Risale-i Nur perspektifinden eski-yeni Said
Üç farklı hayat devresi siyasî ve konjonktürel değişimlerden bağımsız olarak gerçekleşse de
Osman Yüksel Serdengeçti, Bediüzzaman Said Nursî’yi tarif ederken şöyle demiştir: “Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Güngörmüş bir ihtiyar. Üç devir; Meşrûtiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O, ayakta.” (Tarihçe-i Hayat, s. 545)
Bediüzzaman’ın akıl almaz maceralarla dolu hayatı Türkiye’nin demokrasi tarihinin yara aldığı iki tarih arasına denk düşmüştür. Serdengeçti’nin bahsettiği bu üç devir -başka bir yönden bakıldığında ise beş devirdir- yüzyıllık değişimlerin yıllara sığdığı, çok yoğun ânların yaşandığı zamanlardır. Said Nursî, 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşının (93 Harbi) başladığı, Meclisten bir karar çıkarılamaması bahanesiyle II. Abdülhamid’in Meclisi kapattığı ve Anayasa’yı (Kanun-u Esasi) yürürlükten kaldırdığı yıllarda hayata gözlerini açmıştır. Onun ebedî âleme göç ettiği 1960 yılı ise demokrasi ve hürriyet mücadelesinin çok daha büyük bir ‘darbe’ye maruz kaldığı bir zamandır. Siyasî açıdan beş devri yaşayan Said Nursî’nin hayatı ise üç devredir. Her ne kadar Said Nursî’nin üç farklı hayat devresi siyasî ve konjonktürel değişimlerden bağımsız olarak gerçekleşse de, bu gerçek, bir kısım paralel yönleri göz ardı etmeyi gerektirmez.
Said Nursî 1878’den 1918-19’a kadar süren hayat devresini ‘Eski Said’ olarak isimlendirmiştir. Said Nursî’nin “Eski Said” devri siyasî açıdan Mutlâkıyet, II. Meşrûtiyet, İttihad Terakki hükümeti yıllarına tekabül etmektedir. 1922-23’ten 1948-49’da Afyon Mahkemesine kadar süren ve Risâle-i Nur’un telif edildiği devir, ‘Yeni Said’ ismini alır. Yeni Said devrinin yaşandığı zaman dilimi ise hemen hemen Tek Parti ve Millî Şef dönemlerine denk düşen bir süreçtir. Afyon Mahkemesinden sonra ‘inkişafa başlayan’ devreyi Said Nursî ‘Üçüncü Said’ olarak nitelendirmiştir. Said Nursî’nin hayatının bu üçüncü dönemi ise, çok partili hayatın gerçek anlamda yürürlük kazandığı zamanlarla örtüşen bir dönemdir.
Said Nursî 1918–1923 yılları arasında Eski Said’den Yeni Said’e ‘geçiş dönemi’ni yaşamıştır. Eski Said devrinde daha çok siyasî ve içtimâî konularla yakından ilgilenen ve içtimâî hastalıklara reçeteler mahiyetinde eserler yazan Said Nursî, Yeni Said devrinde tamamıyla Kur’ân’ın hakikatlerine yoğunlaşarak Risâle-i Nur’un vücuda gelmesi için çalışmıştır. Eski Said, neden Yeni Said’e dönüşmüştür? Bir eserinde bunun sebebi, kendisi tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaîyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete sûretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.” (Mektubat, s. 427)
Bediüzzaman’ın üç hayat devresi bir tekâmül seyrini ifade etmektedir. Onun Eski Said’den Yeni Said’e, daha sonra da Üçüncü Said’e dönüşmesi büyük bir değişimin belirtisi olmakla birlikte, ‘hatadan dönmek’ anlamı taşımamaktadır. İlk hayat devresi olan Eski Said devresi, onun sonraki hayatı için bir hazırlık zamanı olmuştur. Meselâ, medreselerde on beş sene eğitim alınarak elde edilen birikimi Eski Said’in on üç yaşlarında üç aylık kısa bir sürede elde etmesi, onun hayatının ilerleyen zamanlarında imanî ilimleri üç ay gibi kısa bir zamanda ders verebilecek bir Kur’ân tefsirini yazmasının bir basamağı ve erken bir belirtisi olmuştur. Yine küçüklüğünde büyük âlimlerle münâzarası ve o âlimlerin her türlü sorularına etkileyici cevaplar vermesi, Risâle-i Nur’un her kesimden insanın anlayacağı bir seviyeden ve dilden iman hakikatlerini izah etmesinin gizli bir işareti olarak görülebilir. Benzer şekilde eski hayatında şiddetli muhtaç olduğu halde zekât almaması ve yarım ümmî vaziyetinde yazı yazmadaki yetersizliği, sonraki hayatını-–olumlu açıdan—temelden ve derinden etkilemiştir.
