Erdem AKÇA
Risale-i Nur Ders Notları-7
İnsan ruhu, ebediyetten geldiği için ebedden ve Ebedî Zât'tan başkasına yönelemez. Ruh, âlem-i emirdendir. Âlemler ise iki sınıftır: Halk (hilkat) Âlemi ile Emir âlemi... Halk ve hilkat âlemi, suretler âlemidir. Bu âlemdeki her şey değişkendir. Emir âlemi ise, hakikatler âlemidir. Orada her şey bakidir. Bu açıdan ruhun ebediyet ihtiyacını beka-yı hakikat ve ebediyet-i hak verebilir. Cennette dahi ruh, ebediyeti hissetmezse ruhani saadeti elde edemez. Cennetin ebediliğini duyması onu tatmin etmez. Yaşadığı zevk ve lezzetler, cismani saadeti yaşattırır. Fakat Cennetteki ilim meclisleri hakikati ve hakkı, bekayı ve ebediyeti ders verdiği ve hissettirdiği için ruhun asıl istediği ve aradığı menzillerdir. Bu açıdan Hakikati bulmayan ve bilmeyen ve hissetmeyen bir ruh için Cennet dahi olsa ruhun fıtri ihtiyacını tatmin edemez. Ruhun beka ve ebediyeti elde edip hissedeceği pencereler sıdk-ı hakikat, sadakat-ı hak, hakkaniyet üzere hayat, rıza-yı İlâhî ve kabul-u Rabbaniye mazhar her türlü amel ve icraattır. (Lem'alar, 17. Lem'a, 1. Nota)
İnsanın fıtratında şiddetli hisler bulunuyor: Hırs, aşk, inad, endişe-i istikbal ve benzeri... Bu duygular iki tarzda kullanılabiliyor: Mecazi ve hakiki şekilde... Mecazi şekliyle, fâni dünyanın fâni işleri için kullanılır. Oysa hakikatte baki hakikatlere müşteri olmak, onları satın almak, o hakikatlerle fıtratını süslemek ve onlara ayna olmak için verilmişlerdir. Allah'ın razı olacağı şekilde kullanıldığında her biri insana ebedî ve baki hakikatleri kazandıracak alt yapı haline gelirler. Mesela insandaki istikbal endişesinin mecâzî hali, ölümüne kadarki zaman içindir. Oysa bu zaman dilimi rızık noktasında taahhüd altındadır. Bu süre ölüm sonrasındaki sonsuz istikbale göre çok kısadır. Bu açıdan ölüme kadarki gelecek zaman hakiki istikbal değildir. Hakiki istikbal, ölüm sonrasında insanı bekleyen ve gafiller içinde taahhüd altında olmayan kişinin ebedî hayatıdır. O hayatın rızkını, yaşam standardını, mekânının zindan mı saray mı olduğunu belirleyen işler ise dünyada yaşanacaktır. Bu manada endişe-i istikbal, hakikat noktasında ölüm sonrası hayat için insana verilmiştir. Ölüm anında imanını kaybetme endişesi bu manada çok doğru bir his ve hakiki istikbali bilmenin alametidir. Aynı şekilde insandaki hırs, makam sevdası ve mala düşkünlük duyguları hakiki ve kalıcı mal olan salih amellere yönelmekle; makam sevdası ise rıza-yı İlâhî, kabul-ü Rabbani, kutbiyet, gavsiyet, ferdiyet gibi manevi mertebeler, dereceler ile baki makamlara yönelerek uhrevileşir. Kişiyi baki hakikatlere Kayyum, Muğis ve Ferd gibi Esmaü'l-Hüsna'ya ayna haline getirir. Bu şekilde insan fıtratındaki binlerce his, terbiye edilerek kişiyi dünyanın fâniliğinin zararlarından kurtarır. İnsanlara yapılacak hakiki nasihat bu şekilde “duygularını iptal et” tarzında değil de, “terbiye et ve yönlendir” şeklinde olursa tesirli ve kabul edilebilir olur. (Mektubat, 9. Mektub, Sâlisen)
Gaye-i hayal, insanın zevalini kemale dönüştüren bir iksirdir. Çünkü insan gaye-i hayaline göre kendine şekil verir. Gayesi fâni ise, o da fâni olur. Fakat baki bir gaye uğruna yaşayan bir kişi, gayesinin rengiyle boyanır. Bu manada Kur'an müminler için ebedî bir gaye-i hayal olarak "Cennet"i sunarken, hakiki ve değişmez ve mutlak gaye-i hayal olarak "rıza-yı İlahî"yi sunar. "Ve rıdvanun minallahi ekber. Lev kanu ya'lemun" (Allah'ın rızası, altlarından ırmaklar akan ebedî ve sermedî Cennet'ten daha büyüktür. Eğer ilminiz varsa bunun böyle olduğunu bilirsiniz) (Tevbe suresi, 72) der.
