İKTİDÂ : Tâbi olmak, uymak.
İŞTİRAK : Ortaklık, katılma.
KÂMİL : Olgun, kemâl sâhibi.
LİSÂN-I HÂL : Birşeyin duruşu ve görünüşü ile bir mânâ ifâde etmesi. Vücut dili
MAHBÛBÂNE : Sevilerek.
MAKSAD : Ana fikir; kastedilmiş, istenilen şey.
MEKTUBÂT-I SAMEDÂNİYE : Herbiri Cenâb-ı Hakkın birer mektubu olan, yani O'nun isim ve sıfatlarını anlatan varlıklar.
MUVAFAKAT : Uygunluk, uymak, anlaşmak, karşılıklı anlaşma, razı olma, müsâade.
MÜŞTAKÁNE : Şevkle, çok isteyerek.
NİYAZ : Yalvarma, yakarma, duâ
NİYAZ-I İSTİRHAMKÂRÂNE : Merhamet isteyerek duâ etmek, yalvarmak.
SAADET-İ BÂKİYE : Bâki, dâimî saadet, mutluluk.
SAADET-İ EBEDİYE : Dâimî saadet; Cennet hayatı, ebedî mutluluk.
SALÂT-I KÜBRÂ : En büyük namaz.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
ŞEFAAT : Af için vesîle olmak.
ŞEREF-İ NEV-İ İNSAN : İnsanoğlunun şerefi.
TAZAMMUN : İçinde bulundurma, içine alma, ihtivâ etme, muhît olma.
TAZARRÛKÂRÂNE : Yalvarıp yakararak.
TEBÂİYET : Uyma, tâbî olma, bağlanma.
TERBİYE : Beslemek, yetiştirmek, büyütmek
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
VECD : Aşk, muhabbet; kendinden geçecek ve kendini unutacak kadar İlâhî bir aşk hâli; yüksek heyecan, iştiyâkın galebesi.