Bediüzzaman’ın kemal yaşı olarak adlandırılan kırk yaşında ‘Yeni Said’e dönüşmesi, aslında onun için çok önemli bir vazifenin başladığının da bir belirtisidir. Bu vazife maddî, manevî, dünyevî, uhrevî hiçbir menfaate âlet edilmemesi gereken ve Kur’ân’ın bu asra bakan eşsiz bir yorumu olan Risâle-i Nur’un telifi vazifesidir. Yine benzer şekilde, Afyon hapsinden sonra başlayan “Üçüncü Said” devri de Risâle-i Nur hizmetinin çok daha farklı boyutlara ulaştığı, özellikle üniversiteli gençlerin bu eserlere yöneldiği ve küllî bir inkişafın yaşanmaya başladığı bir sürecin işaretidir. (Tarihçe-i Hayat, s. 525) Bediüzzaman “Yeni Said”deki gibi acayip bir ruhsal değişimi hissettiğinde ve bu durumu “Üçüncü bir Said”in işareti olarak anladığında, hayatının bu yeni dönemiyle ilgili şöyle bir yaklaşıma sahip olmuştur: “Demek Nurlar ve kahraman şakirtleri benim vazifelerimi yapacaklar; daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nurun her bir câmi cüz’ü ve sarsılmayan hâlis şakirtlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir.” (Şuâlar, s. 453)
Bediüzzaman’ın hayatı üç dönemiyle bütünlük teşkil eden, birbirini tamamlayan, tekmil eden ve Risâle-i Nur gibi bir şaheseri ve Nurculuk gibi bir iman, Kur’ân hizmetini netice veren örnek bir hayattır. Onun istikametli hayatı her üç dönemi de kapsayan bir hayattır. “Yaş kırka ulaşınca, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun yerleşmesi, meleke haline gelip daha terki mümkün olmaması” (İşaratü’l İ’caz, s. 162) sırrınca kırk yaşlarında Yeni Said’e dönüşen Eski Said, Bediüzzaman’ın istikametli hayatının bütün özelliklerini, çekirdekleri taşımaktadır.
Bediüzzaman’ı Yeni Said’e dönüştüren içsel sebeplerin yanında sosyal ve siyasî sebepler de vardır. Eski Said zamanında siyaset dairesinde hürriyet ve İslâmiyet için coşkuyla çalışan Bediüzzaman, laik ve despot bir dönemin gelmekte olduğunu hissetmiş ve hizmet metodunu değiştirmiştir. Yeni Said’e dönüşümüne son noktayı koyan bu dışsal ve siyasî sebebi Bediüzzaman şöyle dile getirmiştir:
“Eski Said, Nur’un parlak hasiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam teselli ile siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kablelvuku ile dehşetli ve lâdini bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said’in teselli haberlerini o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri deyip siyaseti bırakmış. Yeni Said olmuştur.” (Münâzarât, s. 66)
***
Bu girişten sonra Eski Said ile Yeni Said’i birbirinden ayıran özellikler üzerinde duralım:
Eski Said hayatı siyaset yoluyla dine hizmet etmeyi amaçlayan bir vatanperverlik hâlidir. Yeni Said döneminde ise onun dünyadan çekildiği ve tamamıyla “ahiret ehli” olduğu görülür. Bu yeni döneminde kendi iç dünyasına yönelmiş, “Şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyerek sosyal ve siyasî hayatı terk etmiş, bütün vaktini Kur’ân’ı okuyup inceleyerek muhatap olmaya ayırmıştır. (Bkz: Şuâlar, s. 426) Bir eserinde siyasetten çekilişinin sebeplerini anlatırken Yeni Said’in farkını şu cümleleriyle dile getirir: “Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyevîye-i siyasîyeyi terk etti… Halbuki, sekiz sene evvel günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu.” (Mektubat, s. 65) Yeni Said sosyal ve siyasî hayattan kendisini o kadar soyutlamıştır ki otuz beş sene boyunca gazeteleri okumamıştır. İkinci Dünya Savaşını merak etmemiştir. İdam niyetiyle hapsedildiği zamanlarda bile Kur’ân esrarını ve hakikatlerini yazmaktan vazgeçmeyerek tam bir ahiret ehli olarak yaşamıştır.
Eski Said’in bir başka özelliği de asabî olması ve haksızlıklara karşı tahammül etmeyerek hukukundan taviz vermemesidir. Dört büyük komutan karşısında pervasız duruşu bunun çarpıcı örnekleridir. Bu dört komutan ise 1909 yılında İstanbul’da karşılaştığı Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, 1916 yılında Kosturma’da karşılaştığı Rusların Kafkas Orduları Komutanı Grandük Nikola Nikolaviç, 1921 yılında İstanbul’da aleyhinde mücadele ettiği İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington ve 1922 yılında Ankara’da karşılaştığı M. Kemal Paşa’dır. Eski Said’in bu dört komutan karşısındaki duruşu, hukukunu savunuşu başlı başına ibret tablosudur. Eski Said’in bu yönünü bilenler, Yeni Said döneminde ona haksız bir şekilde zulmetmişler ve hiddete getirerek haksız duruma düşürmek istemişlerdir. Fakat Yeni Said iman ve Kur’ân hizmetinin hatırı için bu tür tacizlere azamî tahammül etmiş ve müsbet hareketinden taviz vermemiştir.