Gaye-i hayal olmazsa yahut insan Allah'ı ve kendi aslî mahiyetini unutursa veya kendini unutmaya zorlarsa kişinin zihni, enelere döner, kendi etrafında gezmeye başlar. Bu durumda gaye-i hayali olan mukaddes mefhum ve hakikatin yerine kendisi bir Kâbe olur. Aklı, kendi benliğinin etrafında dönmeye, onu düşünce noktasında beslemeye başlar. İnsanın benliği, önce kendi düşüncelerini beğenme, sonra kendini beğenme, sonra kendini sevme, sonra kendine aşık olma, sonra kendini başkalarına beğendirme ve sevdirmeye çalışma şeklinde bir sürece girer. Kendini kandırır ve aldatır. Başka insanları da "iyiliği ve güzelliği" ile aldatır. Onların alkışları ve iltifatları ile kendini kendine ispat eder. Bu şekilde kendinin "iyi biri" olduğuna daha çok inanır. Benlik kuvvetlendikçe, beklediği sevgi ve takdiri alamadığı zaman veya eleştirildiği durumlarda sinirlenir. Bu boyuta gelen birinde benlik artık delinmez bir hal alır. "Biz" diyemez, bir organizasyonda çalışamaz. Bir gruba girse daima baş olmak ister. Benliğini sevenler, başkalarını sevmezler.
Benliği tedavi edici ve organize hizmeti sağlayan en büyük sır, şûra ve istişaredir. Hadis der: "İstişare eden pişman olmaz." (Sözler, Lemeat, Gaye-i hayal olmazsa enaniyet kuvvetleşir)
Sevgi, yaratılış sebebidir. Allah, kâinatı sevmek ve sevilmek ve sevdirmek için yarattı. Düşmanlık ve husumetin hiç bir yararı olmadığını iki Dünya Savaşı gösterdi. Muhabbet, vahdetin sebebidir. Düşmanlık ise, parçalanmanın ve dağılmanın sebebi... İman, islamiyet, insaniyet sevilmeye ve hürmet edilmeye layık kıymetlerdir. Bir kalpte ya muhabbet veya düşmanlık hakikatiyle yerleşir. Hakikat varsa, düşmanlık acımaya dönüşür. Mümin müminin yanlışına karşı acır. Kâfirlere karşı düşmanlık beslemenin bir yararı yok. Eğer saldırgan değillerse... Yanlışları, onlar ile Allah arasında bir husustur. Cehennem ve azâb-i İlâhî onlara kâfidir. Üstad’ın vurguladığı üzere… Fakat tebliğ hakikati açısından bir müminin en kötü kâfirde dahi var olan güzel yönleri görüp takdir etmesi imanının gereği ve tebliğ yapabilmesi için açılacak bir kapıdır.
Savaşlar, kavgalar İslâm’ın düşmanıdır. İslamiyet, selamet ve sulh dinidir. Bu açıdan en büyük fetih, İslam’da Hudeybiye fethidir. Hudeybiye öncesi 3000 sahabenin olması sonrasında 2 yılda 10000 erkek sahabenin Mekke'yi fethetmesi, sulh ortamının İslâm’ın izzet ve azametini sergilemesine imkân tanıdığını gösterir. İslam düşmanları, İslâm’ın sulh ortamındaki bu karşı konulmaz kuvvetini bildikleri için dünya gündemini ve İslam dünyasını işgaller, savaşlar, terör propagandaları ile meşgul ediyorlar. Ta ki sulh-u umumi olmasın, İslam kendi hakkaniyetini hakkıyla sergileyemesin. Bu açıdan İslam ülkeleri, ne yapıp etmeli sulh-u umumi için yollar ve çareler aramalı, bu stratejik durum gereği savaşa karşı oldukları propagandasını yapmalılar. (Hutbe-i Şâmiye, 4. Kelime)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.