Bir mektubunda bu meseleye dair şunları söylemiştir: “Ehl-i siyasetteki düşmanlarım, mezkûr hakikatleri bilmedikleri için, şerefli, izzetli Eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar, güya Nurları söndürmeye çalışıyorlar.” (Emirdağ Lâhikası, s. 198)
Yeni Said eski hayatına oranla çok büyük ihanetlere uğradığı ve kanundışı, insanlıkdışı zulümlere muhatap olduğu halde, kendi tabiriyle “en korkak, en miskin bir vaziyette sessiz kalıp sabretmesi”ni (Emirdağ Lâhikası, s. 313), hatta işkenceler sonunda ruhuna ferah verilmesinin hikmetini şöyle yorumlamıştır: “Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesini tefsir eden Risâle-i Nur’u hiçbir şeye ve şahsî menfaatlerine ve mânevî kemâlâtlarına âlet yapmamak ve hakikî ihlâsı kırmamak için, ehl-i siyaset Said hakkında ‘dini siyasete âlet yapmak’ vehmini verip, tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zâlimâne hükümleri altında kader-i İlâhî, Nurdaki hakikî ihlâsı kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup ‘Sakın, sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risâle-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ mânevî kemâlâtlarına ve belâlardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nurun en büyük kuvveti olan ihlâs-ı hakikî zedelenmesin’ diye, kader-i İlâhînin şefkatli tokatları olduğuna...” (Emirdağ Lâhikası, s. 313)
Eski Said’in bir özelliği de felsefe ve pozitif bilimlerle uğraşmış olmasıdır. (Sözler, s. 502) Eski Said’in düşünce dünyasında bir derece yerleşen Avrupa’nın felsefe, fen ve medeniyetine ait bilgileri, Yeni Said manevî yükselişinde kalbî hastalıklar olarak görmüştür. Bir eserinde bu ayrıma şu cümleleriyle dikkat çekmiştir, Bediüzzaman: “Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.” (Lem’alar, s. 119)
Eski Said’in Yeni Said’den bir farkı da eserlerinin üslûp ve anlatım tarzından kaynaklanır. Eski Said eserlerinde kısa cümleler ve özlü ifadeler kullanmıştır. Çünkü öncelikle eserlerini kendisi için ve medresenin yüksek derslerini gören eski talebeleri için yazmıştır. (Bkz: Mesnevî-i Nuriye, s. 11) Eski Said dönemindeki eserlerde mantık ve ilim öne çıkarken, Yeni Said döneminde sünûhat ve ilham galiptir. Bediüzzaman’ın 50’li yıllarda Münâzarât isimli eserini kırk yıl sonra eline geçtikten sonra tekrar incelerken “Eski Said’in kafasını alıp, Yeni Said’in sünûhatıyla dikkatle mütalâa ettim” (Emirdağ Lâhikası, s. 343) ifadesini kullanması, bu açıdan anlamlıdır. Eski Said’in eserleri akla hitap ederken, Yeni Said’in Risâle-i Nur Külliyatı ise akılla birlikte kalp, ruh, sır gibi bütün lâtifeleri doyurucu bir özellik taşımaktadır.
Üstad Üçüncü Mektub’un “Saniyen” başlığında Eski Said ile Yeni Said’in akıl ve kalbinin birbirinden çok uzak olmakla birlikte Nokta risâlesinde ittifak ettiklerinden de bahseder. Eski Said’in “kuvvet-i ilmi” ve “nazar-ı aklı”na, Yeni Said’in ise “şuhud-u kalbi” ve “nur-u vicdanı”na dikkat çeker. Nokta risâlesi bu açıdan Eski Said ile Yeni Said’in tevafuk ettiği bir dönemin ürünü olmaktadır. Fakat yine de Bediüzzaman Nokta Risâlesi’ni noksan bulur ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün eski eserindeki eksiklikleri tamamladığını dile getirir.
Üstad, Risâle-i Nur’un birinci muhatabı olan Hulusi Bey’in kendisine sorduğu soruları cevaplarken, “Yazılan galip Sözler ve Mektuplar, ihtiyarsız, def’i ve ani bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem, sönük düşer noksan olur (Mektubat, s. 270)” der. Üstad’ın bu değerlendirmeleri Eski Said ile Yeni Said’in eserleri arasındaki farkı göstermesi açısından önemli bir ölçü olmaktadır. Yeni Said’in sünûhatının yerini Eski Said’in ilim ve zekâsının dolduramayacağını ise başka bir eserinde şöyle dile getirmiştir: “Onun fikrî ve ilmî ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risâle-i Nur’un öyle parçaları var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risâleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in kuvve-i hafızası beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi, on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risâleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum. Ve o altı saatlik risâle olan Otuzuncu Söz’ü, ne ben, ne de en müdakkik dindar filozoflar, altı günde o tahkikatı yapamaz.
(Kastamonu Lâhikası, s. 122)”
Risale-i Nur Enstitüsü